Sergi mekanının kapısını araladığımda karşıma ışıklar içinde bir “A” çıkıyor; altında iki cansız manken eli, birbirlerine uzanıyorlar. Birbirleriyle kutsal bir anı paylaşırken dondurulmuş gibiler. Tabii aklıma Adem’in yaratılışı geliyor; kadının olmadığı, sonradan “türetildiği” yaratılış hikayesi hani. Temsilin yoksa tarihin de yoktur. Karşımdaki temsiller bütününe bakıp, bu hikayede bir kadın olarak yokluğumu hatırlıyorum.
İki cansız kadın manken eli; biri diğerine bir şey bahşetmiyor, ama yine de bir şey alıp veriyorlar ya da bir alıp veremedikleri var, bilmiyorum. Birbirleriyle uyumlu görünüyorlar; Michelangelo’nun hikayesinde olduğu gibi net bir hiyerarşi de yok burada.
Cansız da olsalar mankenler. Güzeller. Narin ve güzel elleri var, diyeceğim ama bu ellerin bağlandığı bir gövde, bir kafa da yok. Yani belirli kimliklere bürünmeleri de imkansız görünüyor; cansız, manken, altın renginde birer kadın eli olmaları dışında hiçbir statüleri, ayraçları yok. Sadece elden ibaret iki ayrı varlık. Bu varlıklar, olmayan bir vajinanın devamı gibi iki taraftan ilerleyen kırmızı kablolarla, ortadan ikiye ayrıldığında simetrik olan A’ya bağlanıyor.
Kafamı çevirdiğimde Sema’yı görüyorum; siyah-beyaz serigrafi. Bu kadını daha önce görmedim, hiç tanışmadık. Ama karşımdaki sanat yapıtında, Sema’nın görüntüsünün iki kopyası birbirine bakıyor. İşe de kendi adını vermiş. “Vermiş” diyorum, çünkü edilgen bir durum yok gibi duruyor; Gülçin Aksoy için bu kadın belli ki sadece bir imge, kadın, yapıtına konu olan, incelenecek bir “şey”den ibaret değil. Adıyla sanıyla SEMA o. Bu tavır, Aksoy’un sadece yapıtlarıyla, üretmekle değil hayatla yakınlığına dair çok şey söylüyor. Belki de aynı sebeplerle, adını daha yeni duyduğum, görüntüsüyle yeni tanıştığım bu kadını daha önceden tanıyormuş gibi hissediyorum.
Odaya girdiğimde Sema’nın da bulunduğu ve bir önceki iştekine benzer postürlere sahip bir sürü abla ile karşılaşıyorum: hepsi belli bir yaşın üzerinde, kendi halinde “abla”lar. Yapıtın ismi ise “Kadriye, Kezban, Nedret, Ayşen, Gülsen, Sema, Dilek, Nermin, Alev, Nalan” İçimden bir ses; “Tanıştığıma memnun oldum” diyor. Kadın, anne, abladan önce kendi isimleri, kimlik temsillerinden önce-bir insan için ne kadar mümkünse o kadar-kendi temsiliyetleri ile onları değerlendirmem, öyle bakmam gerektiğini fark ediyorum. Bu isimler önce kendileri olmuşlar; kendilerini beğendirmek, onları izleyen bakışlara karşı güzel görünmek, şefkatli davranmak gibi dertleri yok sanki. Ya da en azından kadınlıkları için bunların gerek şart olmadığını düşünüyorlar. Kollarını kavuşturmuşlar, güçlü duruşlarla “Buradayım ve işte bu kadarım” diyorlar sanki. Burada da diğer işlerdeki ikilik devam ediyor; kumaş üzerine basılmış bu imgeler, birbirlerine bakıyorlar.
“Kadriye, Kezban, Nedret, Ayşen, Gülsen, Sema, Dilek, Nermin, Alev, Nalan”ın karşısında ABLA ve AABİ bulunuyor. “Abi” kelimesini telaffuz ederken uzayan “A”yı bu vesileyle fark ederek “AAA!” diyorum. A’dan kurtulamıyorum. Başlangıçta yalnızca söz vardı? “Ah!” diyorum; dildeki hiyerarşilere dalıp da harfleri unuttuk.
ABLAlar ve AABİler
Hemen oracıkta, sanki bilmiyormuşum gibi TDK’dan “abla” ve “abi”nin tanımlarına bakıyorum:
“abla
1. Bir kimsenin kendisinden büyük olan kız kardeşi.”“abi
Ağabey, büyük erkek kardeş”
Bu tanımları pek de ikna edici bulmuyorum. Aralarındaki ayrım çok azmış gibi duruyor. Sanki değişen sadece cinsiyetmiş gibi. Aslında öyle de, ama burada cinsiyetin getirdiği değişim fazla hafife alınıyor. Küçük kardeşe bakan, yemeğe yardım eden Abla, kardeşleri üzerinde babadan sonra en çok söz hakkı olan Aabi… Birçok aile bağında birçok farklı anlama gelebilecek ufacık bir ayrım işte. Tanımın suçu yok tabi, her tanım gibi, geveze zihinlerimizden bir yerleri taşıyor. İkilik burada da devam ediyor; incelikle dokunmuş ABLA ve AABİ, birbirine yine aynı karşıtlık ve benzerlikle bakıyorlar.
