Ruangrupa’nın documenta’sına gitmeliydim. Ona gitmediğim ve pişman olduğum için bari Venedik’e gideyim, aynı hatayı yapmayayım, sanat dünyasının gündeminden ve tartışmalarından uzak kalmayayım, tartışmaları okuduğumda neden bahsedildiğini bileyim dedim. Fakat elbette bu her şeyden önce bir tatil; eşim Ayşe’yle yoğun geçirdiğimiz bir senenin sonunda dokuz günlük bayram tatili ilan edilmişken kapandığımız hayatlarımızdan biraz çıkalım, aylaklık yapalım, Venedik sokaklarında kaybolalım, güzel şarap içelim, yemek yiyelim, iki gereksiz tartışma ile pembe hayatımızı baharatlandıralım, bu sırada bir-iki güzel iş görelim tatili. Geziyi bu şekilde kodluyorum. Bu kodlamanın ve sonradan pişman olduğum documenta’ya gitmememin başka, daha sofistike, “sanatsal”, “politik” nedenleri de var elbet; benim ilgilendiğim sanatın ve özellikle politik yönelimli sanatın büyük uluslararası sergilerde etkisini ve anlamını kaybettiğini düşünüyorum. Bienal bir form olarak anlamını ve etkisini yitirmedi belki; fakat tarihsel koşullar, 2011-2015 civarında bir yerlerde otoriterliğin yükselmesi, kapalı ve karanlık bir dünyaya geçmemiz, 90’lar sonrası neoliberal kültür politikaları içinde kendine küçük bir niş bulabilmiş olan politik sanatın kavramsal ve teorik sacayaklarının krize girmiş olması, küratörlerin mecalsizliği ve politik vizyon zayıflığı bunlardan birkaçı. Bununla beraber Türkiye’de geçirdiğimiz son yılların sertliği ve bunun benim politik ve sanatsal bilincimde yarattığı değişim ve bu değişimin sanat dünyasında herhangi bir yansımasını görememem de Bienallere ve uluslararası sanat mecralarına ilgisizliğimin başka bir nedeni. Venedik Bienali’nden bir beklentim yok; bu yüzden son güne kadar Bienal hakkında hiçbir şeye bakmıyorum, zaten buna zamanım da olmuyor; havaalanında uçağın kalkmasını beklerken internette geziniyorum, tartışmalar ne, nerede ne var, neyi kaçırmamak zorunlu, minimum çaba ile sanat dünyasını yakalayacağım ve Ayşe’yle hoş, mutlu anlar geçireceğiz. Amacım bu. Fakat ne olursa oluyor, okuduklarım, tartışmalar bende bir şeyleri tetikliyor; uçak kalktıktan biraz sonra hararetle cep telefonuma notlar almaya başlıyorum.
13 HAZİRAN / OSMAN KAVALA’NIN TUTSAKLIĞININ 2420. GÜNÜ
Uçak kalktı. Acaba bunun (uçuyorum sonuçta) yazdıklarımla bir ilgisi var mı? Kabinin yapay basıncında beynim başka türlü çalışmaya başlıyor, başka bir zihinsel düzeye geçiyorum belki de. Ölüm korkusu da bunun bir tarafında; uçak, ölüm oranı en düşük, en risksiz ulaşım aracı ama aynı zamanda kazadan kurtulma oranı en düşük olanı. Hiçbir risk hesabı size hangi yüzdelik kesimde olduğunuzu söylemez. Bunlar sigorta şirketlerinin kendi risklerinin hesaplamalarıdır; olayın bizzat başına gelebileceği kişilerin değil. Oran milyonda bir olabilir; ama işte siz o milyonda birseniz, ölüm riskiniz yüzde yüz demektir. Zaten saatte 800 km. hızla, 10 bin fit irtifada giderken çakılan bir uçakta başını ellerinin arasına alarak kurtulma fikrinin de pek ikna edici olduğu söylenemez. Bunun bizim dünya tarihsel durumumuzla da bir ilgisi var; saatte 800 km. ile gidiyoruz, dünyaya karbon ayak izimizi sorunsuzca basarken önlemimizi almayı ihmal etmiyoruz, başımız ellerimiz arasında çarpışmayı bekliyoruz. Benim şimdilik başım ellerim arasında değil, çarpışma hayaleti zihnimde kol gezerken yemek servisi başlıyor. İlk şarabımı sipariş etmek için bekliyorum. Fakat tam sıra bize geldiğinde sert bir türbülansa yakalanıyoruz, hostes ekmeği fırlatarak arabasıyla hızla uzaklaşıyor. İçki servisi yapılmıyor. Türbülansla sarsılırken notlarıma dönüyorum.
Osman beyin yazdıklarıma katılmayacağını düşünüyorum. Asgari müşterekte buluşabiliriz belki ama bendeki heyecanlı ve biraz da fevri tutum kesinlikle Osman beye uzak. Tanıdığım kadarıyla Osman bey bilgece bir sakinliğe sahip, ben hırçınlaşabiliyorum, hele konu sanat, politika olduğunda. O, sanatın ve kültürün dönüştürücü ve sosyal etkilerine, ortaklaştırıcı, tanıştırıcı potansiyeline geniş bir kucaklayıcılıkla inanan biri. Sanatı ne küçültüyor ne de büyütüyor, ben aşırı uçlara savrulabiliyorum. İnternette Venedik Bienali üzerine taradığım yazılarda İsrail’in yürüttüğü soykırıma değiniliyor; bunlar mideme küçük kramplar girmesine sebep oluyor. Sanatçılar Gazze’ye desteklerini gösteren işler yapıyorlar. Duruş sergiliyorlar. Bu tip işlerin şeceresini çıkarsak Beuys’a, performans sanatına gideriz muhtemelen. Ama bugün bunlarda midemi bulandıran şey ne? Öncelikle bu tip işler politik konuya değil sanatçının konumuna ve tavrına odaklı. Merkezde sanatçı var; onun kimlik, kişilik imgesi asıl odak. Asıl mesele Gazze ya da o anda gündemdeki acil kritik konu neyse o değil; asıl mesele uluslararası sanat dünyasının sembolik ekonomisi ve söz konusu işleri gerçekleştiren sanatçıların alıp ceplerine koydukları sembolik kredi. Bana kalırsa bu kredinin ve bu krediler üzerinden dönen sanat dünyasının sembolik ekonomisinin hiçbir inandırıcılığı (kredibilite) yok. Bu tip sanat işlerinde ne politik ne de estetik bir çalışma veya düşünme çabası var. Sanatçının tarafını belli etmesine yarayan -ve bu anlamıyla bir instagram ya da twitter entry’sinin yapacağı işi yapan- jest “kavramsal” “performatif”, “politik” bir iş gibi paketleniyor. Bu işlerin politik konuya hiçbir etki ve faydaları yok. Zaten nasıl olabilir ki, sanat da politika da yerinde, bağlamında değerli olan, işleyen, temasla yapılan şeyler, inandırıcılıkları/kredibiliteleri de bu temasta saklı. Venedik’te Gazze’ye değil ancak sembolik sermayenin hisse senetlerini (sanat eserlerini kast ediyorum) pazarlayan ve bunlara yatırım yapan sanat dünyasının güvenilmez ekonomisine temas var. Bu açıdan da sömürgecilikle aynı mantıkla çalışıyor bu özünde bir çalışma, işleme olmayan işler. Filistin mücadelesinin sembolik sermayesine el koyuyor, kendine mal ediyor, onu sanat eseri görünümlü hisse senediyle sanat dünyasına pazarlıyor. Bedeli ödenmezse lanetli bir ticaret bu. Anlaşılan alıcısı da var; yani Venedik ve Venedik Bienali gibi 16. yüzyıldan 21. yüzyıla global kapitalizmle, bankacılık, tefecilik, ticaret, sömürgecilik, uluslararası sanat ve kitlesel turizm ile damgalanmış bir yerde bu jestler görücüye çıkıyorsa mutlaka alıcı var demektir.
Bu işler düşünce ve politik bilinç eksikliğinin de ürünü. Herhalde sanatçıların kendilerine atfettikleri değer, önem ve güç ya da kendi imgeleriyle o kadar gözleri kararıyor ki nerede olduklarını göremiyorlar. Venedik Bienali ana mekânı olan dünya bahçesinde (Giardini), o küçük tepeye yerleşmiş İngiltere Pavyonu, yanında Fransa ve Almanya ile dünya kapitalizminin ve sömürgeciliğin ağaları olarak duruyorlar; diğerleri de bu tepeden sağa sola yerleşmiş. İlk bakışta oyun alanı dünya olan ulus-devlet temelli kapitalist rekabeti canlandırıyorlar; ama aslında tam da bugün Filistin üzerinden açık seçik gördüğümüz gibi, kritik konular söz konusu olunca bu rekabet görünümü bir anda yok oluyor ve ulus-devletlerin ikincil olduğu tümüyle entegre olmuş global kapitalizmi görüyoruz. Dünya devletleri birbirleri ile dayanışma içindeler ve beraber tarihin görmediği, soykırım tanımlamasının yetersiz kalacağı bir vahşeti gerçekleştiriyorlar. Böyle bir bağlamda Venedik’te görmek isteyeceğim son şey sanatçıların bu konudaki tavırlarını ortaya koyan özünde bir iş olmayan sanat işleri.
Belki de iki şeyden vazgeçmek gerekiyor 1) Politik sanat 2) Büyük prodüksiyonlu sanat. İnternette gördüğüm görseller atmosfer yaratmaya ve izleyiciyi içine kapatmaya yönelik artık yerleştirme diyemeyeceğimiz mekan düzenlemelerinin baskın olduğuna işaret ediyor. Bunlar izleyiciyi düşünceden uzaklaştırmaya ve büyülemeye yönelik işler. Oysa ayık olmalıyız -ayık olmalıyım.
