Son dönemde, İstanbul’da, insan, varoluş ve uygarlığa dair köklü sorgulamalar içeren sergiler* ile karşılaşmaktayız. Benzer temaların eşlik ettiği sunum yoğunluğu, tarihin havını tersinden taramanın (Benjamin) aciliyeti gibi. İnsana dair biriken külliyat işlemez bir hal ve seyir izliyor sanki. Medeniyet dediğimiz mefhum beşerin elinde paçavra bir haritayı andırıyor adeta. Dikiş tutmaz anlatı (bütün anlam dünyası: ideolojiler, dinler, doktrinler, mitler vs.) bugüne çakılıp kalıyor ve yarına dair bir suskunluk üzerine söz birliği etmişçesine sırıtıyor. Başa dönüp anlatıyı yeni baştan düşünmekten başka çare yok gibi.
Âdem’i Nasıl Biliriz?
Bu sergilerden bir tanesi de: Gencer Uçar’ın küratörlüğünde Doğukan Çiğdem‘in Galeri Bu‘daki Âdem ismiyle açtığı sergi. Sanatçı Âdem’i sorgulayarak işe başlıyor. Madem ilk insan, madem ilk peygamber o halde ondan başlamalı değil mi? Kimdi bu Âdem? Nasıl bir zamansal türbülansın failiydi?
Birçok inanışta kurucu baba/özne olan Âdem. İlk insan mı değil mi belli değil ama inanışa göre tanrı tarafından görevlendirilmiş ilk insan olduğu kesin. Tanrı ona bir alet çantası ile dünyaya hâkim olması için görev veriyor. Hatta yabancılık çekmesin diye de kaburga kemiğinden bir eş yaratmasına izin veriyor. Sonra da Havva annemizden çocuklar doğurtup çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyorlar ve bize kadar gelip hepimizin babası oluveriyor. Etimolojik olarak da İnsan anlamına geliyor zaten Âdem, farklı kültürlerde “Adam” veya “Men” oluyor: Âdem=Erkek İnsan yani. Buraya kadar aşağı yukarı bildiğimiz hikâye.
Doğukan Çiğdem ise bu mitsel figürü ele alıp bambaşka bir işleve kavuşturuyor. Adem’i öncelikle adamlığından soyunduruyor, erkekliğe ve insana indirgenmiş figürü hem cinsiyetsiz hem insandışı bir varlık kılıyor ve çoğul bir cinsiyet/kimlik veriyor. Âdem hem kadıninsan oluyor hem erkekinsan, hem hayvaninsan. Belki de ağaçinsan, toprakinsan, havainsan.
Bugün’e dair meseleleri, tarih öncesi devirlerden veya insanın, insan olarak biçimlendiği düşünülen uzamdan bugüne projekte etme gayretini mizahi, karikatür estetiğine vurguyla ortaya koyuyor Çiğdem. İnsan-doğa-hayvan ilişkisini veya ilişkisizliğini kendi imgeleri ile yeniden ameliyat masasına yatırıyor. Farklı bir tarih okuması önermenin cezbedici bir tarafına çekiyor bizi ve Adem’e dair bilgimizin altını oyuyor. Adem’e değil, Âdem’lere baktırmaya zorluyor.
Âdem’den Âdem’lere
Tekil kurucu bir özneden, (tek adamlıktan) çoğul bir özneye kayış söz konusu. Her varlığı başka Âdem kılığında gösteriyor bize Çiğdem’in anlatısı. Daha doğrusu, her Âdem başka bir varlığın bedeninde ortaya çıkıyor. Hayvan ağaçtan öğreniyor, insan hayvandan, erkek kadından, keçi erkekten. Bu öğrenme ve Ademleşme süreçleri temel bir yasaya dayanarak hayat buluyor: Praksis. Ademleşmek, praksisle, eylemekle, dönüştürmekle, var etmekle alakalı. Ancak Çiğdem’in çalışmalarındaki praksis Antik Yunan‘daki anlamının tersinedir. O devirde praksis daha çok, erdemli ve siyasi davranış sergileyen insan hareketleri demektir.
Çiğdem’in yaklaşımı ise Marksist bir bakışa daha yakındır. Marksizimdeki praksis anlayışı anlamı/ideolojiyi/yazılı tarihi rehber edinmek yerine, edimi ve kolektif yapılanmayı esas alır. Tarihin tekerini bir kişi üzerinden kaldırıp bir sınıfa veya geniş bir emek tabakasına dayandırır. Nitekim onun çalışmalarında bu yasaya eşlik eden diğer bir yasa olan kolektivite ile beraber düşündüğümüzde praksis felsefesinin ayakları yere oturmaya başlar. Kısacası kolektif, çoklu bir praksis bu şekilde kendini belli eder Doğukan’ın desenlerinde. Tek, dev bir figürmüş gibi görünen Adem’e yakından bakıldığında içinde kalabalık bir kitlenin varlığını görürüz.
Prehistorik bir atmosferden tarihi böyle kurguladığımız zaman bugünün tahakküm enstrümanlarını da işlevsiz bırakmanın yolu da açılmış olur. Tarihsel kurguyu, anlam- insan/kültür merkezliği ile inşa ettiğimizde, kolektif bilinçdışını böyle ürettiğimizde, kutsallaştırılmış, yüceleştirilmiş; değiştirilemez, dokunulmaz ve eleştirilemez bir anlatının kucağına düşmüş oluruz. Bir kurucu peygamber, elçi, lider geldi ve bizi kurtardı veya bugüne ulaştırdı. Çok tanıdık değil mi?
