Nesneleri bilincimizle görürüz, gözümüzle değil. Vitrinde görüp beğendiğimiz bir masa, asla yalnızca bir masa değildir. Aynı zamanda kendi tarihimizin kayda geçmemiş izlerinin sindiği bir hatıra nesnesidir. Bu sebepledir ki, şu masayı değil de yanındaki masayı seçmeye, hayatımızın içine sokmaya değer görürüz. Gerçekte hayatımıza kendi irademizle kattığımız her nesne, muhayyilemizin içinde bir yere oturur ve dünya yüzündeki varlığımızın bir tezahürü haline gelir. Böylece farkında olmadan hayata tutunuruz. Tutunma, kavrama değil. Çünkü bu hiç de kolay bir iş sayılmaz.
Benzerleri arasından birini seçerken kuşkusuz ki zihinsel pek çok sebep üretebiliriz: Daha kullanışlı, daha faydalı, daha güzel ve benzeri… Buradaki kritik sözcük ‘daha’dır. Neden daha? Bir şeyden daha.
İtiraf edelim ki, bu bir karşılaştırmadır. Daha önce tanıdığımız, bildiğimiz bir şeyden ‘daha’… Bu ilişki, doğum ile ölüm arasındaki devamlılığımızı sağlar. Zihinsel kopuşlarımız, altüst oluşlarımız olsa da, bu belli belirsiz izi takip ederek yolumuzu bulur, hayatta kalmayı sürdürürüz; sümüklü böceğin arkasında bıraktığı gibi, şeffaf ve netameli bir izdir bu.
Tam da bu izin başlangıç noktasından itibaren süreci tersinden de okumak mümkün: Seçtiğimiz nesneler aynı zamanda bir dünya algısı da oluştururlar, ya da şöyle diyelim: Bir hayat ağrısı. Dünyanın bitmeyen adaletsizlikleriyle, bilinmeze doğru gidişatın tedirginliğiyle, hayatın köşelerine çarparak ilerlemenin güçlüğüyle ilgili bir ağrıdır bu.
Ümit Kıvanç hayat ağrısı çeker. Hem de çok. Kendisini tanıdım tanıyalı, ki bu sene tam da otuz yıl oldu, o ağrılıdır. Her şeyden önce edebiyatında görünür bu ağrının izleri. Alışıldık ve yumuşak ve kolayca olanı tercih etmez. Arada olanı, alacakaranlığı, kolay ele geçmeyeni yeğler. Pek çoğu edebiyatının ruhuyla hemhal olmuş siyasi yazılarında da hem aynı ağrı hem de çetrefilli bir yol vardır. Daima bir adalet arzusu, bitmeyen bir vicdan muhasebesi, hakiki bir sorumluluk hissi. Belgeselleri de, çektiği fotoğraflar da aynı meşakkatli yolun yolcusudur.
Ya Değilse? Ümit’in ilk fotoğraf sergisi, imkân olsaydı resim sergisi demek daha doğru olurdu. Ümit’in fotoğraflarının kaynağı alelade nesneler. Ama bu bir sır. Nesneler biçimleriyle değil, sırlarıyla var o fotoğraflarda.
Sanatın öznesi olarak imge, ister istemez içinde biçimlenebileceği bir gövdeye ihtiyaç duyar. Bir heykel zaten gövdeden ibarettir. Soyut bir resmi bir renk paleti olmaktan çıkarıp sanat yapıtı haline dönüştüren şey de renklerin az çok bir gövdeye kavuşmuş olmasıdır. Fotoğraf gövde arar; bir insan, bir doğa kesiti ya da evrenin bir parçası olarak.
Ümit’in Ya Değilse? sergisindeki fotoğraflarında gövde ışığın içinde eriyor, varoluşunu bir töze teslim ediyor ve sahneden usulca ayrılıyor.
Seyirci şimdi daha önce bilmediği bir evrenin içinde kendini aramaktadır. Bu evrende zorunluluklar yok, belirlemeler yok. Onlarca iletişim aracının bize sunduğu binlerce imgeden ve bilgiden azade bir alandayız. Bir fısıltı duyuyoruz. Belli belirsiz. Sümüklü böceğin yerde bıraktığı izin sesi kadar bir şey… Tarihimizin kayda geçmemiş hatırası. Bir nesnenin ruhu.
Bu bir yaklaşma. Çok yaklaşma. Görünür dünyanın yanıltıcı unsurlarını aşarak, doğa ya da insan yasalarının belirlemelerini pas geçerek, imgelemin ön yargılarından uzaklaşarak gerçekleşen bir yaklaşma. Ağrının merkezine, evrenin ruhuna doğru bir göç. Ama… ya değilse?
Ümit Kıvanç’ın Ya Değilse adlı sergisi 6 Mart-15 Nisan tarihleri arasında Beyoğlu Asmalımescit’teki Sanatorium Sanat Galerisi’nde görülebilir.