Sonunda şarabıma kavuşacağım sanırım, bir türbülans daha araya girmezse. Fransız, Chardonnay lütfen.
Peki politik sanatın inandırıcılığı nerede? Nasıl çalışırsa politik sanat inandırıcı olur, bir iş yapar? Güncel ve acil meseleler üzerinde söz alan politik sanat, egemenlerle, bu dünyayı yönetenlerle rasyonel bir diyalog zemini varmış gibi davranıyor. İki hata var burada 1) Güncel, acil durumu meselenin aslı gibi düşünüyor, oysa sadece meselenin bir görünümü söz konusu 2) Sanki egemenler bu sanat eserlerini ve sanatçılarını görecekler ve vazgeçecekler gibi hareket ediyor. Çifte yanılgı. Sanki ezilenler, dışlananlar, sömürülenler, öldürenler kültürel ve sanatsal bir yanlış anlama sonucunda eziliyorlar, dışlanıyorlar, sömürülüyorlar. Onların sesini duyurursak egemenler anlayacak, bize hak verecek ve katliamı hemen durduracaklar. Politik ve ekonomik sorunlara kültürel ve sanatsal çözüm aranıyor. Bu komik ve tümüyle saçmalık; sanatın böyle bir politik etkisi yok. Bu demek değildir ki sanat politik bir etki yapamaz; yapabilir ama kültürel olarak tüketilmemiş, henüz meşrulaşmamış bir özneliği, tutumu, konuyu görülür, duyulur kılabilir ve bunu meşrulaştırmanın mücadelesini verirse. Bugünün birçok sergisinde gördüğümüz durum zaten meşru kabul edilenin tekrar tekrar sunulması. Benjamin’den dolanarak şöyle bir şey söylenebilir; tıpkı faşizmin kitlelerin maddi koşullarını değiştirmeden onların kendilerini ifade etmesini sağlaması gibi; bugünkü geç-kapitalizm de maddi koşullardaki eşitsizliği, ayrımcılığı, sömürüyü sürdürmek için kültürel, sanatsal ödünler veriyor. Bu düzenekte belki de sanatçılar, kültür ortamı bu rolü reddederek işe başlamalı.
Venedik denen garip, labirentimsi, ara ara kanalizasyon kokan turistik açık hava AVM’sinde Filistin konusunda ya da sanat ve politika konusunda bir şeyler düşünmek, sarih bir görüşe ulaşmak mümkün mü? Uluslararası sanat camiasının da içinde bulunduğu kitlesel sanat-turizm ekonomisinin çarkları arasında Şarlo misali öğütülürken dünya politikası ve sanatın durumu hakkında doğru görüşlere ulaşabilir miyiz? Bu tek bir şartla mümkün olabilir; Venedik’ten Filistin’e giden yol bulunabilirse; bu yol da öyle düz, elimizin altında değil; gerçek bir labirent ve engellerle dolu. Bu yolu bulmak için politik, teorik, sanatsal, estetik bir çalışma gerekiyor; hızlı cevaplar, kısa-yollar kanalizasyonda bitiyor. Bu işin Venedik’te gerçekleşmeyeceğini, bunun ham hayal olduğunu söyleyen bir tarafım da var. Bu, uluslararası kitlesel turizm ve sanat dünyası konumunun ret edilmesinin ilk adım olacağını söyleyen bir taraf. Bu düşüncelerim yeni değil, asıl olarak 2008 Taipei Bienali ve orada gerçekleştirdiğim iş (We Will Win) sonrası ortaya çıkmıştı. Sonra yaptıklarım büyük ölçüde bu düşüncelerin açtığı yolun araştırılması.
Ancak başka bir yol daha var; bu daha açıcı sonuçları olabilecek bir yol. Aslında bir yol da değil tam; bir tür bilinç durumu. Yeni bir şey de değil. Bütünlüklü bir özneliğin çelişkileri ve bunun ironisi üzerinden ilerlenebilir; hatta bu etik bir zorunluluk aslında. Fakat bugün ne kadar uzağız kendimizle dalga geçmeye, kendimizi tiye almaya, kendimizle karşılaşmaya ve eleştirmeye. Bugün sanatsal jestlerle politik tavır aldığını iddia eden, alıyormuş gibi yapan sanatçı bir komiktir. Komik olduğunu bilmiyorsa bu acınası bir şeydir, bunu biliyorsa ve devam ediyorsa gemisini yürütmeye çalışan bir iş insanı, bir siniktir. Bulunduğu konumu fark edememekle beraber ilerleyen kendini fark edememe muhtemelen aşırı kendimize ve kendi imgemize odaklılıktan kaynaklanıyor. Bütünlüklü bir kendiliğe ve kimliğe odaklı takıntılı bir arzu söz konusu. Belki de bu, bütünlük, tümüyle elimizden alındığı içindir. Bugün sanat dünyasında çok moda olan kuir teori tam da bu değil miydi? Bütünlüklü kimlik performanslarının içeriden performe edilerek bozuma uğratılması, parçalılığın, çokluluğun, tanımsızlığın, tekinsizliğin bugünkü terimle “akışkanlığın” kutlanması. Ondan önce de “öteki” veya “melezlik” tartışmaları bu hattan ilerliyordu. Bütün bunlarda ironi ve komedi ana işleyiş biçimleriydi. Bugün ise çok ciddiyiz, kuirler bile ciddi.
Uçak iniyor; araya giren türbülans yüzünden bir şişe şarap içebildim. Neyse ki havaalanından hızla çıkıyoruz ve vaporetto’ya atlayıp Rialto durağında iniyoruz. 40 dereceyi aşan sıcaklığı ile kaynayan İstanbul’dan serin Venedik’e inince cehennem ve felaket hissi biraz hafifliyor. Ev çok yakın. Bizi Juliana karşılıyor, Mozambikli siyahi bir genç kız. İngilizcesi çok iyi; bize 8. sınıfa kadar bir Türk okulunda okuduğunu söylüyor, Türkçe şarkılar söylüyorlarmış ama şimdi konuşamıyor, zor bir dil diyor.
Biraz dinlenip çıkıyoruz, Venedik bizi bekliyor. Evdeyken ev sahibinin bıraktığı kısa rehbere göz gezdirdim; normalde yapacağım bir şey değil ama Venedik’te genelde yemekler çok kötü, akşam düzgün bir yerde yiyelim istiyorum. Da Bubi diye eve çok yakın bir restoranda karar kılıyoruz. Önce Campo Santa Maria da Formosa’da Ozio diye sadece yerel firmaların ürünlerini satan organikçi bir kafe-bara oturuyoruz. Draft amber bira harika. Güneşi batırmadan saat yedi gibi Da Bubi’ye geçiyoruz. Son yeri kapıyoruz ve siparişleri veriyoruz. Ucuz bir Venedik şarabı söylüyoruz, Valpolicella, çok iyi çıkıyor, cicchetti (küçük deniz mezeleri) kötü, buzdolabında tutup kurutmuşlar; üç domatesli burratalı spagetti söylüyoruz, paylaşacağız. Makarna harika, buratta eriyor ve domateslerin ekşiliği ile karışarak katmanlı bir tat oluşturuyorlar. Güzel bir akşam geçiriyoruz ve erkenden dönüp uyuyoruz.
15/06 OSMAN KAVALA’NIN TUTSAKLIĞININ 2421. GÜNÜ
Sabah evde hızlı bir kahvaltı ve Giardini’ye doğru yola çıkıyoruz. Çakma basın kartlarımızın tarihi geçtiği için kişi başı €40 vereceğiz. Bu canımı yakardı ama sanat turisti kimliğimle uyuşmaya çalışıyorum ve bilete para vermek bu kimliğin bir parçası. Bilet üç günlük, ortada baya bir sergi var, değer. Erken gidiyoruz, gişeler açılmamış. Sahilde Paradiso diye bir kafe-bara oturuyoruz. Ayşe kahve söylüyor, ben su ile yetiniyorum. Yine huzursuzluğum aktif, not almaya başlıyorum.
Sanat konusunda gerginliğimin sebebi nedir? Çok açık, çünkü sanattan politik bir beklentim var. Politik heyecan, yakıcı bir öfke ve isyan duygusu olmadan sanatı tam hayal edemiyorum. Öznel ve kişisel olan, varoluşsal olan ile politik olan arasında bir örtüşme, örtüşme değilse bile uzaktan bir yankılanma var. Sanatı bu yankılanma uzamında gerçekleşen bir olay olarak anlıyorum. Fakat bu potansiyel hep elimizden kaçıyor, yakalayamıyoruz; gündemdeki aciliyetler sanki tarihte hiç benzerleri yokmuş, günün canlılığında sadece kendileri önemliymiş gibi ortaya çıkıyorlar ve bizden dikkat ve cevap talep ediyorlar. Oysa sanatın politikasının meseleleri çok daha derinden kavrayabilecek potansiyeli var. Yüzeysel ve değeri şüpheli politik sanat tartışmaları değil sanatın kapasitelerini aktifleştiren, günün pratik dünyasında yenilsek bile sanatsal deneyimde kazanabileceğimizi farkında, bu güveni uyandıran işler istiyorum. İçinde bulunduğumuz felaket anında tarihler, zamanlar ve yerler arası yankılanmalara varoluşsal bir ihtiyaç duyuyoruz. Uzaktaki başkalarına bir nefes gibi ihtiyacımız var. Bu deneyim uzamını açmak sanatsal bir iş; sanattan beklediğim de bu, bu uzamın varlığını hissetmek, güven ve güç kazanmak. Başka diyarlardaki uzak kuzenlerimi, varlığından haberim olmayan yoldaşlarımı arıyorum.
