Sıkıştırılmışlığın içinde kendi kendini yok etmesi umulan bir çoğunluğun cinnete doğru sürekleniş halinin hikayesi… Emin Alper’in Abluka’da kurduğu distopik evren, günümüz Türkiye’sinin politik ortamı ve toplumsal ruh halinden hiç de uzakta değil.
İlk filmi Tepenin Ardı’yla içlerindeki düşmanı uzaklarda, tepelerde arayan bir grup erkeğin hikayesini anlatan yönetmen Emin Alper’in Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanan yeni filmi Abluka, bambaşka bir ‘tepenin ardı’na uzanıyor bu kez. Şehrin etrafını saran, varlığından haberdar olduğumuz ama tepeye çıkıp ardına bakmaya bir türlü cesaret edemediğimiz bir mekana, varoşlara götürüyor izleyiciyi. Üstelik Tepenin Ardı’nda kullandığı alegorik anlatının üzerine, ülkemiz sinemasında eşine rastlamadığımız bir türü, distopyayı da koyuyor Alper. Abluka’yı ilginç kılan özellikler de filmin bu distopyayla yaptığı flört sayesinde kendini gösteriyor. Distopik filmlerin karanlık "gelecek" tasvirini alıp bambaşka bir şeye dönüştürüyor yönetmen. Distopyanın gelecekte, yaşadığımız yerden uzakta değil; aksine günümüzde ve yakınlığını hissetmeyelim diye mekanını kontrollü bir şekilde bizim belirlediğimiz bir alanda yaşandığını söylüyor. Kısacası bu kez şehrin ardındaki tepelere uzanıyor. Varoşlara fırlatılıp atılan, belirli bir azınlığın refahı için orada "abluka" altına alınan ve o sıkıştırılmışlığın içinde kendi kendini yok etmesi umulan bir çoğunluğun cinnete doğru sürekleniş halinin hikayesini anlatıyor. Hakiki distopyanın, kendi ellerimizle yarattığımız ve uygun görülen mekana yerleştirdiğimiz bir toplumsal gerçeklik olduğunu vurguluyor. Herhangi bir "distopik hal" ile aramızdaki uzaklığın zamansal değil sadece mekansal bir uzaklık olduğunu söylerek aklımızı bulandırmaya girişiyor.
Abluka’nın önümüze serdiği distopik dünya resminin, varoş mahalleleri ya da başka bir tanımla uydu kentleri kullanarak oluşturulmuş olması elbette tesadüfi bir tercih değil. Varoşların, çoğunlukla kente dışarıdan göç eden toplulukları barındıran, merkeze eklemlenemediği için kentin ötesine itelenmiş yerleşkeler olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda; Abluka’nın kentin merkez ve çeper ilişkisini kullanarak "yabancılık" kavramı üzerine bir şeyler söylediğini rahatlıkla tartışabiliriz. Abluka’da kaosun beşiği olarak izlediğimiz, fiziki olarak da "abluka" altına alınan mekanın sadece bir varoş mahallesi üzerinden temsil edilmiş olması; bu tartışmanın en önemli göstergesi. Filmin, izleyicisine gösterdiği distopik dünya içerisinde şehrin merkezine dair gördüğümüz yegane görüntüleri çeşitli televizyon ekranlarında yayınlanan ana haber bültenleri aracılığıyla görüyor olmamız da bu çepere hapsedilen distopya tahayyülüyle ilgili. Çünkü Abluka’nın distopyasını yaratan; tam da bu merkezden varoşlara bir atık, bir çöp gibi fırlatılma eyleminden başka bir şey değil. Merkezin şehre sonradan gelen, "yabancı" ve tehlikeli olarak gördüğü kalabalığı, uzaklara bir yerlere yerleştirme ve orada tutup kontrol etme çabası sonucu ortaya çıkan bir distopik evren Abluka’nınki. Bu noktada, özellikle filmin ana karakteri Kadir’in istihbarat teşkilatı adına gizliden gizliye yaptığı işin bir "çöp karıştırıcılık" olduğunu