Seni Üzmeme İzin Verme sergisi, sanatın nabzının nerede attığını yansıtırken aynı zamanda İstanbul yaşantısına dair güzel bir perspektif sunuyor ve sanatın ortaya çıkaracağı en yüce duyumun “güç” değil de dostluk olduğunu gösteriyor.
İstanbul, her an değişen farklılaşan bir organizma. Gezi, İstanbul’u ortak bir eylem sergileme alanı haline getirdi ve karanlık, sömüren, arabesk yapısını değiştirme olanağı sağladı. Buna en güzel örnek olarak sanatı hayatın bir parçası haline getirmesi ve bir dizi sanat hareketlikleri yaratmasını verebiliriz. “Seni üzmeme izin verme” sergisini de bu bağlamda ele alabiliriz. Sergi sanatın nabzının nerede attığını yansıtırken aynı zamanda İstanbul yaşantısına dair güzel bir perspektif sunuyor ve sanatın ortaya çıkaracağı en yüce duyumun “güç” değil de dostluk olduğunu gösteriyor.
Öncelikle sergi kurulumuna yansıyan ve hoşgörü ile nitelenebilecek aşırı demokratik tutumdan bahsetmek gerekiyor. Bu arada sergi kurulumunda ben de hazır bulunuyorum ve nasıl olur da her şey olması gerektiği gibi ilerleyebilir diye düşünüyorum. Neredeyse tüm sanatçılar mekanda ve kendi işlerinin düzenlemesi ile uğraşıyor. Bu noktada Alp Esin’in “Kova ve Sopa”larla çektiği çoklu videolardan bahsetmek gerekiyor. Videolarda karşılıklı oturan iki kişinin kafalarına geçirdikleri kovalara sopalarla vurmanın farklı olasılıklarını sunuyor. Normalinde bir işkence biçimi olan ve tahammül sınırını ölçmek için kullanılan eylem, oturanların adeta ilişkilerinin bir parçasına dönüşüyor. Eylemin karşılıklı olarak sergilenmesi ya da sadece birinin sergilemesinin önemi kalmamış ve beraberlik her şeyi olağan hale getirmiş. Öte yandan Alp Esin’in bu pasif tutumuna karşılık Özlem Şimşek “Beden Terbiyesi/Her Türk Asker Doğar” işi ile bir nevi karşıtlık durumu oluşturuyor. Şimşek, videoda vicdanı retçi eski bir askerden muhtemelen karşılaşacağı çetin koşullara uyum sağlamak için ders almakta. Tüm bunların ötesinde sergi mekanına giren herkesi karşılayan ve herkesten sevgi bekleyen Tarçın’ı da unutmamalıyız.
Böylesi bir dünyada herkesin “Zor Zamanlar”ı olabilir diyoruz ve Elçin Acun’un videosuna bakıyoruz. Video Prometheus’un yinelenen karaciğeri gibi beden, görünürlük ve gözyaşları üzerine kurulmuş bir tekrara değiniyor. Beden göründüğü oranda, gören konumuna geçen ve hem göründüğü ve hem de gördüğü için acı çeken birinin ruh haline dayanıyor. Görünen olanın gören üzerinde yarattığı bu baskı görünmez kılınarak tekrardan sona erdiriliyor. Videoyu baştan izlediğimizde görüneni gördüğümüz için ya da bizi gördüğü için acı çektiğini farkına varıyoruz ve farklı bir tarafa yöneliyoruz.
Bu sefer de Gözde Üçok’un “Dolap”ına takılıyor gözümüz. Üçok, dolabını kamera vasıtasıyla sergi mekanına açıyor ve elbiselerin neleri gizlendiğine dair bir sunum yapıyor. Üçok’u dışarıda yaşanan ve normal olarak kategorize edilen şeyleri kendisinin normal olarak görmediği ve normal olarak adlandırılan kavramın içini boşaltmaya kararlı bir kahraman kılığına bürünmesini izliyoruz.
Üçok ile bir diyaloga giriyoruz ve işini “güzel” bulduğumu söylüyorum:
Üçok –Bir çiçek ya da gün batımı ya da bilemedin bir çocuğun gülüşü güzeldir.
Ben –Farklı bir kelime aklıma gelmiyor. Sen nasıl nitelersin?
Üçok –Hayat için güzel kelimesini kullanamıyorum. Sakallarım çıkıyor, öte yandan göğüslerim var ve bu insanların farklı bir gözle bakmalarına yol açıyor. Toplumun normal olarak tanımladığı şeyin içinin boşalması gerekiyor.
Ben –Cesursun ve bu yüzden kendini görünür kılıyorsun. Bu durum pek çok kişinin yorumda bulunmasına yol açıyor. Ben bunu göze alamam bu yüzden sanırım senden daha çok fazla kendimi gizliyorum. İnsanların bakış açısı değişmesi gerekiyor ve bu insanların sorunu. Bunun için herkesten değişmesini beklemek büyük bir iddia.
