Blue Man Group izleyip bu gösterinin içindeki çağdaş sanatı mirası işleri teker teker hatırlamamak ve hatırlatmamak imkansız.
Kısaca Blue Man Group’tan bahsetmek gerekirse, “hayat kadar renkli tek gösteri” olarak tarifleniyor tanıtım afişinde. Chris Wink, Phil Stanton, Matt Goldman adlı üç arkadaşın 1991 yılından beri yaptıkları bir gösteri bu.
Hiçbir gösterileri bir öncekine benzemiyor.
Mutlaka davullar, gitarlar çalınıyor, canlı müzik içeriyor.
Üçlünün mavi adam kostümüyle seyirciyle baştan sona iletişim halinde oldukları bol bol dev dijital ekranlara ve onlara yansıttıkları çeşitli çağdaş imgelere başvurdukları bir şov.
Blue Man’in arkasında Blue Man Productions isimli bir şirket var. Kayıt stüdyoları, 6000 metrekarelik AR-GE laboratuvarlarıyla dev bir prodüksiyon şirketi bu.
Dolayısıyla Blue Man’i okumak yirmi birinci yüzyılın gösteri’sini ve o gösteriye maruz kalan izleyici’sini hiç görmediğimiz gibi görmemizi sağlayabilir. Guy Debord’un iddiasını güncelleyebilir bizi son derece karamsar, savunmasız bir çağdaş sanat noktasına savurabilir.
15 ülkede 35 milyondan fazla insanın izlediği bu şovun içerdiği çağdaş sanat mirasını ortaya çıkarmak belki de gösteri dünyasının seyrine performans sanatının da bugüne dair sınırlarını idrak etmek açısından kıymetli.
Blue Man Group elbette readymade, su tesisatından davullarıyla Marcel Duchamp‘dan önce, canlı gitarlarının can verdiği Mavi yüzlerini kaplayan maskeleriyle pandomimciyi andıran bakışları ve jestleriyle aslında hemen Joseph Beuys’un 1965 yılında yüzünü altın ve bala bulayarak Düsseldorf, Schelma Galerisi’nde yaptığı performansı çağırıyor.
Beuys, sosyal bir heykel olarak heykelin sınırlarını genişletirken bal ve altından aldığı irrasyonel güçlerle şaman personasını uygarlık eleştirisi yapmak adına güçlü yırtıcı bir şekilde kullanmıştı.
Uygar olmayan güçlerle uygar bir ortamda çatışarak kucağında Meryem’in ezici sanat tarihi boyunca taşıdığı bebeğini andıran bir şekilde ölü bir tavşanı taşımaktan geri kalmamıştı.
Blue Man Group üyeleri de mavi maskeleriyle işte adeta evcil olmayan, tedirgin edici, kesinlikle gizemli bir imajla karşımıza çıkıyorlar.
Bu tedirginlik üçlünün canlı çalan duvallar ve gitarla birlikte birbirlerinin ağzına boya dolu toplar atmasıyla dağılacak. Bu topları ağızlarıyla yakalayacak, sahneye getirdikleri beyaz tuvallere tükürerek sanat tarihinin bir başka dev personası, aksiyon resmin beyaz dahi ressamı Jackson Pollock’u anmamızı sağlayacaklar.
Mavi adam, diğer mavi adamın ağzına isabet ettirdiği boya dolu topları tükürmesi için ona tuval tutuyor.
Mavi adam ‘tükürerek’ resim yapıyor.
İzleyici ağzı açık bunu izliyor.
Bir diğer mavi adamın ağzına ise Amerikan kültürünün mangal ve futbol partilerinin olmazsa olmazı, Amerikan lokumu marshmallow atılıyor. Mavi adam, belki üst üste 10 marshmallowun her birini ağzıyla yakaladığı yetmiyormuş gibi bunlardan mega bir sakızı andıran bir nesne yaratıyor. Sonra bunu ‘çıkarıyor’. Çıkardığı gibi bu heykelsi, ağzıyla yarattığı formu hediye edecek birini arıyor. En sonunda seyircinin birinin çantasını izinsiz aldığı gibi içine tükürüğüyle yaptığı marshmellow anıtı’nı yine ağzından çıkarttığı gibi ‘tükürüyor’.
Burada artık Pollock ve Beuys mirası yerini bir başka radikal avangarda, Paul Mccarthy’ye bırakacak.
Mccarthy’nin 1974 yılında yaptığı unutulmaz Hot Dog performansında çırılçıplak, penisini hardala bularken yediklerini çıkarmasını, çıkardıklarını yemesini… Paul Mccarthy’nin buradaki yaramazlığına zıt bir uslulukla hamburgerini yiyen Andy Warhol’u da elbette.