Politika ise bambaşka, insanlarla, tabandan, yüz yüze, beden bedene, adım adım, ilmek ilmek örgütlenerek gerçekleşen bir iş. Politika örgütlenme ve güç meselesi. Başaran Aksu iyi bir örnek; benim de kendimi gözden geçirmemi sağlayan kişi. Bu politik çalışmanın sanat işi ile bir alakası var elbet fakat sınırlı. Sanatın kapasiteleri başka, sanatçıların işi bu kapasiteleri etkinleştirmekte.
Gişeler açılıyor, €40’ları verip giriyoruz. Merkez Pavyon’dayız, Bienal’in başlığı Fransız grup Claire Fontaine’in neon bir işinden alınmış: “Yabancılar Her Yerde”. Küratör Adirano Pedrosa’nın duvardaki metnine hızlıca göz gezdiriyorum. Bienal’de, göçmen, mülteci, sürgünlere, Kuzey ve Güney veya cinsellikler arasında gidip gelen sanatçılara odaklanılmış. Yerli (indigenous) ve folk sanatı, artista popular, zanaat, geleneksel teknikler, kumaş, Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu, Asya’nın modernlikleri, kuir ve LGBTTQ ibareleri dikkatimi çekiyor. Bu metinden küratörün yaklaşımını son on senedeki Bienaller’in ve documenta’ların bir devamı olarak yorumluyorum ama belli olmaz tabii. Küratörler kültürel ve sanatsal olarak içlemenin politik ve toplumsal olarak içlemeye denk geldiğini sanıyorlar.
İlk salonda Nil Yalter’in Gurbet Zor Zanaat işi karşılıyor. Daha önce gördüğüm bir iş fakat bu sefer videolar daha etkileyici, estetik bir etkileyicilik bu. Daha önce gördüğümde etnografik video röportajlar gibi yorumlamıştım, şimdi yüzler, sesler, bakışlar başka bir havaya bürünmüş. Geçen zamanın bir etkisi muhtemelen ya da benim büyülenmeye teşne Venedik ruh halimin bir yansıtması. Salonlarda gezinmeye başlıyorum. Okulda bir sunum yapmayı planlıyorum o yüzden sergiyi mümkün olduğu kadar kayıt altına almak gibi bir görevim var. İlk salonları gördüğümde bunun imkânsız bir görev olduğunu düşünüyorum -ama elden ne gelir. Çok fazla iş var ve bu işlerin anlaşılması için çok fazla coğrafi, tarihsel bağlama hakim olmak gerekiyor. İşler duvarlara altlı üstlü yerleştirilmiş, 20. yüzyıl Batı-dışı coğrafyalardan geleneksel motif ve malzemeler ile modernist soyut sanatın paslaşmalarını barındıran işler. Tanıdık Fahrelnissa Zeid var. İşlerin açıklamaları diye konmuş kısa metinler sadece bir şeyi biliyormuşum, anlamışım gibi bir izlenimi yaratıyor. Bu da iyiden çok kötü; bilmediğini bilmek bildiğini sanmaktan iyidir. Müze jesti yapan yerleştirme biçimi ise kafa karıştırıcı; küratörün bir tür modern global güney müzesi hayal ettiğini anlıyorum ama bu aynı zamanda bir sömürge müzesine de benziyor. Venedikli bir antropolog bu eserleri bağlamlarından, içlerinden ortaya çıktığı halklardan koparmış ve sergiliyor gibi. Sanıyorum bunlar hem yersizyurtsuz hem de emperyalizm karşıtı ulusal modernleşme hareketlerine dahil edilebilecek sanatçılar. Ki bu da söylediğim gibi kafa karıştırıcı. Sömürgeleştiren merkez Kuzey’de olmakla sömürgeleştirilen Güney’de olmak başka şeyler; tekil sanatçıların nasıl Kuzey-Güney arasında gidip geldikleri bilmek bir değerlendirme yapmak için önemli.
Sonraki salonlarda yerli sanatçılar var. Son derece büyüleyici. Küratör burada bazen akraba/kardeş olan sanatçılardan bazen de birbirine uzak coğrafyalardan iki sanatçıyı eşleştirdiği odalar kurgulamış. Özellikle yerli sanatçıların kullandıkları anlatım biçimi, kompozisyonu, renkleri, figürleri ele alışları ya da manzaraya bakışları bozulmamışlık, yakınlık, sahicilik aynı zamanda bir direniş havası uyandırıyor. Bu salonlarda outsider sanatçılar da var. Sonraki büyük salonda ise portrelerden oluşan bir toplam var. Burada direniş, modernleşme ve kimlik çok daha vurgulu bir şekilde ortaya çıkıyor. Outsider sanatçılara bakışımıza dair çekincelerim var ama konu yerli sanatı olunca yelkenler suya iniyor; hayalimde, yaşanılan o kadar şiddete, yok edilmeye, yok sayılmaya, katliamlara, aşağılanmaya karşı direnen, yaşamı ve kendi dünyasını saklayabilmiş yerli figürü canlanıyor. Aslına bakarsanız canlanmıyorlar, bizzat karşımda duruyorlar. Bu güçlendirici benim açımdan. Benim sahip olmadığım, kendine ve dünyasına yabancılaşmamış, benim aksime bir dünyaya ve bir topluluğa/halka sahip olan yerli imgesine kapılıyorum.
Fakat huzursuzluğum tekrar ipleri eline alıyor. Gerçekten öyle mi? Gerçekten böyle bozulmamış, bütünlüklü ve direnen bir yerli dünyası var mı? Muhtemelen benim kapıldığım bu bozulmamış ve yabancılaşmamış yerli imgesine izleyicilerin veya koleksiyonerlerin de kapıldığını söylersem çok yanılmış olmam. İster istemez Merkez Pavyon’daki toplamın yarattığı bu imgenin daha çok Batı’ya hitap ettiğini, onun bazı şüpheli özlemlerini tatmin ettiğini düşünüyorum. Ayrıca, bu bende uyanan bir dünyası olan yabancılaşmamış yerli imgesinin Bienal’in genel çerçevesinde (Yabancılar Her Yerde) nereye denk geldiğini de düşünmek gerekiyor. Muhtemelen off-side’dayım yine, anlamadığım bir şeyler olmalı.
Çıkıyoruz; Giardini ulusal pavyonlarıyla önümüzde. A.B.D. Pavyonu’nda Jeffrey Gibson gerçek anlamda bangır bangır ve rengârenk bir sergi yapmış: “Beni Yerleştirecek Yer” (The Space in Which to Place Me). Bienal’in çizgisine son derece uygun bir sanatçı Gibson; Cherokee kabilesinden Amerikan yerlisi ve kuir, Güney Kore, Almanya ve A.B.D.’de yetişmiş. Tanıtım metninde anılmıyor ama sergi bana renkli ve büyük boyutlu eserleriyle Amerikan pop sanatını da anımsattı. Başlıktaki “ben” vurgusu ve metindeki çoklu-kimliğin şeceresini sayma tavrı not edilesi. Bütün pavyon binası, içi ve dışı rengârenk boyanmış, her yeri kaplamış Gibson, Amerika’yı geri-fethediyor. Bütün bunlarda her hangi bir yapısal vurgu, kapitalizm, patriarki, “ben” olmayan şeyler ile ilişkinin doğası üzerine bir şey yok. Çoklu ama yine de çerçevesi net bir şekilde çizilmiş bir “ben” söz konusu. Sanat işleri de bu kimlik beyanının başka bir düzeyde devamı. Amerika’yı geri-fethederken ne izleyiciye ne de başkasına pek bir yer kalmamış. Birisi size kimliğini ya da kişiliğini beyan ettiğinde “ben şurada doğdum, sonra şuraya gittim, şunlardanım” dediğinde ne diyebilirsiniz ki? Benim bir itirazım olmaz ama söyleyecek bir şeyim de olmaz. A.B.D. Pavyonu’ndan Amerikan yerlisi halk dansı figürleriyle çıkıyorum (Son odada Amerikan yerlisi ezgileriyle tekno-pop bir şarkı-klip var).
