10 Ekim’de vizyona giren Kayıp Kız (Gone Girl), Gillian Flynn’ın aynı adlı romanından uyarlama başarılı bir David Fincher çalışması. 

Başından sonuna dek gerilimi sabit tutmayı başaran film, sinemadan çıkar çıkmaz beni yazmaya yönelten etkileyici bir hikayeye ve kurguya sahip.

Film, ana karakter Nick’in (Ben Affleck) ekonomik krizle birlikte işini kaybetmesi ve evliliğinin kötüye gitmeye başlamasının ardından karısı Amy’nin (Rosamund Pike) beşinci evlilik yıldönümlerinde aniden ortadan kaybolması ve beraberinde gelişen olayları konu alıyor. Çocukluğunda “Muhteşem Amy” olarak çocuk kitaplarına konu olan Amy’nin kayboluşu polis ve kasaba halkı ilgisinden, ulusal düzeyde bir medya odağı seviyesine yükselir ve Nick bir süre sonra karısının şüpheli katili konumuna yerleştirilir. Film bir taraftan olayın polisiye gerilim yapısıyla olayın çözümlenme sürecini işlerken, bir taraftan da karakterlerin kişiliklerine ve evliliklerine oldukça detaycı bir bakış açısıyla yaklaşıyor.

 


Dikkat: Yazının bundan sonraki bölümü spoiler içerir. Film tümüyle bilmeceler üzerine kurulu olduğundan yazıyı okumadan öncelikle filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.


Filmi çekici kılan önemli unsurlardan birisi şüphesiz, karakterlerin herbirimize, özellikle de romantik beraberliklere dair oldukça gerçekçi öğeler içermesi. Birçok evliliğin bir süre sonra tipik olarak temposunun düşmesi, ekonomik şartların evlilik üzerindeki etkisi ve bir süre sonra aldatmanın gerçekleşmesiyle ilişkinin toksik bir yapıya bürünmesi bugünün modern şehirlerinde artık rutin hikayeler olarak karşımıza çıkıyor. Buna karşın film her yazarın ve her yönetmenin kolay kolay dokunmaya cesaret edemeyeceği cinsiyet temelli sosyal rollerin hastalıklı taraflarını cesur bir biçimde betimliyor.


Kadının ve erkeğin tutkuları, sevgi anlayışı, başarı kavramı ve toplumun gözünde kendilerini nasıl konumlandırdıklarındaki fark, aslında oldukça keskin. Erkeklerin yalan, aldatma ve ilişkinin dinamiklerine yaklaşım konusundaki doğrudanlığı ya da başka tabirle beceriksizliği, kadınların ise bu konularda daha kompleks düşünebilmeleri ve etraflarındaki herkesi manipülasyona uğratabilme becerileri bilimsel açıdan tartışmalı fakat toplumsal yargılar açısından geçerli bir durum. Filmin usta oyunculuklarla görselleştirdiği, belki de bir çok feministi kızdıracak bu tarafı, aldatılmış ve terk edilmek üzere olan bir kadının, erkek şiddetini (duygusal ve fiziksel) nasıl kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceğini göstermesi. Nitekim yönetmenin objektif duruşu izleyiciyi erkeğin aldatmasını ya da kadına olan ilgisizliğini haklı çıkarmak gibi bir yöne gitmiyor. Fakat Amy’nin katil olma aşamasına kadar giden abartılı saplantısı insani düzeyden çok, kadın ve erkek farklılığı üzerinde temelleniyor. Daha da açık konuşmak gerekirse Amy’nin arzu uğruna yapabileceklerinin niteliksel özelliklerini bir erkekten değil, bir kadından beklememiz üste sözünü ettiğim toplumsal yargıyla parellelik taşıyor. Filmi izlerken şu ahlaki soruyu kendime sormadan edemedim: Kadına yönelik şiddetin ve sosyal adaletsizliğin olması, kadınların bireysel olarak olumsuz anlamda yaptığı davranışlara yönelik eleştiriye ne kadar engel oluyor? Örneğin bir kadının cinselliği ve adaletsizliği Amy’nin yaptığı gibi kendi çıkarı adına kullanması çağdaş toplumlarda çekinmeden konuşabileceğimiz bir olgu mu? Benzer bir durum, hem Nick’in haksız yere toplumsal saldırıya uğraması hem de masumiyet ve adalet kavramı açısından 2012 yapımı The Hunt filminde de mevcuttu. Orada da çocuk tacizi konusundaki hassasiyetin bir önyargıya dönüşmesini izlemiştik. Buna karşın yazarın Amy’nin özelliklerini norm dışına çıkartması işleri kolaylaştırıyor. Çünkü hiç kimse karısını aldatan ya da terk eden bir erkeğin, kadının onu öldürülecek bir ortam hazırlamasını ya da ilişkisi için cinayet işlemesine neden olmasını kolaylıkla onaylamayacaktır. Bu abartılı durum olmasaydı film kesinlikle daha kritik ve ahlaki açıdan oldukça tartışmalı bir noktada dururdu. 