Andy Warhol, Heinz ketçapı baş köşede, hazır yapımlarını sergilemekle yetinmiyor bir de güzel yiyordu.
Yemek, sosyal heykelin ta kendisiydi.
Sosyal heykel insansa, sanatçının ta kendisiyse, yemek de onun bir parçası en önemli ve etkin malzemesiydi. Aynı zamanda toplumsal’ın önemli bir gösteren’i.
Blue Man Group, gösterisinin ilk dakikalarında seyirciyle sürekli iletişimde ve bu iletişimin sıradan olmayacağının ilk sinyallerini ise şöyle verecekti:
Bir izleyicinin ağzının içine bir hortum sokarak… Bu hortuma bağlı kameranın çektiğini ise sahnedeki dev ekrana yansıtarak…
Ekrana yansıyan, sıradan izleyicinin önce 32 dişi çürükleri dahil ve bademciği ve gırtlağı ve midesine giden uzun bilinmez yoldu.
Bu da elbette Arter’de de bir solosunu izleme fırsatı bulduğumuz ünlü kadın feminist sanatçı Mona Hatoum’un Corps Etranger videosunda bedenin imkanını ve sınırlarını zorladığı, endoskopik bir kamerayla çektiklerini yansıttığı filmini anmamızı sağlayacaktı elbette.
Sanatçının midesine giden yoldan sıradan izleyicinin midesine giden yola tevil etmiştik.
Ne mutlu muydu bize?
Blue Man Group’un, oral dönem’i bu kadarla da bitmeyecekti.
Çeşitli Amerikan krakerlerini canlı müzik eşliğinde müziğin ritmine göre önce yutup sonra da geri çıkaracaklardı.
Yine başka bir bölümde bir kadın izleyiciyi aralarına alıp dev bir Amerikan kekini ambalajından çıkarıp kostümlerine bağlı bir delikten boya fışkırtmak suretiyle yiyeceklerdi. Yemek ve boya birbirine karışacak, kusmak veya çıkartmak bugüne kadar 35 milyona ulaşan dev küresel şovun önemli bir bölümünü oluşturacaktı.
Böylelikle benim gibi birinin, Sarah Lucas’ın Muz yiyişinden (1990), Sophie Calle’in Chromatic Diyeti’ne, Elke Krystufek’in 1993 tarihli Erkeklerin Blumiya’sı Olsaydı performansına uzanması çok mümkündü. Hatta en son Lady Gaga’nın keşfi, müzik videosunda elbisesine kusturduğu aksiyonist, kusma ressamı olarak anılan Millie Brown’a varması da….
Ve fakat izleyicilerinden birinin başına gelecekler Blue Man gösterisinin en can alıcı çağdaş sanat referansını ortaya serecekti. Krakerleri kusmak, boya fışkırtmak ve bu fışkırtılan boyalarla Pollock ve sonrası Herman Nitsch dahil tüm aksiyonistleri çağırmak evet mümkündü.
Ama izleyicinin üstelik ona ait bir tuvalle ayrılacağı gösterinin çağdaş sanat referansları içinde bir doruk noktası yaşanmasına az kalmıştı.
İzleyici özenle seçildi. Bol bol alkışlandı.
Bu tam da izleyicilere bir rock konserinde neler yapmaları gerektiğini bir iki üç diyerek yazan ve söyleyen buyurgan büyük ekran gösterisinden hemen sonra oldu.
Bağırın, sağ elinizi kaldırın, sol elinizi kaldırın! Hepsini henüz yapmıştık. Sırada aramızdan birinin 15 dakikalığına Warhol’un da tahmin ettiği gibi ünlü ve ek olarak sanatçı olmasına çok az vardı.
İzleyici sahneye çıkarıldı. Beyaz bir kostüm giydirildi. Artık 3 Blue Man’dan birisinin elinde kamera vardı. Çekmeye başladıkları dev ekrana yansıyordu.
İzleyicinin gözlüğünün çıkarılışı, beyaz arıcı kostümünü andıran kostümünü giydirilişini motorsiklet kaskı takılarak kulise götürülüşü takip etti.
Bundan sonrasını, yani içeride yaşananları canlı yayın yapan kamera aracılığıyla izleyecektik.
Gösteride, sıradan izleyicinin bilinmeze götürülüşü ve bu bilinmezlik, davulların daha da güçlü ve kalp atışını hızlandıran bir ritimde çalınmasıyla vurgulandı.