(ABD ve İsrail Pavyonu, Giardini, Venedik Bienali)
Hemen A.B.D. Pavyonu’nun dibinde İsrail Pavyonu; kapalı, içeride sergi görülüyor, video dönüyor, kapıda bir uyarı, sanatçı ve küratör Gazze’de ateşkes sağlanırsa sergiyi açacaklarını beyan ediyorlar. Bu tavrı anlıyorum ama yanıltıcı bir fikir uyandırıyor. Sanki katliamı sadece İsrail yürütüyormuş gibi; halbuki gerçek bu değil, A.B.D. ve Avrupa devletlerinden destek olmasa katliamın bu şekilde sürmesi, hatta başlaması bile mümkün olmazdı. Global kapitalizm son derece entegre ve örgütlü; buna karşılık toplumlar, sanatçılar parçalanmış, uzak ve birbirinden renkli “ben”leriyle rekabet halindeler. Böyle bakınca İsrail Pavyonu da açık olmalıydı diye düşünmemek elde değil. Kaldı ki yarın ateşkes oldu diyelim, resmi rakamlara göre bugüne kadar 37 bin üzerinde Gazzeli öldürüldü; o zaman sergiyi açmak meşru mu olacak? Sanat dünyası bu tip temsili jestlere önem veriyor, sanki İsrail Gazze’yi bir “jest” olarak yok ediyor. Temsili jestlere verilen bu önem son derece yetersiz hatta zararlı ve bütün bunların politika ile hiçbir ilgisi yok; en fazla etiği ilgilendiren konular. Zararı şu: Bir taraftan bu sembolik jestlerle sanki politik bir tavır takınılıyormuş gibi bir hava oluşuyor, politikaya gelmeden politika ikame ediliyor diğer taraftan sanatçılar birbirlerinin “etik”lerinin komiserliğini yapmaya başlıyor, etik bulunmayan sanatçılar iptal edilmeye girişilebiliyor. Boykot politik menzili çok kısa bir jest; bunun yetersizliğini tartışmaya açmak ve tartışırken de ulusal temsiliyetler üzerine kurulu Venedik Bienali’nin yapısının dönüştürmenin gerekliliğini de açıkça ortaya koyulmak gerekiyor. Bu yapısal ve politik bilinç kendine Bienal’de ve sanat dünyasında yer bulamayınca aynı suçun faili devletlerin pavyonlarındaki sanatçıların birinin “beni” bangır bangır yer kaplarken diğeri kendinden menkul bir sessizliğe bürünüyor.
Birçok iyi pavyon var; özellikle İngiltere Pavyonu’ndaki John Akomfrah çok basit ama aynı zamanda güçlü bir iş çıkarmış. Su ve görüntü/ses kayıt teknolojileri ve geçmiş-bugün arasındaki git-gellere dayanan bir iş. Deleuze olsa algı-imaj derdi; su-imaj. Mısır Pavyonu’nda Wael Shawky’nin İskenderiye’nin 1882’de yok edilmesini konu alan tarihsel müzikal filmini baştan sona seyrediyoruz. Oyuncuların kukla gibi sallanmaları, birbirlerine konuşur/şarkı söylerken Hacivat-Karagöz oyunlarındaki gibi karşısındakine doğru yaylanmaları, genel ruh hallerini belirten jestleri biteviye yavaşça gerçekleştirmeleri çok başarılı, tarihin ele geçirdiği öznellikten yoksun kişilikler bunlar, yaylanıyorlar. Fakat anlattığı hikâyeyi çok tartamıyorum; yani bu hikâye içerik olarak nasıl egemen Batı tarih anlatısını bozuyor, eleştiriyor anlayamıyorum. Bunun için ayrı bir çalışma gerekli.
Yorulduk ve açız. Bir sandviç paylaşıyoruz, açlığımızı akşama saklamak gibi bir fikrimiz var. Bir beyaz şarap bir de bira ile yarım sandviçleri boğazımızdan kaydırıyoruz. Arkasından da bir sigara, zihnimizin dumanı düzenlensin.
Bugünün en önemli olayı, Polonya Pavyonu. Pavyonda Open Group’un (Yuriy Biley (Wroclaw / Berlin), Pavlo Kovach (Lviv), Anton Varga (New York)) “Benden Sonra Tekrar Et II” adlı işi gösteriliyor. Mekân masa, sandalye ve mikrofonlarıyla bir karaoke bara dönüştürülmüş. İki duvarda büyükçe iki video oynuyor. Videoların biraz uzağında mekânın ortasına doğru dağınık, izleyicilerin kullanmasına yönelik ayaklı mikrofonlar bulunuyor. Ekranda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi sonrası çıkan savaş yüzünden Ukrayna’yı terk etmek zorunda kalmış kişiler savaş sırasında duydukları Rus silahlarının seslerini yapıyor ve arkasından izleyicilerden de bu sesleri tekrar etmelerini istiyorlar. Ara metinlerde de söz konusu silahların uzun uzun bilgileri veriliyor. T-80 Tankı, AK-47 taramalı tüfek, Havan Mermisi… İş çok etkili. Ekrandaki kişi kendini tanıtıyor ve sesi birkaç kere yapıyor, sonra “şimdi tekrar et” diyor ve altta “TATATATATATATATA” yazısı beliriyor, ekrandaki kişi sessiz bize bakıyor ve karaoke kayıtlarından bildiğimiz sesin ritmiyle sarıya dönen yazıyı takip ediyoruz. Sessizlik… “TATATATATATTATATATATTATA”. Etrafta birkaç kişi tedirgin yapmaya çalışıyorlar sesi. İş bizim gibi orta, orta-üst sınıf turistleri gafil avlıyor. Tam olarak ne farkımız var bu kişilerden? Biz de rahatlıkla onların yerinde olabilirdik. Bu küçük ve basit talep “benden sonra tekrar et” izleyicinin yerini bir anda kaydırıyor. Ukraynalılar ile izleyici arasında, sanat turisti ile savaş göçmeni arasında beklenmedik ve belli belirsiz bir ortaklık zemini yaratıyor. Biz kimiz gerçekten? Ben kimim? Pasaportumda ya da CV’imde yazan şeyler mi, beyan ettiğim kimlik mi? Şu anda burada bulunan sanat turizmi özneleri olarak biz kimiz? Benim anladığım anlamıyla -“kuir” değil- “kuirleştirici” bir iş bu; sahip olduğumuzu sandığımız aidiyetler, kategorileşmiş kimlik kodları bir anda ayağımızın altından kayıyor. Kendimizde bilmediğimiz potansiyel bir ötekini tanıyoruz. Tedirginlik ve korkuyla bu yüzlere bakıyorum, 15 Temmuz Darbe girişiminde İstanbul’daki arkadaşlarımın ses bombalarını anlatırken çıkarttıkları sesleri hatırlıyorum. O sesleri dinlerken de ürpermiştim, sevdiğimiz insanlar yakınlarımız söz konusu olduğunda bu bencilce bir duygu gibi geliyor ama aynı ürperme tanımadığım Ukraynalılarla da oluşuyor, oluşabiliyor. Bildiğimiz benin ötesinde bir kapasite bu, sanatın uyandırdığı bir kapasite. Bu kadar basit diyorum kendi kendime, bu kadar basit, sanatın estetik kapasitelerini kullanan ve bu kapasitelerle tümüyle politik bir etki yapan bir iş bu. Kimlik göstermiyor, etik satmıyor, sanatçı duruşu pazarlamıyor… bir iş yapıyor, ne emek ne oyun olan o garip sanat işini “performe” ediyor. Yoğun duygu ve düşüncelerle çıkıyorum pavyondan.
Avusturya, Japonya, Danimarka, Brezilya, Almanya birçok pavyona girip çıkıyoruz. Yunanistan Pavyonu’na giriyorum, bir su dağıtma ünitesi var, ışıklar yanıyor sönüyor, plastik sandalyelerden birine oturuyorum. Hiçbir şey olmuyor, anlamıyorum da, artık sanata doydum, oturmaya ihtiyacım var. Bir Yunan köyünde bahçede oturuyorum gibi hissediyorum, güzel bir duygu.
Dün akşam Ayşe’nin kardeşi ve influencer bir arkadaşı geldiler. Bu akşam onlarla daha havalı ve iyi bir restorana gitme planımız var. Bu tip planların iyi sonuç vermediğini düşünüyorum. Çok aramayacaksın ve gelenle yetineceksin. La Feluca diye restorana gidiyoruz, sokakta açık havada oturuyoruz, harika! Önce cin tonik alıyoruz ve sonra şaraba geçiyoruz. Bu sefer cicchetti’ler çok iyi, midye ve pestolu makarnadan bir tat alamıyoruz ama ıstakozlu domatesli gayet iyi, paylaştığımız için tadı damağımızda kalıyor. Sonra bir sigara tüttürüyorum, yemek sonrası iyi gidiyor. Mutlu mesut bir akşam geçiyoruz.
15 HAZİRAN / OSMAN KAVALA’NIN 2422. TUTSAKLIK GÜNÜ
Bugün hedefimiz Arsenale’yi, oradaki ülke pavyonlarını ve yapabilirsek Venedik’e yayılmış diğer ülke pavyonlarını gezmek. Yapabildiğimiz kadar, her şeyi görmek mümkün değil.
Eğer toparlayıp yazarsam bu yazı kime, nasıl hitap edecek? İnternette taradığım yazılarda o cemaate (Venedik Bienali’ni görmüşler, kozmopolit uluslararası sanat camiası) ait olmadığımı hissetmiştim. Benim ulaşamadığım, dünyanın merkezindeki bir şeyden bahsediyorlar, biz kenarda köşedekiler olarak uzağız Venedik’e, Venedik Bienali’ne hissi. Benim yazdığım yazı da Venedik Bienali’ne gitmiş olmanın otoritesi ile konuşacak, Venedik Bienali’ne gitmemişlere, görmemişlere hitap edecek mesafeleri tekrar üretecek: Venedik-İstanbul, İstanbul-Filistin, Venedik-Filistin… Daha temelde bunlar sınıf veya merkez-çevre mesafelerine denk geliyor. Bu mesafeleri nasıl tekrar üretmemeli? Belki de çözüm şüpheli bir ortaklığı zorlamak, okuyucuyu ikna etmek değil mesafeleri vurgulamakta; burası başka bir yer, orası başka bir yer; sen ve ben başkayız, ama işte bazen hiç de öyle değil…
Evde kahvaltı edip çıkıyoruz. Bugün hava biraz daha sıcaklaştı; Venedik kendine geliyor. Arsenale kapalı bir mekân, içerisinin serin olacağını düşünüyorum, doğru günde doğru yerdeyiz. Fakat günlerden Cumartesi, Arsenale’ye vardığımızda 30-40 kişilik turist, sanat sever gruplarının beklediğini görüyoruz ve onlarla beraber gezeceğiz -mümkün olursa. Başta hızla ilerleyip sonrasını ferah ferah gezebileceğimi hayal ediyorum.