Filmde Amy’nin monologlarını dinlerken güzel bir evliliğin zamanla düşüşünü ve kadının bu konudaki ümitsizliğini işitiyoruz. Bu onunla bir tür empati kurmamıza neden oluyor. İzleyici olarak biz de onun hikayesine kanıyoruz. İçerik burada sinema diliyle bütünleşiyor: Amy aslında kendi filmini bize izletiyor. Bir süre sonra ise herkesin inandığı hikayenin kurgu olduğunu anlıyoruz. Buna karşın yönetmen bunu klişe bir biçimde işlemiyor. Medyanın Nick’i haksız yere suçlamasına da tanık oluyoruz fakat Amy’nin yaşadıkları yine de şüphelerimizi örtmüyor.


Nick’in oldukça sıradan ve sivri uçları olmayan kişiliğine karşıt Amy’e baktığımızda tipik bir Narsistin özelliklerine rastlıyoruz. Bu durum meseleyi kadına yönelik yargılardan, bireysel psikolojik farklılıklara ve üstte sözünü ettiğim filmin Hollywood’a özgü kolaycı tarafına çekiyor. Amy’nin sinema tarihinde sıkça resmedilen Femme Fatale figürünün modern bir versiyonu olduğunu söylemek de mümkün: Histerik; birlikte olduğu erkeklerin hayatlarını onları manipüle ederek mahveden, fakat bir taraftan da arzularının kurbanı olması nedeniyle sürekli bir belirsizlik ve tekinsizlik ortaya koyan kadın. Amy, kendini özel hisseden, başkalarından sürekli olarak övgü bekleyen, samimi arkadaşlıkları olmayan, kıskanç, başarı odaklı yaşayan ve kendi çıkarları uğruna sonucu ne olursa olsun herkesi kullanabilecek (buna kocası da dahil) ve herşeyi yapabilecek bir birey. Narsistlerin en önemli özelliklerinden empati yoksunluğu ve sınırların olmayışı filmde detaylı bir biçimde tasvir edilmiş. Cinselliğini kullanarak o an gereksinimi neyse onu elde etmesi ve ardından soğukkanlılığını koruması izleyici olarak bize abartılı gelebilecek fakat bir psikolog için hiç de öyle olmayacak bir durum. Buna karşın Amy rolünü o kadar iyi oynamaktadır ki gerçekte ne olduğunu kimse bilmemektedir. Onu bu kişilik yapısına sürükleyen ise belki de Amy’den daha hasta olan saplantılı anne ve babası. Onun çocukken anne ve baba sevgisinden uzak bir biçimde “Muhteşem Amy”i oynamak zorunda kalması ve sonunda bunu kaybetmesi aynı tramvanın tekrar ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu bağlamda Amy’nin Nick’e duyduğu hislerde kesinlikle sevgi değil, aksine başkalarının onun evliliği üzerindeki yargısı üzerine kurulu, bencilce bir duygu. Aslında başarısızlığa, aldatılmaya ve terkedilmeye kesinlikle tahammülü olmadığından duygu durumuna en uygun şeyi yapmaktadır. Üstün bir zekanın ürünü olan kurmacası, Amy’nin değer kavramı üzerinden geliştirdiği dinamikleri sergiler: Tüm toplum kocasını bir şeytan ilan edecek, Amy ise haksızlığa uğramış fakat başarılı bir kadın olarak kalacaktır. Toplumun bakış açısı onun için o kadar önemlidir ki bu uğurda kendi canına kıymayı dahi planlamaktan çekinmez. Amy’nin ölüme yaklaşımı, akla Zizek’in Carmen ve Antigone okumasını getirir:


Her zaman ölümü gösteren kartla ilgili arya, tam da Carmen’in, ölümünün çok yakınlaşmış olduğunu gözünü kırpmadan kabul ederek etik bir statü kazandığı ana karşılık gelir (filmde de ölümün yakınlaşmasına yönelik ısrarla gösterilen sahneler mevcuttur)… işte Carmen tam da sadece- karşılaştıkları erkeklerin kaderine damgasını vuran bir kadın olarak- kendisinin de kaderin kurbanı olduğunu, hakim olamayacağı güçlerin elinde oyuncak olduğunu fark ettiği zaman değil (ki Amy için bu onun Büyük Öteki’ye bağımlı kişiliksel özelliğidir), aynı zamanda arzusundan vazgeçmeyerek kaderini de bütünüyle kabul ettiği zaman, kelimeye Lacan’ın verdiği anlamda bir “özne” haline gelir. … Başka bir deyişle, “insanfsız kart”la ilgili aryaya kadar, Carmen erkekler için bir nesne konumundaydı, büyüleme gücü onların fantezi mekanında oynadığı role bağımlıydı, “iplerin kendi elinde olduğu” yanılmasıyla yaşamasına rağmen erkeklerin semptomundan başka bir şey değildi. Nihayet kendisi için de bir nesne haline geldiğinde, yani libidinal güçlerin etkileşimi içindeki pasif bir unsurdan ibaret olduğunu anladığında, kendini “özneleştirir”, bir “özne” haline gelir. Nitekim Lacancı perspektiften bakıldığında, “özneleşme” kendini bir “nesne”, “çaresiz bir kurban” olarak yaşamayla sıkı sıkıya bağlıdır: Narsist şişinmelerimizin kesin hükümsüzlüğüyle yüzleşmemizi sağlayan bakışa verilen addır.”


Buna karşın Amy ölmez. İşler yolunda gitmeyip tüm parasını çaldırdığında da eski aşıklarından birinin yardımıyla durumdan kolayca sıyrılır ve esnek zekasını kullanarak işleri kendi çıkarına uyacak bir biçime sokmayı başarır. Elbette sonunda kazanan o olur ve hem eski ekonomik gücüne hem de toplum gözündeki yerine kavuşur. Nitekim bir semptom oluşu ortadan kalkmaz: Büyüleme gücü ve zekası onun aslında varolmadığını gizlemekten başka işe yaramaz. Ötekini yani Nick’i asla elde edemez ve sadece Sembolik düzeyde “Muhteşem Amy” olur. Bu durum Lacan’ın ünlü sözünü kulaklarda tekrar çınlatır: “Kadın yoktur.”


Amy’nin bu başarısına elbette hiç de yabancı olmadığımız medyanın yaklaşımı büyük destek olmaktadır. Bu anlamda film sıklıkla ülkemizdeki kadın programlarını da akla getiriyor ve medyanın hastalıklı yapısının hasta bireylerle olan benzerliğini hatırlatıyor. Birçok filmde rastladığımız Amerikan televizyonunun bu durumunu, üzerinde bir çok kez yazılıp çizilen bir konu olduğundan, fazla deşmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Tüm kasaba halkının çılgınca kendini Amy’i bulmaya adaması da yine medyanın tavrına benzer bir delilik sergiliyor.  


Sonuç olarak Kayıp Kız, cinsiyet rolleri, sınıfsal ve ekonomik farklılıklar ve medya üzerine güzel göndermeleri olan, Hitchcockçu öğelerle bezenmiş, “kaybolan kadın” temasının farklı ve başarılı bir örneği. Özellikle yardımcı oyunculukların iyi performansı, müzik ve sanat yönetmenliği açısından da beni etkileyen bir çalışma.


Femme Fatale’e uygun bulduğum, Balzac’ın bir aşk mektubundaki cümlesiyle bu yazıyı bitirmenin yerinde olduğunu düşündüm: “Sizden ne aşk, bekliyorum, ne şaşkınlık, ne alay, ne küçümseme (…), ama ben her zaman bütün kadınların yüreğinde şefkat ve dostluk sınırlarında bulunan bir duygunun var olduğundan kuşkulanmışımdır. (…)

Daha fazla yazı yok
2024-03-19 03:48:47