Bankalardan, teknoloji marketlerine, kafelerden, restoranlara İstiklal Caddesi’nde firmaların kepenk indirdiği görülüyor. Yaşanan terör saldırılarından sonra çok uzun yıllardır İstiklal’de bulunan bazı bankaların, tanınmış firmaların, uluslararası şirketlerin, kafelerin şubeleri kapandı. 

Beyoğlu’nda arkalarında büyük sermayenin, gelişmiş kurumsal yapıların olduğu, tasarım, tanıtım, finansman konusunda deneyime sahip bazı kuruluşlar sanki dökülen sonbahar yaprakları gibi Beyoğlu’ndan uçup gidiyorlar. Buna karşılık bugüne kadar yerinde kalabilmiş olanlar “uçucu” olmadıkları için yerinde duruyor. Ne başka bir yere aktarabilecekleri sermayeleri, ne de seçebilecekleri farklı pazarları var. Krizin bütün yükünü asıl onlar taşıyor, çünkü içinde yer aldıkları ilişki ağlarını, deneyimlerini değiştiremiyorlar.

Beyoğlu’nda, Talimhane, Tarlabaşı, Galata gibi semtlerde başlayan ve mülklerin değerlerinin artmasına, karmaşık yapının dönüşümüne yol açan soylulaştırma sürecinin her yeri saracağını düşünenler şaşırıyorlar.

Tuhaf bir şekilde, içinde bulundukları pozisyonlar itibarıyla aysbergin görünen kısmıyla meşgul oldukları için şehrin soylulaştırmaya nasıl direndiğini okuyamıyorlar. Oysa şehir tarihi boyunca yönetim işlevlerini planlı, homojen mekanlar yaratmak olarak algılayan toplulukların göremedikleri şey bu.

Soylulaştırmanın yarattığı çözümler bir sonraki dönemin sorunları olarak karşımıza çıkıyor.

Beyoğlu kıyılarının ayrıcalıklı piyasa aktörlerine peşkeş çekilmesi, yarım yüzyıldır kentselleştirilmemiş bir boşluk olarak kapatılmasından çok farklı bir durum değil. Ya da Narmanlı Hanı, Emek Sineması, Demirören Plaza gibi yapıların dönüşümü, Beyoğlu’nda iyi şeylerin işaretleri değil. Bu gelişmenin kendisi zaten yerel alanı bir sömürge mantığıyla dönüştüren güçlerin eseri. Bu yüzden aklıma şöyle bir soru geliyor: Acaba bu tür krizler şehirdeki neoliberal saldırganlığın gözden geçirilmesi için bir fırsat oluşturabilir mi? Kentin yaşadığı bu büyük kriz yeni bir kentlilik bilincinin oluşumuna yol açabilir mi? Yoksa, hep yapıldığı gibi, zahiri nedenlerle sorunları perdeleyerek krizi daha da görülmez hale mi getirir? Bu konuda yönetimlerin dışında başka bir alana bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan’ın söyledikleri ilginç. Ona göre artık Beyoğlu’nda şimdi küresel güçler, küresel sermaye, küresel markalar yerel gelişme için bir tehdit oluşturuyor. Hürriyet’e verdiği demeçte İstiklal Caddesi’nde yaşanan durumun geçici olduğunun altını çizen Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, soruları şöyle cevaplamış: “Şu an sıkıntı sadece İstiklal Caddesi’nde değil. Turist sayısının azalmasından dolayı gelirlerde bir düşüş yaşanıyor… Beyoğlu’nda 45 bin yatak kapasitesi var ve yüzde 80’i boş. Bu da direkt gelirlere yansıdı. Ancak bu böyle devam etmeyecek. Krizden güçlenerek çıkacağız. İstiklal Caddesi kısa sürede tekrar eski günlerine geri dönecek. Belediye olarak biz de bunun için çalışıyoruz. ‘Smart Beyoğlu’ isimli bir portal oluşturduk. Küçük esnafımız buradan kendi tanıtımını yapabilecek. Tanıtımda yerelleşmeyi sağlayacağız. Küresel dünyada bireysel aktörlerin kararları daha etkili. Türkiye küresel güçlerin tehlikesi altındayken bu metodu kullanarak tanıtımımızı yapacağız”. 

Hangi siyasal görüşten olursa olsun, kendilerini küresel sermayeye pazarlamaya adayan, gelişme olarak mülklerin değerinin ve kiraların artmasını gören, küçük ticaretin ve üretimin kazınması için gayret gösteren yerel siyasetçiler bugün yaşanan krizlerden ders çıkarabilir mi? Bu soruya beklenen cevap, “çıkaramaz”. Öyleyse teşhiste bir sorun olmalı. Çünkü yönetimlerin kararları genellikle kurumsal işleyişler, değerler üzerinde inşa edilir. Eğer Beyoğlu piyasa güçleri tarafından bu kadar kolay yönlendirilebiliyorsa, yalnızca yönetimin ne yaptığına bakmak yetmez. Bu kurumsal sembolik işleyişin, siyasetin kodlayıcısı olan, kapasitesini geliştiren aktörlere bakmak gerekir. Sözgelimi kamusal kararların içeriğini oluşturan faaliyetleri  geliştiren kişiler ve kurumlar. Kültür sermayesinden söz ederken aldıkları ihaleler ile belediyelere iş yapan, Taksim düzenlemesi gibi uyduruk planları ve projeleri hazırlayan mimar, restoratör, şehir plancıları gibi kişilerden söz etmiyorum yalnızca. Sorunu yalnızca siyasal sembolik alana sıkıştırmaya çalışan, siyaseti yalnızca taraf tutmaya indirgeyen ve devlet içindeki iktidar odaklarına yaslanarak karşı olmakla yetinen “muhalefet”  de aynı koalisyonun içinde yer alır. Bunlar, eğer fırsatçı bir şekilde iktidar ve piyasa bağımlısı olarak iş görüyorlarsa, sorunu çözmek için çaba göstermek yerine bir kenara çekilip kendi iktidar alanlarını korumaya çalışıyorlarsa, krizin asıl jeneratörleridir.

Şöyle bir düşünelim: 90’lı yıllarda Beyoğlu’nda önemli bir fırsat ortaya çıkmıştı. Günümüzde izleyiciler ile alay eder gibi gibi vitrinlerinde sanat sergileyen değil, kurumsal işleyişlerin dışına çıkabilen ama marjinalleşmeyen bir sanatçı, mimar, yazar topluluğu Beyoğlu’na yerleşmişti. Bu kişilerin faaliyetleri ile iletişim kurmak dışında ne iktidar ne para kazanmak gibi bir hedefleri bulunuyordu. Ancak bu bağımsız ortam kısa sürede yok oldu. Bu kişiler kendilerine sunulan fırsatlarla sermaye güçlerinin altına girdiler. Beyoğlu’ndaki kültür sermayesi bir taraftan gelişiyormuş gibi gözükürken bağımsızlığını kaybetti. Çoğu parlak kişi sermaye destekli kurumların içinde yer aldılar ve kamusal alandan çekildiler. Kamusal alandan çekilme ile sonuçlanan bu dönüşümün Beyoğlu’ndaki yönetimin siyasal değişiminden çok daha etkili sonuçlar yarattığını düşünüyorum. 

Daha fazla yazı yok
2024-03-28 12:35:12