Arsenale göçmen bir astronot heykeli ile başlıyor. Çaputları, kumaşları eklemiş, sırtında oradan buradan bulduğu eşyaları koyduğu bir uzay filesi. Çölde veya bilinmedik bir gezegende yürüyor. Arsenale Merkez Pavyon’daki izleği takip ediyor. Orada daha tarihsel, 20. yüzyıl Batı-dışı modernleşme hareketleri ile bağlantılı bir anlatı vardı. Burada da o hat devam ediyor, biraz daha günümüze geliyoruz. Yerli, popüler, folk, kuir, kumaş, zanaat, el işi izleği sürüyor. Modernist estetik, soyutlamalar yok. Kumaşın türlü türlü kullanımları ve hikâyeci anlatım yaygın. Yerli sanatından yine etkileniyorum, insan akıllanmıyor. Bu sanat çok kilit bir şeyi yakalıyor bende, evi ve dünyası olmayanlara net bir ev ve dünya hissi veriyor. Ya da şöyle mi söylemeli: Esere yansıttığım güçlü evindelik hissi benim evsizliğimi ortaya çıkarıyor. Bu son derece modern bir his diyalektiği. Bu bizim gibi modernlerin aşamadığı, sanatta da artık bir formül haline gelmiş bir mesele. Kendine yabancılaşmış olduğu varsayılan izleyici ile kendine yabancılaşmamış olduğu varsayılan sanat emeği karşılaştığında ortaya çıkan bir diyalektik. Garip olan bizim gibi (kağıt üstünde diyelim) dünyanın hakimi olan modernlerin (örneğin sanat turistleri olarak modernlerin) kendilerini evsiz/dünyasız hissetmeleri buna karşılık ev/dünyaları ellerinden alınmış ve modern bir dünya içinde yaşamak zorunda kalmış olanların hâlâ güçlü bir yerindelik duygusuna sahip olmaları. Tersi beklenirdi halbuki. Bütün bunlar, karşımızdakine yansıttığımız beklenti ve kaygılarımız, hislerin aldatıcılığı ve öznelliği göz önüne alınarak düşünülmesi gereken şeyler.
Son İstanbul Bienali’nde de yer almış olan Mario Scotini’nin “İtaatsizlik Arşivi” burada başka bir düzenleme ile gösteriliyor. İstanbul’dan farklı olarak burada videoların içeriğine ve seslerine ulaşmak mümkün. Videolar küçük de olsa birbirinden ayrı ayrı yerleştirilmiş ve sesleri açık, dinlenebiliyorlar, anlaşılabiliyorlar. Video içerikleri ise ayrıca güçlü, politikleşmiş öznelere yaklaşabildiğimiz belgesel tadında videolar bunlar. İstanbul’da sesleri kısılmış ve aşırı yan yana koyulmuşlardı. Bu da asıl işin bu toplam olduğu ve sanki tekil olarak izlenmeleri ve içeriklerine ulaşılması istenmiyormuş gibi bir izlenim yaratmıştı. Öyle olmadığı da açıktı. Videolar tekil olarak izlenmeleri için oradalar.
Birkaç iş dışında dünden, Giardini Merkez Pavyon’dan çok farklı değil Arsenale. Güneş Terkol iki feminist kadın kolektifi ile gerçekleştirdiği kumaş işleri gösteriyor. Bunlar kadınları politik bir gösteri anında gösteren resimsel işler. Bir tanesinde karpuz görseli dikkat çekiyor. Kadınlar Filistin ile dayanışma içinde. Bu türden topluluk sanatları Bienallerin uluslararası hayhuyuna ve turistik dekora indirgenmiş Venedik bağlamına verilebilecek cevaplardan biri olabilir. Venedik’te bir yerlerde örgütlü ve mücadele eden kadınlar var; Venedik bir dekor değil gerçek bir yer (keşke farklı bir bağlamda sergilenseydi bu işler diye de düşünüyorum; bu Bienal içinde aktivist tonu minimuma inmiş.). Daha önce bahsettiğim gibi, benzer bir yöntemi ben de kullanmıştım ve yetersizliği konusunda ikna olmuştum. O bienalden bu bienale gidip oralarda işbirliği yapacak bir mücadele/örgütlenme bulup, onlarla bir iş yapıp onu Bienal’de sergilemek kuşkusuz ne sanatsal ne de politik olarak özneleştirici ve güçlendirici. Bir temas var elbet ama temas fikrine indirgenmiş bir temas. Formül haline gelmiş ve biraz da tükenmiş topluluk sanatı örnekleri çıkıyor böyle durumlardan. Turist bienal sanatçısı konumunu aşmak için başka yollar bulmak gerekli.
Günümüz topluluk sanatı, artista popular‘ın modern versiyonu da denilebilir. Artista popular terimi “halk sanatçısı” diye çevrilebilir; fakat Latin Amerika, sömürgecilik karşıtı mücadelenin, uluslaşmanın tarihsel bağlamından doğduğu için özel bir anlamı var, dolayısıyla özel isim gibi kullanmak daha doğru. Artista popular -bazen sömürgecinin şiddetinden korunmak için- turistik nesneler de yapabilir ama asıl özelliği halkının kolektif bilincini geliştiren, halkının kendini tanımasını sağlayan, onun hikâyelerini anlatan, halkın içinden gelen bir figür olması. Artista popular diğerlerine, dışarı konuşmuyor, halkına konuşuyor; ona hitap ediyor; bu hitabıyla halkın kendisini, kendi deneyimini tanımasını sağlıyor. Bu anlamda yaptığı “performatif”/edimsel, oluşturucu. Çokça tartışıldığı gibi ortada hazır bir halk yok; henüz bir halk olmayanların edimleri, devrimciler, sanatçılar, kültür-sanat edimleri ve mücadele ile halk kuruluyor. Artista popular da tehlikeyi de riski de politikleşmiş halkının bir öznesi olarak bedeniyle yaşıyor. En temel ve klasik anlamıyla politik sanat nedir sorusunun cevabı da bu. Bu şekilde anlayınca da bugün bizim artista popular‘larımız nasıl olmalı, olur sorusu da uyanıyor. Bizim bugünümüze, geç-kapitalist gerçekliğimize cevap veren, 21. yüzyıl artista popular‘ları nasıl olur? Ve tabii bugün halk nerede ve kim?
Arsenale’de ilerledikçe teknoloji gelişiyor; yavaş yavaş kumaşların yanında performatif videolar ve video yerleştirmeler beliriyor. Bunlardan bir tanesi yakalıyor beni. Londra’da yaşayan Nijerya asıllı Karimah Ashadu’nun Makine Oğlanlar (Machine Boys) işi. Nijerya Lagos’ta kaçak motosiklet taksiciliği (okada deniyormuş) yapan gençlere odaklanıyor. Video boyunca ara ara gençlerin sözlerini duyuyoruz; bunlar dışarıdan eklenmiş sözler. Bazen üst üste bazen tekil motosiklet sesleri duyuyoruz. Motorcular spin atıyorlar, dönüp duruyorlar, küçük, eski, hafif döküntü motorlarıyla drift yapıyorlar. Ekzos, gidon, güneş gözlüğü, yara (polisten kaçmayı da içeren tehlikeli bir iş sonuçta), terlikle gaz verme, vites atma yakın çekimleri arka akaya geliyor. Hani denilebilir ki -Marinetti ve Nazım Hikmet’i de anarak- video Fütürist bir makine-insan imajı ortaya çıkarmış. Son karede gençler duruyor ve gaza basıyorlar, merkezdeki kişi de kameraya bakarak hırlıyor motor sesleriyle beraber. Yine son derece basit ve iyi kotarılmış; mavi, mor neonlar ve en yüksek yapay zeka HD görüntü kullanan işlerden daha insanötesi (transhuman) bir iş.
Arsenale WangShui’nin teknolojik işleriyle bitiyor. Tuhaf bir organ gibi serilmiş LED video heykel, yumuşakça yanıp sönen ışıklarıyla gizemli bir yapay zekânın bilinmeyen dilini konuşuyor. Bir tür teknolojik okşama hissi yayılıyor ışıklardan. Duvardaki büyük alüminyum levhaları ayrıca seviyorum. WangShui kimliği gayri-maddileştirmek (dematerialize) ve akışkanlaştırmak isteyen bir sanatçı. Alüminyum levhaların sertliği ile akışkanlık ve gayri-maddileştirme bir karşıtlık oluşturuyor. Sevdiğim de tam bu. İlk başta olaya yabancı, uzak olduğunu düşündüğümüz bir şeyin yakınlaşması ya da bu yabancı ve uzak şeyle çetrefilli, gitgelli ilişkimiz. Bütün sergi boyunca yumuşak, esnek ve kolay eğilip bükülen, sanatçıların arzularına ve kaprislerine cevap veren, istenildiği gibi şekillendirilebilen, bu anlamda sorunsuzca sanatçıların benliklerinin bir uzantısı haline gelen, hazır bir özdeşleşme üzerinden işleyen kumaş eserler gördükten sonra burada benliğe uzak olan yabancı bir malzeme ile uğraşan bir sanatçı görüyoruz. Bu bana çok daha ilginç ve vaatkâr geliyor. Kumaş ve yerli sanatı ile sarhoş olduktan sonra bir ayılma anı. Sonunda düşünecek bir şey var! WangShui bana evinde olma hissi, bütünlüklü bir dünyaya sahip olma hissi vermiyor; o da benim gibi kendine, işine, malzemesine, düştüğü duruma, ortamına yabancı. Akışkan ve gayrimaddi olmak istiyor ama ne yazık ki bir ağırlığa, bendene ve sertliğe sahip, etrafı da engellerle kaplı, nasıl yapmalı?