Canlı yayın sayesinde ekrana yansıyan sıradan izleyicinin ayağına geçirilen aparatla izleyici bir mezbahada yeni kesilmiş bir kurban havyan gibi çengele asıldı. Baş aşağı… Ve çok geçmeden üzerine mavi boya boca edildi. Kırmızı ve sarı da… Ve sonra bir kum torbası gibi tuvale doğru itildi. Bir daha… Bir daha… Her seferinde tuvale nice renkli izler bıraktı. İşte burada Blue Man Group bu kez de sırayla Beuys, Mccarthy, Andy Warhol’dan sonra Yves Klein’ı tekrar üretiyordu.
Yves Klein’in antropometrik resimlerini… Yves Klein’ın kadın modellerine birer fırça muamelesi yaptığı onları boyayıp izlerini tuvale basmalarını sağladığı performanslardan bugüne tam 57 yıl geçmişti.
Ateşle suyla da resim yapmıştı Klein. Tıpkı kendine ait bir mavi özel pigmentten bir renk bulup Anish Kapoor’un siyahı’na yol açtığı gibi…
Bedeni temsil eden ama bedeni göstermeyen antropometrik resimleri, bedene nice yeni umulmadık yaklaşımlar içeriyordu. Onun bir sanatçı için fonksiyonel haline getirmesinin ötesinde erkek sanatçının fırça olarak bu kez model yerine yine kadınları seçmesiyle feminist tartışmaları alevlendirmişti.
Yves Klein’in bu performansları sırasında kendi bestelediği Monoton bestesi onu bekleyen 20 dakikalık sessizlik bölümüyle birlikte çalınmıştı. 21. yüzyıl Klein Blue Man sürümünde ise artık izleyici sanatçıydı. Performans kostümünden sıyrıldığı gibi eline yaptığı tuval verilerek sahneyi terk etti ama önce bir boks maçı yapmış da kazanmış gibi havaya kaldırıldı iki eli. Bütün izleyiciler alkışladı.
Sonra biraz fazla oturmuş olmalıyız mavi adamlar izleyicilerin üzerine ince uzun tuvalet kağıtlarını andıran beyaz ve fosforlu sarı kurdela kağıtlar fışkırttılar.
Silah formunda bir aletle bunu yaptılar. Bütün salonu koltukların üzerine çıkarak “tarayarak” ve bu kurdelalarla birlikte havaya beyaz, en büyük pilates toplarından da daha büyük, XXL plastik beyaz toplar atarak onlarla oynamamızı istediler.
Ne isterlerse yaptık.
Aslında eğlenmiyorduk ama ne derlerse yapıyorduk.
Toplar çok ağırdı. Çocuklar yetişemedikleri için ağlıyordu.
Guy Debord “gösteri toplumu” diyerek aslında neyi kast etmişti?
Herşeyin “seyirlik” olduğunu mu?
Hayır. Özgürlüğün edilginlik ve sıradan hayat koşullarından kaçmakla ilgili boş zaman biçimini aldığı bir toplumu kast etmişti.
Zorlu PSM‘de teknik olarak kusursuz bir şekilde gerçekleşen Blue Man Group gösterisi pek çok şeye birden işaret ediyor. Black Mirror’ın bazı bölümlerinden farksız adeta onun tarafından kurgulanmış bir şekilde şuna işaret ediyor, gösteri toplumunun sonuna. Boş zamanlarında, gösteriye gelen sıradan izleyicinin edilgen kalamayacağına artık…
Topla oynayacak, gerekirse sahneye çıkacak, performans yaparak resim yapacak kolunun altığında resmiyle, elleri boş değil, evine gösteri’den dönecek.
Öte yandan çağdaş sanatın kendi tarihinden özgürleştirilmiş bu yeniden üretimleri karşısında ne demeli? Ne dilemeliyiz?
Nihayet hayat ve sanat kavuştu mu?
Avangard bir rüyada mıyız?
Bağlamından, tarihinden, tarihselliğinden, toplumsalından sadece birer eğlence anı’na hapsedilen bu “tarih”, çağdaş sanatın “kutsal”ı adına nasıl konuşmalı?
Birer boş renkli gösteren’e dönüşen salya, kusmuk’un mevcut konvansiyonal değerleri dönüştürmekteki imkansızlığı tekrar üretilen bu kez bağlamından koparılmış bütün bu sanatsal eylemlerin niyeti sanat yerine gösteri olduğunda çağın sanatını ne bekliyor?
Yeni bir konu.
Düşünelim.
Hayatla sanatı kavuşturmak için yapılan bütün bu sanatsal eylemler, yapıldıkları andan bugün en az 50 yıl sonra bir gösteride karşımıza çıktıklarında hayata kavuşmuş mu oluyorlar yoksa hayatın tutsakları, aktif izleyicinin mağduru mu?
Sanırım fikrim şimdilik tamamen olumsuz.
Hiper- karamsar.