A password will be e-mailed to you.

12 Temmuz Ulus Baker’in ölüm yıl dönümü, 2007’den beri her geçen yıl onun bıraktığı özel miras kıymetini daha da arttırıyor, bununla birlikte kültür endüstrisi de daha ceberut bir açlıkla kültür sermayesini kemirip çılızlaştırmaya çabalıyor.

Ne diyordu Nietzsche; kötü okur yağmacı ordulara benzer: işine yarayan birkaç şeyi alır, geri kalanını kirletip bozar, metnin bütününe hakaret eder… Felsefe çevirileri, Türkçe mevzu bahis olduğunda genelde sorunlar doğurur. Bu sadeceTürkçe için geçerli mi, bundan emin değilim ancak bazı dillerin felsefe için şanslı olduklarını biliyorum bilhassa Fransızca, Almanca ve İngilizce. Felsefe çevirisi tartışmaya açıldığında sıklıkla çeviri probleminin çevrildiği dil ile alakalı olduğu savlanır yani o dilin çevrilen felsefe metnini yeniden söylemek için yeterli olmadığına işaret edilir. Yıllar evvel bu işin ehli, hem titiz bir çevirmen hem de sağlam birfelsefeci olan bir ustayla bu meseleyi konuştuğumuzda, böyle bir argümanın yersizliğinden bahsetmişti. Ona göre her metin her dile çevrilebilir, yeter ki oradaki derdi anlatmayı becerebilmek önemli olan. Ben de yıllardır çeviri ile uğraşan biri olarak, çevirdiğim metinlerde bu bakış açısını benimsedim. Nihayetinde çeviri bir devşirme işidir, bir dilde olan sıkıntının başka bir dilde yeniden söylenmesi becerisi. Barthes’ın ‘söylence’ için söylediği kritik bir lafı aklıma geliyor; söylence bir sözdür, söz ise aynıdır önemli olan o sözünsöylenme biçimidir. Bu yazıyı yazmaya niyet etme sebebim; tam da böyle bir söyleme biçiminin eşiğini zorlamak. Bazı dillerin felsefe için şanslı olduklarını söyledim ama bu şans o dillerin yapılarının diğer dillerden daha güçlü olduğundan değil, o dilde düşünce üretiminin çokluğundan ve dilin bir düşünce kanonuna ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyor. 21. Yüzyılda Fransızca’nın gücü şüphesiz, dille oyun oynayan Deleuze, Baudrillard, Foucault, Lyotard gibi post modern devlerin bu dilin sınırlarını genişletmelerinden gelir. Ayrıca Dada, Gerçeküstücülük ve Durumculuk gibi çerçeveleri kıran avangard akımların da bu dili tohumlaması var. Almanca’nın gücünde de Hegel, Kant, Nietzsche, Marx, Weber, Heidegger gibi isimlerin dile ektikleri ve yine erken Dada’nın bu dilde çok sayıda yazılı metin sunmuş olması var. Edebiyat bilhassa şiir, bu dillerin çepherini hep zorlamış, dilin sınırlarını uçlara taşımıştır. Türkçe’de ise düşüncenin evrimi, ilk modernleşme eğilimlerinden beri kıta felsefesinden kötü miras alınan, bağlantısı kopartılmış alıntılar ile kültleştirilmeye dönmüş kanaat noktaları olarak ilerledi, net modernist yapısal bir düşüncenin aksı olarak. Ulus Baker, tezinin bir yerinde şöyle bir iddiada bulunur: “Bilimsel bilgi”ye ilşikin ezeli epistemolojik iddiayı bir kenara bırakarak, sosyoloji sürekli olarak değişenve kararsız kalan kanaatleri toplama, filtreleme ve sınıflandırmanın devasa bir ürünü haline gelmiştir…”[1] 