Şimdi bir kahve zamanı; Arsenale’nin dışındaki kafeye oturuyoruz. Artık bittik, tükendik; çok fazla veri var ve bundan sonrasını biraz daha hızlı turlamak istiyorum.
(WangShui, Kateksis III, elle kazınmış alüminyum, 2024)
Önümüzde Türkiye Pavyonu var; Gülsün Karamustafa konu göç ise Türkiye’de akla gelecek ilk sanatçılardan biri. Nil Yalter, Bienal’in ana sanatçısı olduğuna göre sanıyorum ilk sanatçı demek daha doğru. “Hollow and Broken” işin ismi; sanırım “İçi Boş ve Kırık”, içi boş ve hüzünlü/kederli diye de çevrilebilir. Dünya haline yazıklanan, yalnızlık ve çaresizlik tınlayan, kederli ve biraz da (dünyayı ayakta tutan kolonların boşluğu gibi metafora yaklaşamayan bir doğrudanlık yüzünden) tutuk ve zayıf bir iş çıkmış. Suudi Arabistan Pavyonu’ndan çöl kadınlarının dirençli sesleri geliyor; Luxemburg ise ses ile çalışan dört sanatçı seçmiş. Sanatçılar Bienal süresi boyunca Eylül’e kadar birbirini izleyen rezidans dönemlerinde gelecek ve birbirlerinin işlerine müdahale ederek işi gerçekleştirecekler. İş Eylül’de bitecek, hatta belki o zaman da bitmeyecek. Türkiye’deki yalnızlık ve kederlilik ile tezat oluşturuyor bu pavyonlar. Türkiye’deki tutukluğun sebebi “dünya halinden” ziyade Türkiye kültür-sanat ortamından, sorunların ele alınamamasından, baskıcı ortama nasıl cevap verileceğinin tartışılamamasından kaynaklanıyor. Türkiye belki de her zaman çoklu olmalı. Çok sanatçılı veya tek sanatçı ama çoklu, kolektif bir iş. Tabii bunun riski alınabilirse.
Arsenale’deki diğer ülke pavyonlarını hızla gezerek çıkıyoruz. Acıktık; artık biraz da Venedik’te gezelim ve kente yayılmış ülke pavyonlarına bakalım. İlk hedef Hırvatistan pavyonu; 25dk.’lık bir yürüyüşle varacağız, yolda yemek yiyecek yerler bakmak için ideal bir mesafe. Fakat bir türlü karar veremiyoruz; bazı restoranlar saat ikiyi geçtiği için kapalı, fastfood restoranları açık; sanırım bu sefer yaşam kalitemizden ödün vermek zorunda kalacağız. Bir yere oturuyoruz ve son derece dandik pizza dilimleri yiyoruz, tatsız ve tuzsuz, beyaz şarap olmazsa olmaz. Fakat bu seferki olmasa iyi olacak türden.
Hırvatistan Pavyonu da bugünün olaylarından biri. Vlatka Horvat “Eldeki İmkânlarla” (By the Means at Hand) diye bir iş yapmış. Serginin ismi buram buram Balkanlar kavramsal sanatı kokuyor. İçeri girdiğimde de yanılmadığımı anlıyorum. Küçük, basit, günlük malzemeler, mütevazi, izleyiciye bas bas bağırmaktan azade bir yerleştirme ve çok zekice ve sağlam bir içerik. Sergilenen eserler Horvat gibi ülkesinin dışında yaşayan bir sanatçı ağından toplanmış. Sanatçılar bir A4’ten büyük olmayan kolay taşınabilecek bir eserlerini Venedik’e giden, gidecek ya da gidecek tanıdığı olan bir arkadaşlarına veriyorlar ve eser bu şekilde bir kurye ağı ile Venedik’e Horvat’a ulaşıyor. Horvat da karşılığında Venedik’te yaptığı kolajlardan bir tanesini yine arkadaş/tanıdık ağından bir kurye kullanarak sanatçıya gönderiyor. Sergi sürekli değişim halinde; yeni eserler geliyor ve Horvat sergilenen kolajlarından birini gönderiyor. Göçmen, sürgün, gönüllü sürgün, mülteci sanatçıların görünmez ağı ve birbirleri ile sessiz iletişimlerine işaret eden bir iş. Ben’i bu görünmez, gevşek ağın tarif ettiği “halk”la ilişkisi üzerinden ele alıyor. Karşılıklı emailleşmeleri okumak keyifli. Hırvatistan, Venedik’in, çoğu ülke pavyonunun ve Bienal dışı yan sergilerdeki prodüksiyon yarışının da karşısında duruyor.
Arada birkaç sergi daha geziyoruz; ben Christof Büchel’in “rehin dükkânı”na uğruyorum, ilgilenebileceğim bir iş diye düşünerek. Anladığım kadarıyla yoksullara yardım amaçlı rehinecilik yapan eski bir kilise mekânını bir rehine dükkânına çevirmiş Büchel. İçerisi, odalar, salonlar bin bir çeşit nesne ile dolu. Silahlar, tekerlekli sandalyeler, hastane yatakları, kürekler, banka kayıtları, bir köşede coin madenciliği yapan ekran kartları, masalar, masaların üzerinde Venedik bankacılık, ticaret, para, mezat meselelerine odaklanan belgeler… Rehinecilik ve yoksullara yardım, kilise ve ticaret, banka gibi konular birçok şey düşündürüyor. Fakat tam neler oluyor, sergi neden böyle anlamıyorum; zaten saat altı ve kapatacaklar.
Bugün çok yürüdük ve yorulduk; Formosa Meydanı’nda Ozio’ya oturuyoruz, riske girmeye gerek yok. Aperol satmıyor organikçi-yerelci mekân, yerine Camparili başka bir içecek var, Spiritz, ondan söylüyoruz. Mekân kalabalık, akşam üstü serinliği var, parlak kırmızı ve buzlu “ruhlarımızı” içiyoruz. İçkilere “spirit” denmesi ilginç değil mi? Muhtemelen alkolün sebze veya meyvelerin damıtılarak özünün, ruhunun çıkarılmasından geliyor bu. Kimyasal bir işlem, şeylerin ruhunu damıtıyoruz ve içiyoruz. Ayşe’nin kardeşi ve arkadaşı da geliyorlar, bugün kimsenin yemekle uğraşacak hali yok. Arka arkaya Spiritz söylüyoruz. Bir noktadan sonra anlıyorum ki, ruhumda bir değişiklik olmuyor, alkol oranı oldukça az, Sangria tarzı bir içki bu. Bu akşamı burada seri şekilde serin içkiler içerek bitiriyoruz.
16 HAZİRAN / OSMAN KAVALA’NIN 2423. TUTSAKLIK GÜNÜ
Bugün son gün, yarın, 17 Haziran akşamı döneceğiz. Kalan kahvaltılıkları bitiriyoruz. Bugünkü görevlerimiz Arsenale’deki kalan ülke pavyonlarına ilgimizi çekerse bakmak, sergi rehberini almak ve Pierre Huyghe ile günü bitirmek. Koşturmaca yok; aralarda ilgimizi çekerse bir şeylere bakarız.
Yolda karşımıza Pinchuk Vakfı’nın düzenlediği Ukrayna Pavyonu çıkıyor. Beklenmedik derecede iyi bir sergi, biraz hızla kotarılmış gibi duruyor ama çok iyi işler var. Fatma Bucak 2016’da Diyarbakır’da yakılan Kürtçe yayınlar yapan bir yayınevinin küllerinden mürekkep üretmiş ve bu mürekkeple işi anlatan bir metin yazmış. Neden Kürtçe yazılmamış metin diye düşündüm -İngilizce yazılmış. Yine de güçlü bir iş; mürekkebin hafif silik, hayaletsi maddesinden yok edilme sonrası hayatta kalmanın belli belirsiz fikri uyanıyor. Nikita Kadan’ın biri 1920’lerde Stalin tarafından yok edilmiş devrimci modern Ukrayna heykel sanatı örneği köylü kadın heykelinin resmi; diğeri ise devam eden savaşta yıkıntıya dönmüş modern bir bina. İki yıkımı, şiddetin devamlılığını başka bir zaman boyutunda ele alıyor Kadan. Shilpa Gupta’nın hareketli mikrofonlardan direniş şarkı dinlenen odası, David Clearbout’un camın ardından karşılıklı birbirine bakan, nefesleri camda buğu yapan serçeleri gösteren hiper yavaş videosu… Neredeyse hepsi çok güçlü tekil işlerle kurulmuş bir sergi “Ukrayna’dan: Hayal Etmeye Cüret Et” (From Ukraine: Dare to Dream). Özellikle Bucak ve Kadan’ın işleri günümüzdeki felaketlere yaklaşırken hem günün korkunçluğu ile yüzleşmeyi başarıyor hem de bu korkunçluğun eziciliğini aşacak başka bir zamansal boyuta işaret ediyor. Hayatı sürdürmeyi ya da ne olursa olsun sürmeyi değil; yok oluş ve ölüm sonrası neyin devam edebileceğini gösteriyorlar. Bizim gerçekliğimizin ve politikanın kurucu bilgisi budur gibi geliyor bana; politik mücadele kaba, maddi şeyler için yapılır ama aynı zamanda geçmiş ve gelecek mücadelelerle sıkı sıkıya bağlıdır. Bugün süren ve sürmesi gereken bir hayat var elbet, fakat biz kendimizin aslında felaketten geride kalanlar olduğunu ve bulunduğumuz durumun büyük vahşetler sonunda kurulmuş olduğunu anlamazsak; bizden öncekilere, yaşayanlar olarak öldürülmüş olanlara haksızlık etmiş oluruz. Geçmiştekilerle olan bu bağımız mesele politikaysa vazgeçilmez ve kurucu bir bilgidir.