Gülüşüyoruz…
Her koza, bir kelebeğe dönüşmek zorunda değildir. Kenan Nuraydın’ın videosu böyle bir etki yaratıyor. Sanatçı etrafına doladığı lastiklerden kurtulmaya çalışırken, biz de azim dolu bir kurtuluş eylemine tanık olmak için izliyoruz. Sanatçı çırpındıkça lastiklere daha fazla dolanıyor ve çektiği sıkıntıya daha fazla dayanamıyor olacak ki video kesiliyor.
Hemen yanımda işinin düzenlemesi ile uğraşan Onur Girit’e soruyorum:
“Video bitti mi?”
Girit –Bitmemesi mi gerekiyordu?
Gülüşüyoruz.
Ben –Peki kurtulabildi mi lastiklerden?
Girit –Kurtulamadı.
Sanatçı iplerden kurtulmaya çalışırken neredeyse boğuluyormuş. Etrafındaki insanlar müdahale ederek onu kurtarabilmiş.
Her mücadele kurtuluşla sona ermez gibi bir motto kullanıyoruz ve Girit’in “Soğuksavaş” isimli projesinden seçtiği görsellere bakıyoruz. Görsellerin olağan olarak yaşanan şeylerin bir yıkımın ve yeniden yapılanmasına yol açan bir savaşımın parçası olduğunu hissediyoruz. Yıkım bir tür yeniden yapılanın meşru hali ve bir tür savaş pratiğidir. Bu savaş pratikleri dışarıda değiştirilmesi gereken bir dünya ile karşı karşıya bırakır bizi.
Her mücadele edenin bir bayrağı vardır diyoruz ve Mehmet Çeper’ın “5 Duyu” adlı işini sanatın bayrağı ilan ediyoruz. Çeper sanatçı bir duyarlılıkla ki politikacılardan farklı olarak tek bayrak yerine beş farklı bayrak öneriyor. Vücut duyularından oluşan bu görseller farklı dalgalanmalarla yaşamın ritmini hissettiriyor.
Yıkıntılar üzerinden değişen dünyada Hasan Pehlevan, kendince yıkıntılar ile bir bağ kuruyor ve belleğinin bir parçası haline getiriyor. “Kentsel dönüşüm” adı altında yıkılan binaların ve alıkonulan yaşantılardan geriye kalan yıkıntılar üzerine desenler çiziyor ve fotoğraflıyor. Bu noktada Pehlevan, peşinen gönüllü üzülmek isteyen kişiye dönüşüyor ve eserlerinin yok edilmesi ile karşı karşıya kalmak istiyor. Yeniden yapılanma belki de birilerini üzmek içindir diye düşündürüyor.
Bu dünya değiştirilmesi gereken pek çok şey ile dolu olduğu kadar değiştiremeyeceğimiz şeyler ile de doludur. Bunlardan belki de en önemlisi insanların değişen koşullarla bir canavara dönüşme ve en korkunç eylemleri sergileme becerisini kazanma durumudur. Sedat Akdoğan “Hayalet/Hayal Et” işi ile insanın bir katile dönüşmesi ve sakalının şekilsel değişimi arasında bağ kuruyor ve bize pek bir farkının olmadığını gösteriyor. Akdoğan “hepimiz birer IŞID militanı olabiliriz” ve yaşananları özetlemek için “birilerinin rüya görmesi için birilerinin de kabus görmesi gerekir; HAYAL-ET diyebiliriz” diyor.
Hayaller ve kabuslar üzerinden işleyen bir dünyada yaşanan her şey kişisel bir göstergeye dönüşür. Görünen artık en büyük gerçektir ve yaşama dair her şeyi söylemektedir. Bu dünyanın yarattığı en yakıcı gerçeklik insanın kişisel yaşamında gizlidir. Fatoş İrwen’in “Patolojik Hafıza” adlı videosu adeta tüm yaşanan kötülüklerin üzerinde bıraktığı etkiyi göstermek için kamera karşına geçiyor ve ona uygulanan baskıyı saçını yiyerek göstermeye çalışıyor.
Sakinleşebilmek için bir süre Kubilay Mert Ural videosunun karşısında duruyorum. Bir yunus, gayet sakin bir şekilde yüzüyor ve kimseye bir şey anlatma gibi bir gayret içine girmiyor.
Son olarak Fulya Poyraz’ın performansı ile bitirelim. Beraber oynanan bir oyun havasında gerçekleştirilen performans herkese eğlenceli anlar yaşatıyor. Marina Abramovic’in gösterilerini andıran performans Abramovic’in gösterilerine hakim olan yıkıcı havadan oldukça uzak. Poyraz, beyaz bir masanın başından karşısına geçen konuğa “üzülmek bir kader midir?” sorusu ile oyuna müdahil ediyor ve konuğunun verdiği yanıtlarla da hiç ilgilenmiyor. Soran ve yanıtlayan arasında meydana gelebilecek etkileşimleri ve belki de bir insana ulaşmanın ne kadar kolay olabileceğini bize gösteriyor.
Sergi, 12 Hazirana kadar devam edecek ama Açık Stüdyo herkese açık olarak her Cumartesi günü bir araya gelmeye devam edecektir. Herkes davetlidir.
Stüdyo Açık
Kamer Hatun Mah. Çatıkkaş Sok. 21 A Beyoğlu