Aslında sosyoloji için söylediği bu sözü tüm disiplinler üzerinden iddia etmek mümkün. Peki nedir bu kanaat; yine Ulus’a kulak verecek olursak;Spinoza’nın ‘zorunlu yanılsamalar” olarak tanımladığı, iletişim içinde sürekli dolaşımda olan ve kitlece alınıp pratik yaşamda kullanılan basma kalıplardır.[2] Özellikle 12 Eylül sonrası kitap üretimindeki kalitesizlik, kitabın salt bir kültür endüstrisi objesine dönüşmesi ve bu ticarileşemeye karşın düşen baskı adetleri aslında bu kanaat kültlerinin hem akademide hem yayıncılıkta hem de serbest düşünce alanında nasıl sağlamlaştığının da göstergesi. 1940’larda İlhan Berk’in şiir risaleleri (misal Köroğlu) 4000 adet basılırken, bugün en büyük patronaj yayınevi bile 500’den fazla İlhan Berk şiir kitabı basmıyor. İyi okur-yazarlar eskiden Varlık cep kitaplarının gazete bayiilerinde satılmasından bahseder, çıkan yeni bir şiir ya da eleştiri metnin bir gazete ile aynı erişilebilirlikte olması, bugün perakende kitap satan ‘store’larda belli başlı yayınevlerini ve çok satan ya da çok satacağına ihtimal verilenkitapların dışında bir kitap bulmak tam bir karın ağrısı, hele ki büyük şehirler dışında çoğunlukla da imkansız. Bazı kitapların deviniminin ve dolaşımının sürekli olmaması, bazı metinlerin baskılarının yenilenmemesi ya da kötü/yanlış olduğu netleşmişbazı çevirilerin yeniden daha itinalı bir biçimde çevrilmemesi, intellektin damarını kesen hatta intellektin dolaşımına ket vuran bir bilinçsizlik. Misal, Althusser’i Interpellation kavramı eski ve yaygın kullanılan çevirilerde “çağrılma” olarak Türkçeleştirilmişti ancak daha sonra Ulus Baker, bu kavram için “celbetme” fiilini önerdiki iki fiil arasında dağlar kadar fark var, Althusser’in kastı her iki fiil bağlamında keskin farklılıklar barındırmakta. Erkemen’in Ulysses çevirisine alternatif Ekici’nin yeni Ulysses çevirisi yayınlandığında daha çeviri okunmadan çeviriye karşı önyargılı bir sataşma başlamıştı. Öte taraftan derste öğrencilere Ece Ayhan’ın bir metnini önerdiğimizde, baskısının tükendiğini ve yıllardır yeni baskısının yapılmadığını öğreniyoruz. Başka bir yayınevi tükenmiş metinlerin baskısı için harekete geçtiğindeise birçok önemli ismin birkaçyayınevinin telif tekelinde olduğu, dolayısıyla gönülleri istediği vakit yeniden baskısının yapılacağı saçmalığı ile yüzleşiyoruz.