Nikita Kadan, Köylü Kadın (Joseph Dindo’yu takiben), 2024
Bugünün olaylarından biri yolda yaşlı bir kadın ile genç bir çocuğun tartışması. Sıcaklık arttı, günlerden Pazar, yollarda İtalyan turist grupları da dikkat çekiyor. Etraf çok kalabalık. Dünyanın her tarafından turistler Venedik makinesini çalıştırıyor. Bu sırada tartışma çıkması doğal. Ben pek dinlemiyorum, zaten dinlesem de anlamıyorum. Ayşe söküyor biraz. Kadının küçük bir köpeği var ve çocuğun pitbull’undan sakınıyor, bu sırada atışıyorlar. Çocuk sakin, pek karşılık vermiyor ama kadın sinirli. Olay pitbull’un kötü şöhreti ve ürkütücülüğünden kaynaklanıyor. Ben -biraz uzatmış olsa da- kadının tarafında olmaya meyilliyim. Ama Ayşe kadının köpeğinin salık, pitbull’un ise bağlı olduğuna dikkat çekiyor. Çocuk pitbull’u yanında sıkı sıkı tutuyor. Ayşe’ye göre çocuk da bunu söyledi kadına, onun köpeğinin salık olduğunu. Kadın köpeğini aldı ve başka bir yöne doğru saldı -köpeğin yine pitbull’a doğru gitmesi an meselesi- ve söylenerek devam etti. Kadının son söylediği söz “Sen Venedikli bile değilsin”. Ki çocuk bana göre gayet Venedikli de olabilir, belki İtalya’nın başka bir yerinden ya da Arnavutluk, Balkanlar bir yerden… olabilir. Yabancılık, kendi yerinde olduğunu iddia edenin sınırları nereden çektiğine göre değişiyor. Ben kendimi yabancı hissetmiyorum ta ki bir Venedikli gelip bana “Venedikli bile değilsin” diyene kadar.
Yollarda aylaklık ediyoruz, hedefimiz Huyghe, ama acelemiz yok. Havalı bir otelin kanala sıfır bahçesinde kahve içiyoruz önce. Biz tabii İstanbul kafasıyla kanalı manzarayı seyredebileceğimiz, rüzgârı duyabileceğimiz sessiz, sakin bir yer gibi düşünüyoruz. Ama burası Venedik, İstanbul değil; kanal aslında bir otoyol, sürekli motorlar geçiyor, gondollar kenara çekiyor. Beklediğimiz sakinlik kısa süren birkaç anda gerçekleşiyor sadece.
Huyghe’ü, 2018’di sanırım, bütün bir paten pistini kullandığı işinden biliyoruz, on senede bir düzenlenen Münster Heykel Projesi sergisinde görmüştük. Çok sevmiştik, Ayşe’nin de ilgisini çeken sanatçılardan biri, ben de merak ediyorum, mutlaka gidilecek. Sergiyi Pinault Collection organize etmiş, Punto della Dogana’da, bilet fiyatları €18. Yüksek yerlerdeyiz, bu da bedeli ödenmesi gereken bir şey. Serginin adı “Eşik” (Liminal), çok zorlamamış Huyghe. Alıyoruz biletleri ve giriyoruz.
Pierre Huyghe, Eşik, 2024
Bir uyarı görüyoruz; hemen önümüzdeki karanlık odada bekleyip gözlerimizi alıştırmamızı söylüyor. Büyük prodüksiyonlu, izleyiciyi büyülemeye yönelik işlerden veya kuşatıcı (immersive) deneyim sunmaya çalışan mekân düzenlemelerinden bahsetmiştim. Olumsuzlayarak. Sanıyorum istisnalar var. Ya da şöyle söylemek gerekiyor: Prodüksiyonla işi şişirmek, zayıf bir içeriği izleyiciyi kuşatarak doldurmaya çalışmak başka; işe hak ettiği prodüksiyonu sağlamak başka. Huyghe ikinci kategoriye giriyor. Sergide çok az iş var; hatta minimal bir sunum bile denilebilir. Bu anlamda çoğaltılarak şişirilen, izleyicinin dikkatini dağıtarak bir deneyim yaşadığı zannına kapılmasına sebep olan, düşünmemesine yönelik mekân düzenlemelerinden değil. Basit ama incelikle kotarılmış tekniklerle bedenimizin her oyuğunu saran yumuşak bir karanlık oluşturulmuş. Serginin işleyişi oldukça karmaşık, söylenene göre, odalardan birindeki büyük bir bilgisayar işletiyor her şeyi. Her yerde sensörler var, ışık, koku, ses, hava, hareket algılıyorlar ve sergideki işleri, ışıkları, videonun editlerini, olan biten şeyleri bu verilerle yönetiyorlar. Yapay zekâ, organizmalar, madde, bilinmeyen diller her şey kendi kendine işliyor. Huyghe Münster’deki yerleştirmesinde de başı sonu belli olmayan çoklu yaşam sistemleri kurmuştu. İlk odadaki, yüzsüz ya da karanlık yüzlü, sadece bir deri-kabuktan ibaret kalmış insanımsı figür çölümsü bir gezegende yürüyor, kıvrılıyor, uzanıyor, duruyor. Anlamsızlık ve boşluk içinde, yaşam alanını kaybetmiş ama hayatta. Oldukça ürkütücü bir video; uzay karanlığı yüzün içinde girerek figürün içini, bedeninin gölgelerini kaplıyor. Bir Moebius Şeridi gibi figür, içi dışı yok, içi dışı karanlıkla sarılmış. Mekân da karanlık olduğu için iş bir video gibi algılanmıyor, mekânın ve atmosferin bir parçası. İnsanın sınırında karanlık bir tekinsizlik kaplıyor içimi. Bu videonun arkasında, yerde içinde yanıp sönen hücrelerin olduğu bazalt bir baş duruyor. Yanında bir gözetleme kulesi gibi türlü sensörlerle kaplanmış bir direk.
Çarpıcı işlerden biri kocaman bir salonun duvarını kaplayan bir video. Videoda Şili’nin dünyada değilmiş gibi gözüken çöllerinden birine bir insan iskeleti yerleştirilmiş. İskelet tümüyle kuru, etsiz; eprimiş kıyafeti, ayakkabılarının taban ve derisinden kalanlar görülebiliyor. İskeletin etrafına ray döşenmiş, çeşitli grip aletleri ile iliştirilmiş kameralar ve otomatik kollar hareket ediyor. Yerde küçük cam küreler, tuhaf malzemelerden nesneler. Hemen yanda ayna ya da güneş paneli gibi bir levha. Açıklayıcı metne göre yapay zekâ tarafından yönetilen otomatik kollar ve kameralar bir cenaze merasimi gerçekleştiriyor. Oturduğumuz bankların önündeki kolonlardan birinde sarı bir küre var ve anladığım kadarıyla bu küredeki sensörlerin bağlı olduğu bilgisayar videonun editini gerçek zamanlı olarak gerçekleştiriyor. İnsan yok olduktan sonra süren kendi kendini örgütleyen insan-dışı varlıkların yürüttüğü bir cenaze merasimi bu.
Sergi biraz fazla video ve görüntü odaklı olduğu için tam beklentimizi karşılamadı. Odadan odaya geçip birbirinden tuhaf videolar seyretmek bir noktadan sonra sıkıcılaşabiliyor. Huyghe günümüzde felsefede de moda olan insan-sonrası fikirlerle ilgileniyor. Sergiden sonra insanın bir yerlerinde olmadığı, önemsizleştiği bir durumun politikası ya da politikliği soruları beliriyor. Huyghe kuşkusuz insanla ilgilenmiyor; insan onun için çoktan ölmüş; insan-dışı varlıklar ve yaşamlar devam ediyorlar. Ama o halde, bilimkurgu literatüründen tanıdığımız bu durum bizi niye ilgilendirsin? Bilimkurgunun birçok kullanımı var ve çoğunlukla alternatif geleceklerin hayal edildiği, aslında bugünü hedefleyen politik bir türdür bilimkurgu. Fakat Huyghe sanki insan-sonrası ve insan-dışı olana ya da bu tipte bir dünyanın egzotik yabancılığına kapılmış. Dünyadan ve insandan bu kadar uzak kalmakta kötücül, sinik bir duygusuzluk var. Huyghe sanat-politika literatüründen bildiğimiz tartışmaya üçüncü bir olasılık eklemiş. Politik olmayarak politik olan özerk sanat ve sanatı ikincilleştirerek politik olan angaje sanata bir üçüncüsü eklenmiş: Politik olmayarak politik olmayan bir sanat.
Ayşe’nin kardeşi ve arkadaşı dönüyorlar bu akşam; biz de baş başa bir yemek planlıyoruz. Aramaya gerek yok, Da Bubi bizim yerimiz. Fakat ilk akşamki gibi olmuyor. Şarap ve yemekler yine iyi ama modumuz biraz düşük. Turizme de sanata da doyduk sanırım; kendimizi boşlukta hissediyoruz.