Mısır Apartmanı’ndan İstiklal Caddesi’ne çıkıyorum. Tünele inip oradan Karaköy’e geçiyorum. Günün neredeyse her saati kalabalık ve karışık bu iki bölgenin ayrımı, benzerlikleri daha bir gözüme çarpıyor bu sefer. İkilikleri, birliktelikleri üzerine düşünüyorum. Bakılmaktan çok bakıyorum, bakışımın iktidarı tamamen gözlerimdeymiş gibi. Esnaf AAbilerin şaşkın bakışlarına dik dik ama kızgın olmayan bakışlarla karşılık vererek Sevdiğim Aile Mezarlığı’na geliyorum. Sevdiğim Aile Mezarlığı. Mezarlığı sevilesi bir mekan olarak değerlendirmek bir yandan tuhaf gelirken diğer yandan içimde bir yerlere dosdoğru oturuyor. Canlılar için hesaplaşma, dertleşme, hatırlama, unutma mekanları.
“Bu ağaçlar ölü-doğa olduklarının fazla farkında gibi”
İçeriye girdiğimde sağ tarafta kapkara kağıtlar üzerine yazılmış cümlelerle karşılaşıyorum. Bütüne baktığımda bir yapı var ama bir metindeki cümlelerin sıkı sıkıya ve sabit sırayla birbirlerine bağlı olması gibi değil. Cümlelere istediğim yerden başlıyorum, cümleleri istediğim yerde bırakıyorum. Cümlelerin hepsi belli ki birbirinden farklı farklı anlardan, duygu-durumlarından kopup gelmiş. Sürüyle hikaye geçiyor zihnimden ve sürüyle hikayeye eşlik ediyorum.
Alt kata indiğimde siyah üzerine beyaz bir sürü ağaçla karşılaşıyorum. Yalnız biraz içim daralıyor. Bu ağaçlar ölü-doğa olduklarının fazla farkında gibi. Aradan dereden trafik ışıkları, tabelaları görünüyor; şehir ağaçları bunlar. Yerlerinden memnunlar mı pek bilmiyorum. Camdan bakıldığında görünen ağaçlarla paslaşıyorlar; imge ve nesne, temsil ve gerçek, doğal ve yapay. Birçok karşıtlık, yine en çok da o kadar karşı karşıya durulacak bir şey olmadığını söylüyor. Yavaşça şilteye uzanıp ölü-doğa içinde gözlerimi kapatarak odadaki sesleri dinliyorum. Gözlerimi bir açıp bir kaparken görüntü ve ses arasındaki ilişkileri düşünüyorum. Seslerden Korhan Erel sorumlu. Sesler, sahip olmadığım birçok anının hatırlanması gibi bir etki bırakıyor üzerimde; ağaçlar, kalemler, insanlar bir şeyler sayıklıyorlar. Ne dediklerini anlamadan biliyorum. Bir müddet öylece uzandıktan sonra birden ayağa kalkıp odadaki en “canlı” şey olan yeşil koltuğa bakıyorum. Üzerine “A İ L E” kazınmış olsa da bu daha çok B A B A koltuğu gibi geliyor bana. Az önce uzandığım siyah şilte kadar rahatça yayılamıyorum üstüne; “Oturma” diyor gibi; “Oturma, burası başkasına ait.”
Zihinlerimizi domine eden zıtlıklar
Bedenlerimiz neredeyse ikişerli canlılar haline gelecekken dondurulmuş ve sonrasında varlığa gelmiş gibi; iki kulak, iki göz, iki el, bacak, ayak… Tam ortadaki burun, vajina, penis, bu teklikler bile içlerinde simetriler barındırıyor; burun delikleri, testisler, vulva… Bunca farklı sayısız yol varken, ikilikler üzerine düşünmeye çalıştığımızda zıtlıklar zihinlerimizi çoğunlukla domine ediyor: gece-gündüz, 0 ve 1, var ve yok, kadın ve erkek… Bu tarihsel bir alışkanlık mı yoksa zihinlerimizin işleyişiyle ilgili bir şey mi, birinden biri mi olmalı sadece? Oysa Gülçin Aksoy’un ikilikleri bir seçim yapmaktan çok, bütüncül bir kavrayışa işaret ediyor: varlığını ve gücünü zıtlıkların birleşiminden alan ve yönünü hiç şaşırmayan tekilliklerden oluşmak yerine birçok zıt yönü potansiyel olarak kendi birliğinde barındıran tersinir süreçler; şimdi Bu’yum, sonra da O. Şimdi 0’ım ve belki sonra 1’im.