Bi de tabi ki bazı isimlerin ve çevirilerin belli bir entelektüel mafyanın gölgesinde, onların izni ve onayına tabi olması var; eleştirilemez, putlaşmış, sanattan yayıncılığa, felsefeden akademiye kadar her köşeyi zaptetmiş (dandy) zümrelerin tekeli. Aslında meseleyi biraz daha eşmek için son dönemlerde revaçta olan bazı isimlere bakılabilir. Son yıllarda Türkiye’de yeni bir Deleuze pazarı oluşmaya başladı. Deleuze’ün bu kadar revaçta olmasında Gezi ve diğer coğrafyalardaki yeni toplumsal hareketlerin etkisi yadsınamaz, kaldı ki Gezi sayesinde oluş, göçebelik, rizom, organsız beden gibi kilit kavramlar, pratikte daha net karşılık buldu. Ancak bu açılmaya tezat Deleuze’den (genelde) bağlamından kopartılan alıntılarla yeni bir Deleuze kanaat alanı inşa edilmeye başlandı, yine gayet modernist ve gayet yapısal bir biçimde (Deleuze mezarında ters çevirtecek düzeysizlikte). Yine hiyerarşik örgütlenmelerin tepelerinde kendilerine yer etmiş kimi kalıp erbabları felsefe ürettiklerine kanaat getirip, dili çaresizleştiriyorlar, bir de buna ek yapılan başıbozuk çeviriler de var. Yakın bir zamanda İstanbul’da düzenlenen bir Deleuze konferansının tanıtım afişlerinde temel bir kavramın bariz bir yanlış çevirisi üzerine Aracagök’ün getirdiği bir eleştiriyi analım; Bu hata kuşkusuz bir Google translate hatası olarak ele alınabilir, ya da bugün sık sık karşımıza çıkan Deleuze okumaları, uygulamalarının oluşturduğu erk, akademik erkpozisyonlarına sahip olma mücadelesinin bir metaforu olarak algılanabilir. Fakat benim yapmak istediğim bunlardan hiçbirini seçmeden, Akbank Deleuze Konferans dizilerinin uluslararası düşünce sabitleme harekatı çerçevesinde nasıl bir “spectacle” oluşturduğunu Deleuze düşüncesinin içinden geçerek açıklamak olacak … çünkü başlangıç noktamızı, bir gösteri toplumunda yaşadığımızı unutmadan, metro istasyonlarında gördüğümüz türlü türlü tüketici ürünleri, filmler, tv programları, best-seller kitap reklamları ile Akbank Deleuze Konferans dizileri posterlerini yanyana görmek oluşturuyor.[3]

Buradaki problem yine Deleuze’ün doksozoflar tarafından parsellenip, düşüncenin hudutlarının yine bu kanaat simsarları tarafından belirlenmesinden doğuyor. Deleuze üzerine tüm konuşma, diğer tüm düşünürlerin Türkçe’deki ızdırap dolu karşılıkları için geçerli, hele ki ikinci hatta üçüncü elden okumalarla biçim verilen akademik makalelerin yarattığı tıkanıklık ve bunun bilimsel geçerliliğin mekaniğine dönüşmesi. Nalbantoğlu zamanında üniversitelerin anonim şirketlere dönüşmesinden bahsediyordu. Bugün makale ve tez bağlamında üniversite üretimi ortada. Bifo’nun bilişsel-işçi olarak devşirebileceğimiz cognitarianları yerine düşüncenin üretimi, dolaşımı ve tüketimi büyük ölçüde yine doksozofların elinde. 60’larda İlhan Berk’in veya Ece Ayhan’ın günlüklerine, röportajlarına, düz yazılarına baktığımızda, geçmiş ve şimdiki oluşla hemhalbir intellektin nasıl yeni bir dil doğurduğunu, mevcut olanın sınırlarını nasıl zorladığını görüyoruz. Kanonu bilen; şiir, tarih, felsefe ya da sosyoloji üzerine kelamedecekken de kendi özgür düşüncesini kuran, kendi kavramlarını üreten bir söz söylemebiçimi çıkıyordu karşımıza. Aynı şekilde Simmel, Kant, Tarde, Spinoza, Deleuze ve daha niceleri konusunda Ulus’un mücadelesi var. Ulus Baker için kurumsallaşmış ve herşeyi kaplayan yapısal bir felsefeden ya da bazı isimlere sırtını dayamış kanaat düşüncesinden bahsedemeyiz zaten Ulus’un düşüncesini esas değerli kılan da bu. Ulus’un düşüncesi daha çok fragmantatif (kırıntılı) ve göçebedir. Bilgisayarlara, defterlere, kitap kenarlarına, maillere yazılmış, konuşmalarında doğmuş kırıntı düşünceler. Bu göçebelik ise sınırsız bir düşüncenin çağrısını yapmaktadır. Öte yandan metinlerinde kullandığı sade dil, felsefe üretmek için o dilin nasıl yeterli olacağının da açık ispatıdır.