17 Haziran / Osman Kavala’nın 2424. Tutsaklık Günü
Gece sıcaktı ve pencere açık yattık; bu da sivrisineklerle mücadele ettiğimiz ve pek uyumadığımız bir geceyi getirdi. Ancak sabaha karşı uyuyabiliyoruz. Dokuz gibi evi kapatıp Ozio’da kahvaltıya oturuyoruz. Kruasanlar harika, valizleri bir emanetçiye bırakıp hafifliyoruz. Bugün çok dolaşmayacağız, yeter(!), eşe dosta hediyeler alınacak, rastlarsak sanatla da ilgileneceğiz. Uçağımız akşam, beşe kalmadan Rialto’dan havaalanına yola çıkacağız.
Dolanırken bir bahçe görüyoruz. Hotel Flora’nın bahçesi. Otel tabelasının fontu bana Patricia Highsmith’in Yetenekli Bay Ripley’ini anımsatıyor. Kitabı yanımda getirmiştim ama not almaktan ve yazmaktan açıp okumaya fırsatım olmadı. Kimliklerin güvenilmezliği ve kopyalanabilirlikleri konusunda bir şeyler çınlatabilirmiş. Dönünce bakmalı. Oturuyoruz, ağaçların gölgesi, sessizlik, atmosfer harika. Bira ve gazlı su söylüyoruz. Çerezler de yanında geliyor. Artık buradayız, sonrası yol, uçak ve dönüş.
Kâğıt üzerinde ne kadar evimde gözüktüğümü düşünüyorum. Adapazarı, Sakarya doğumluyum ve şu anda Sakarya’da çalışıyorum. Ben tam anlamıyla yerimdeyim; yerli değil ama yerelim. En başından beri sanat teorisi ile ilgilenen, tartışan, anlatmayı, yazmayı seven biriydim. Dolayısıyla akademisyenlik sanki doğal olarak benim mesleğim. Her şey kâğıt üzerinde çapaksız, birbirine cuk oturan yapbozlar gibi. Ama hangi kıyafet üzerimize tam oturur ki? Bir de bunlar kendi seçtiğimiz kıyafetler değilse? Düşünce ve özen kimseyi bu tipten hazır, kategorik kimlik formatlarına oturtamayacağımızı söylüyor. Ama sanki bu Bienal’de seçkinin -çoklu ve karmaşık da olsa- kimlik kartları üzerinden yapılmış olması kantarın topuzunun biraz kaçmasına sebep olmuş. Sanat işleri kimlik beyanları olarak sergilenmiş. Kültür ve sanat politikanın ikamesi olarak kullanılmış. Yapısal ya da sistemik olan hiçbir yerde konu edilmemiş; küratoryal çerçeve sanki göçmenlik veya kuir kimlik doğal olarak politik bir değer taşıyor ve bunun başka boyutlarının düşünülmesine pek de gerek yokmuş gibi kurulmuş. Sonuç politik olanın es geçildiği bir kimlik sergisi.
Buna rağmen sanatın, sanat eserlerinin inandırıcı olduğunu düşünüyorum; sanat dünyasının sanatçı duruş pazarlaması üzerinden işleyen “politik” tartışmalarının ise hiçbir inandırıcılığının ve değerinin olmadığını. Her ne kadar sergideki eserler bana bütünlüklü, özdeş (“identique/identical” ve “identité”/kimlik) bir dünya havası vermiş olsalar da aynı eserler ve sanatçılarla kırıkları, parçalılığı, “ben” değil de “ben ve diğeri” üzerinden kurulacak ve hepimizi oradan oraya savuran yapısal şiddeti ve onun bütünleşik öznesini (global düzeyde entegre olmuş kapitalizm) hedef alacak politik bir serginin kurulabileceğini de görüyorum. Pedrosa bir curador popular olmayı düşünmemiş ve bunu pek umursamamış gibi gözüküyor. On, on beş senedir küratörler böyle çalışıyor, dışlananların, ayrımcılığa uğrayanların kültürel olarak tanınmaları, sanat alanında temsil edilmeleri kendiliğinden politik bir tavırmış gibi düşünülüyor. Sanat ekonomi politiğin konu edilmediği ama ortaya çıkardığı arazların telafi edildiği bir alan. Oysa bundan önce bienal küratörlerinin söyleminde “çokluk”, “küreselleşme”, “kapitalizm” sürekli yer bulan kavramlardı. Söylem, geldiğimiz/olduğumuz varsayılan, kökü ben olan şeyler üzerinden ve temsiliyet/tanınma açığını giderme çabasından değil birlikte nasıl yol alacağımız ve gideceğimiz ufuk üzerinden kuruluyordu. Bunun bütün sorumluluğunu Pedrosa’ya atmak da çok doğru değil. Bugün dünya politik bir çıkışsızlık içinde; “çokluk” fikri Tahrir, Gezi, Occupy, Meydan hareketlerinin başarısızlıklarıyla tükenmiş gözüküyor. Son on senedir popülist egemenlik hükümetleri pıtrak gibi çoğalmış vaziyette. Neoliberalizm, “liberalizm”in sözde-demokrasi yanlısı yükünden kurtuldu ve neo-otoriterliğe dönüştü. Acaba böyle kapalı ve korkutucu bir toplumsal politik atmosferde politik ve teorik işi yapmaktan imtina edip kimliğe mi kaçıyoruz?
Aklıma Carolyn Christov-Bakargiev’in önce 2012 documenta’da (“Beyin”) sonra da başka bir versiyonu İstanbul Bienali’nde (“Kanal”) gerçekleştirdiği ve küratoryal düşüncesini ortaya koyduğu Nadire Kabineleri’ni hatırlatan benzemezlerin bir arada olduğu bölümler geliyor. Christov-Bakargiev benzemezlerin beklenmedik ilişkilerini kovalıyordu. Düşünceyi bu şekilde dalgalandırıyor ve salınmasını sağlıyordu. Herhalde bir küratör nasıl düşünürün çok çarpıcı bir örneği bu bölümler. Pedrosa tarihsel bir alıştırma yapmış ve baştan belli kategoriler belirlemiş. Bu kategoriler de ister istemez -her ne kadar içindekiler akışkan-çoklu olsa da- katı, benzerliklerin konuştuğu bir yapı ortaya çıkarmış. Akışkanlar üzerine katı bir sergi ortaya çıkmış. Sanıyorum ana sorun da bu.
Bu sefer uçakta türbülans olmuyor ve iki şişe beyaz şarap içebiliyorum. Biri Chardonnay, biri Çankaya; Emir, Narince ve Sultaniye üzümleri karışımı. Çankaya daha meyveli ve bu da iyi geliyor.
İnişe doğru Nil Yalter’in “Deniz Gezmiş” işini hatırlıyorum. İş, 1972 yılında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararını verecek mahkeme sürecinde İstanbul’da bir odada başlıyor ve sonra Paris’te devam ediyor. Yalter zamanını geçirdiği odaya devrimci mahkumların kaldığı hücrenin bir replikasını çiziyor, dairesel grafiklerle idama doğru giden zamanı işaretliyor ve performansını fotoğraflıyor. Bildiğim kadarıyla İstanbul’da sergilenmiyor, uzun süre Paris’te de atölyesinde duruyor iş, ancak 2016’da gösterilebiliyor. Kuzey ve Güney ilişkisini tartışmak da mümkün buradan; iş zaten Türkiye/İstabul’da idamdan sonraki politik atmosferde gösterilemezdi; tıpkı bugün başka bir politik-toplumsal durum bağlamında birçok işin gösterilemediği hatta gerçekleştirilemediği gibi. Kuzey ve Güney birbirlerinden farklı bağlamlar -Bienal’de bu farkın tartışılmaması politik bilincin yetersizliğinin en bariz işaretiydi. Bunun yanında politik-sanatsal bir jest veya performans olarak bu iş de gerçekliğin sertliği tarafından hemen yıkılmaya mahkum. Denizler orada, hücreye kapatılmış ve idam edilecekler, ufukta ölümden başka bir şey yok; Yalter burada, İstanbul ve Paris’te hareket özgürlüğü tam, yaşam bütün potansiyelleri ile önünde açık. Bu iki gerçekliğin pratik düzeyde birbirleriyle ilişkilenmesi, bağlanmaları ne mümkün ne inandırıcı ne de ahlaken doğru. Fakat işte sanat işi/çalışması tam da bunu yapar; tank paletlerinin paramparça ettiği pratik gerçekliğin içinden ve arasından başka bir zamansal ve uzamsal boyuta tekabül eden başka bir gerçeklik boyutu açar. Yalter genç ve yeni yeni politize olan bir sanatçı olarak farkında olmasa da zaman çizelgesini işaretlerken bu elle tutulmaz zamansal-uzamsal boyutu arıyordu. Bu zamansal-uzamsal boyutu açıp açamamak başka bir soru; ama kendini odaya kapatmak, idamı bekleyen devrimcilerin zamanına yerleşmeye çalışmak, orada zaman çizelgesini işaretlemek pratik olan dışında bir boyutu arayan bir çaba. Sanatın asli politikasının ve ancak dolaylı olabilecek politik etkisinin de tam bu çabadan ortaya çıkacağını, çıkabileceğini düşünüyorum. Pratikte yalnızız ama aslında çok kalabalığız, pratikte bu andayız ama geçmiş ve gelecektekiler hep bizimle.
İndik. Havaalanından otobüse biniyoruz. Yol boyunca uyuyorum. Gece geç saatlerde varıyoruz eve. Ertesi gün notlara bakıp bu yazıyı yazıp yazmamaya karar vereceğim. Eğer toparlayabilirsem kesinlikle Osman beye ulaştırmam gerektiğini de düşünüyorum.