Kaskatı İnsan’dan Akışkan İnsan’a
İnsanın/Ademin/Erkeğin kendine dair söz söyleme iştahı bu manada bitmiyor. Bilinç sahibi ve kavram üretme kapasitesi ile kibirlenen insan, diğer varlıkların içinde kendini merkeze oturtma kaygısı ve korkusuyla tetiklenen savunmacı ve saldırgan aklıyla sürekli uzun cümleler üretme telaşı içinde. Anlama, anlamlandırma ve adlandırma edimleri ile beşer: dünya ve yaşamla kurduğu veya halen kuramadığı bağları yüzünden hem bir tür olarak kendisiyle hem de kendi türü dışındaki varlıklarla sorunlu bir ilişki ağının içinde debelenip durmaktadır.
Bu bakışla, anlama dair söz ürettikçe kendi trajedisini derinleştirmekle kalmıyor, içinde yaşam bulduğu faunanın da dışına itiyor kendini. Tarihsel ve kurgusal bir özne olarak (burada kurgusallıktan kasıt bugüne kadar ürettiği kültürel birikimin kendi psişik ve olgusal varlığı üzerindeki etkilerdir.) kendini merkezde tutma uğraşı ile: insan, hayvan, bitki vs gibi kategorilerle bir hiyerarşi inşa etmesi; kültür ve doğa, hayvan ve insan, canlı ve varlık, bilinç ve madde, din ve bilim, dünya ve evren, tarih ve soy gibi dikotomik uğraklardaki ısrarlı gezinmeleri, kolektif bir bilinçdışının tezahürü olarak kaskatı bir insan imgesine sarılmaktan başka bir şey bırakmadı elimizde.
Sergideki anlatımcı, belgesel dili, bu minval üzere, imgeyi dönüştürüp yeniden sunma estetiği kapsamında değerlendirdiğimizde Çiğdem’in söyledikleri daha da görünür olur. Sanatsal üretim biraz da öyle değil midir; malzemeyi dönüştürmek, kimliğini bozmak, kimliksiz bırakmak. Deleuze’den bildiğimiz üzere, tekrar ve fark üzerine inşa etmek. Çiğdem ele aldığı tematik malzemeyi yeni baştan kurgulayarak, farklı anlatımlar yükleyerek sabit bir tarihsel karaktere hareket kazandırıyor. Dolayısıyla prehistorik dönemdeki İnsan/Âdem imgesini kaskatılıktan kurtarıp, akışkan, geçişken ve melez bir kimlikle ortaya koyuyor. Desenler arasındaki gezintide Ademlerin türlü halleri ile karşılaşırız. Üst pasajlarda da değindiğimiz gibi, birbirine çok yakınmış gibi görünen desenlerde dikkatlice baktığımızda her birinin içinde farklı bir öykünün tünediğini görebiliriz.
Ademler, kendisini çevreleyen dünyanın dili ile uyum sağlamak zorundaydı. Göç etmek için bir sürüye katılabilir, yolunu bulmak için bir keçiyle akabeleri aşacak kanalları bulabilir, bir hayvanın sırtına atlayabilir veya başka bir hayvanı sırtında taşıyabilir, bir ağacın kovuğunda aylarca kendini güvende tutabilirdi. Henüz dilini hayvana dayatacak bir yabancılaşma içinde değildir Ademler. Topraktadır. Toprak yumuşak, geçirgen ve eşitlikçidir. Ne uçan bir Adem’in üstüne çıkabilecek kadar yükselmiş ne de toprağın altını kilometrelerce oyacak kadar tahripkardır Ademler. Ayağı diğer Ademlerle aynı düzlemdedir.
Desenlerdeki toprak rengi tonların hakimiyeti, henüz betonla çerçeveli bir dünyanın kırılması güç azametinden uzaktır. Sözün zamanı değildir, ses hayatta kalmak için yeterli nefesi sağlar. Sergi alanına yayılan, boğumlu, gür insanımsı ses, bir tür müstehzi gülüşün tezahürü olarak bugünle alay eder bir tonla yankılanıyor. Buna Ademlerin kahkahası da diyebiliriz hatta. Toprak fonuna işlenmiş figürlerin bir biriyle oyun oynaması, birbirini kovalaması, ya da bir keçiden kaçması gibi türlü bir durumun diri bir yansıması olarak söze gerek bırakmaz.
Ancak Ademlerdir tekerleği ve diğer aletleri yaratan. Bugüne bir uyarıdır bu. Teknolojik amentünün öncellerini haber verir aynı zamanda. Tarih öncesi bir dönemden günümüzün teknolojik imkanları arasında malzeme açısından birbirinin içine geçen formların deneysel kullanımı, bizi tarih şeridine sokar, bu şeridi istediğimiz kadar ileri veya geri sarmamız bakış açımızı belirler. Bir taraftan tekerleğin ilk formu ile karşılaşırken diğer yandan güncel kapitalist dünyanın meta sigortası olarak karekod’un taş devrindeki tahayyülü ile karşılaşırız.
Çok farklı malzemeleri birbirinin önüne geçirmeden bize zengin bir görsel ve düşünsel şölen sunan Çiğdem, Adem figüründen yola çıkarak bakışını tarih öncesi bir döneme yayıyor ve bir canlı formu olarak insana farklı bir gözle bakma imkanı sunuyor.
Doğukan Çiğdem’in Âdem adlı sergisi, Galata’daki Galeri Bu’da 23 Mart’a kadar izlenebilir.
*Bu sergilerden bazıları, Arter’deki Canan sergisi, Mixer’deki Ahmet Sarı’nın Alt-Üst ve Ahmet Ergenç Küratörlüğündeki Hayvan Tarafı sergileri, Anna Laudel Galeri’deki Ramazan Can’ın Once Upon a Time sergileri olarak sıralanbilir…