hatırlamakta fayda var. Bir çöpten, lüzumsuz bir atıktan farksız bir biçimde merkezin varoşlara fırlatıp attığı bir topluluğun; orada, kendi çöplüğünde, merkeze yaranmak adına istihdam edilmesi bu bakımdan oldukça anlamlı. Abluka’nın dramatik yapısının göbeğine yerleşmiş olan bu yabancının itelenmesi ve dışarı fırlatılması durumu, Roman Polanski’nin Kiracı filmiyle akraba bile sayılabilir. Abluka’nın -başta Kadir ve kardeşleri olmak üzere- bütün varoş ahalisini, Kiracı’nın Paris’teki bir apartmandan dışarı fırlatılan Polonya asıllı göçmeni Trelkovsky’yle eşleştirmek mümkün. Çünkü Trelkovsky’yi dışarı tüküren de, Kadir ve kardeşlerini şehrin çeperine tükürüp atan da aynı paranoya; bir "yabancı" korkusu, bir "sterillik" arayışı…
Şehirden dışlanan ve varoşların içine hapsedilen topluluğun, kendi içinde neden kısa devre yaptığı ve oradaki yaşantının neden bir distopyaya evrildiği meselesiyle ilgili de yerinde tespitleri var Abluka’nın. Filmin, özellikle Ahmet karakteri üzerinden anlattığı "köpek avlama" hikayesi, varoşlara sıkıştırılan topluluğun "dışarıdan" bir baskıyla birbirlerini imha etmek zorunda bırakılmalarının güzel bir örneği. Köpekler üzerinden kurulan metaforik anlatıda "köpek avını" bir "terörist avına" eşlemek mümkün. Bu noktada Ahmet’in tetiği çeken tarafta yer almasına rağmen gerçekleştirdiği eyleme dair herhangi bir kişisel amaç taşımaması ve hatta "devlet baba"dan gizleyerek köpeklerden birine "yardım ve yataklık" etmesi, varoşlarda yaşayan topluluğun eylemlerinin ve tercihlerinin de "abluka" altına alınmış olduğunun önemli bir göstergesi. Varoşların distopik bir kabusa dönüşmesinin de; aslında sokaklara kurulan barikatlardan ziyade, o barikatların içinde kalan insanlara dayatılan vazifelerden kaynaklandığının açık bir kanıtı. Ahmet’in avlamak zorunda olduğu köpekler ya da Kadir’in bulmak zorunda olduğu bomba yapım malzemeleri bu dayatmanın ve "abluka" halinin en güzel örnekleri. Dayatmanın beraberinde getirdiği "cinnet" ise kaçınılmaz bir sonuç. Sadece şehrin merkezinden varoşlara fırlatılmakla kalmayıp orada kendini öğütmesi beklenen ve bir çöp tankerinin içine sıkıştırılmışçasına sürekli olarak "preslenen" bir toplumun cinnet halinden daha korkunç bir distopya da düşünülemez herhalde.
Emin Alper’in Abluka’da kurduğu distopik evrenin günümüz Türkiye’sinin politik ortamıyla ve toplumsal ruh haliyle kurduğu ilişkiden de bahsetmek gerek elbette. Alper’in farklı mecralarda gerçekleştirdiği pek çok söyleşide altını sıkça çizdiği üzere Abluka; özellikle 90’lı yıllar düşünülerek yaratılmış bir iş. Fakat tuhaf bir biçimde günümüzle kurduğu ilişki belki de hikayenin esin kaynağı olan 90’larla kurduğu ilişkiden daha kuvvetli. Tam da bu noktada; distopik filmlerin bir gelecek tahayyülü ortaya koymak ve ileride yaşanabilecekleri işaret etmek gibi öncelikli bir amaç doğrultusunda üretildikleri gerçeğini düşündüğümüzde, Abluka’yı bir "şimdiki zaman distopyası" olarak adlandırmanın mümkün olduğunu söylebiliriz. Çünkü filmin distopya olarak tasvir ettiği resmin, gelecekte olabileceklerden ziyade günümüzde olanlarla kurduğu sağlam bir ilişki var. Halihazırda "abluka" altına alınmış düşüncelerimizle, özgürlüklerimizle kurduğu bir ilişki.