Ulus’un düşüncesinde Tarde, Deleuze ya da Spinoza ne kadar anılsada, düşünce bu isimlerin referanslarının devşirilmesi değil bu isimlerle felsefe yapma becerisini bize gösterir. Ulus’un sosyolojiyi kanaatlerden arındırıp, duygularla yapılması girişimi de bize önemli bir kapı aralar. Ulus’un düşüncesindeki parçalılık ve göçebelik; onun düşüncesinin hiyerarşik bir yapı olarak örgütlenmesinin önünü tıkar, bundan dolayı Ulus Baker adının zikredildiği onca girişime rağmen- onu, kültür endüstrisinin bir ürününe çevirmek zor. Yine Ulus’un düşüncesini bir symphilosophie[4] çağrısı olarak görmek gerek. Kaldı ki Ulus’taki diyalog kuran, kendi içine kıvrılmayan, bir kaplumbağa gibi kendini kendi kabuğuna çekmeyen ucu açık düşünce; çoklu ve birlikte üretilmesine davet eden bir felsefedir. Baker’in yaşamına yakınen tanık olanlardan dinlediğim de, onun etrafındaki dostları ve öğrencileri ile daima ‘bir ortak duygu’ ve ‘müşterek’ bir düşünceyi arayışıdır. Enis Batur’la bir konuşma sırasında; bugün Türkiye’deki düşüncenin en büyük sıkıntısının bölünme ve kümelenmeler olduğunu söylemişti. Öyle ki eskiden yazar, ressam, müzisyen, şair bir arada birlikte düşünürdü (Cabaret Voltaire ya da Hatay Meyhanesi geliyor aklıma). Kanaatin en büyük hezimeti ise etrafında örgütlediği cenahı bir kalıba hapsedip, kendi standartlarıyla herşeyi yargılayıp, kümeleyen etnosentrik bir makine olarak çalışmasıdır. Böyle bir kümelenme; bazı okul ve düşünürlerin franchise ekonomisine ve katı bir iç çatışmadan doğan düşünce kısırlığına neden oluyor; buna karşın bir arada üretmek, bir arada düşünmek eski bir büyü gibi aramızda dolanıp duruyor ama doğmak için kendine yol arıyor.

12 Temmuz Ulus Baker’in ölüm yıl dönümü, 2007’den beri her geçen yıl onun bıraktığı özel miras kıymetini daha da arttırıyor, bununla birlikte kültür endüstrisi de daha ceberut bir açlıkla kültür sermayesini kemirip çılızlaştırmaya çabalıyor. Aslında bubir cehennem tasviri değil tam tersi yeni bir açılmanın olanağı; içinde devindiğimizağ toplumu bize sınırsız bir geçişkenlik sağlıyor, bir arada düşünce üretebilmemize olanak sunuyor; küçük ve otonom üretim sahaları kültür endüstrisinin dişlilerini çoktan kırmaya başladı bile. Belki biraz zor, biraz endişeli, biraz gergin ya da Ulus’un dediği gibi biraz hüzünlü ama sıkı ve emin yol alıyor. Ufuktaki ortak düşünce çağrısına kulak vermek gerek, Baker’i yeniden ve yeniden okumak sonra bir arada düşünmek…

Fotoğraf: Hakan Topal, GİSAM 1997.

[1] Baker, U. (2010). Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru. H. Abuşoğlu (Çev.). İstanbul: İletişim.

[2] Baker ibid.

[3] Zafer Aracagök’ün, Olmak/ Oluş: Deleuze Bağzılarının Arka Bahçesi mi? makalesinden alıntı. Makalenin tamamı için bkz:http://sanatatak.com/view/OLMAKOLUS-DELEUZE-BAGZILARININ-ARKA-BAHCESI-MIDIR/1645

[4] Aynı hisle, müşterek felsefe yapmak. Friedrich Schlegel’in uydurduğu bir kavram. Kaynak: “German Philosophy 1760-1860: The Legacy of Idealism”, Terry Pinkard. * Yazı Gaile dergisinin 12 Temmuz tarihli 327 nolu sayısında yayınlanmıştır.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 13:20:58