19. yüzyılın en önemli sanat eleştirmeni Ruskin’in Turner üzerine denemesi.
Uzun süre İngiltere’de kaldıktan sonra, kendimi Calais Kilisesi’nin eski kulesinin eteğinde bulduğumda, bundan her seferinde aldığım yoğun keyfi anlatmak için doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. O büyük ilgisizlik, o asil biçimsizlik; geçirmiş olduğu yıllar bu kadar görünür şekilde işlenmiş. Ancak zayıflık veya yıkılma işaretlerinden yoksun kaydı, kanal rüzgârları tarafından yenip bitirilen. Acı deniz yosunları ile kaplanmış o katı vahşiliği ve kasveti. Her biri yerinden oynamış ve araları açılmış olsa da düşmeyen kayrak taşları ve tuğlalar. Cıvatalarla, deliklerle ve çirkin yarıklarla dolu, yine de yalın kahverengi kaya gibi güçlü tuğla işlerinden bir çöl. Herhangi bir talepte bulunmadan, güzellik veya cazibeye, gurura veya zarafete sahip olmaksızın kendisi hakkında ne düşünüldüğüne veya ne hissedildiğine dair bir kayıtsızlık.
Ancak bunların hiçbirinin merhamet dilememesi, harabelerin normalde olduğu gibi kullanışsız ve acınacak, geçmişteki güzel günler hakkında cılızca veya şefkatle gevezelik eden bir durumda değil, hâlâ kullanışlı bir şekilde kendi günlük işlerinin üzerinden geçişi. Fırtınalarda saçları ağarmış, ancak her gün ağını çeken bazı yaşlı balıkçılar gibi öylece ayakta duruyor. Gençliğinin geçip gitmiş olmasından yakınmadan, altında insanları bir araya toplayan solgun ve zayıf bir büyüklük ve kullanışlılık içinde. Çatlakları arasından, hâlâ ibadet için çalan çan sesleri yuvarlanarak dışarı çıkıyor ve gri zirvesi hâlâ denizin uzaklarından dalgaların kırıldığı kumların ve engebeli kıyının boş arazisi üzerinde yükselen üç tepeden en yükseği olarak görünüyor. Deniz feneri yaşam için, çan kulesi emek için, o da sabır ve övgü için… Eski kulenin görüntüsünün bende yarattığı tuhaf keyif ve düşüncelerin yarısını bile ifade etmem zor. Zira, bu bir bakıma Avrupa kıtasını, yeni ülkelerin aksine ilginç kılan her şeyin somutlaşmış bir örneği. Ve hepsinden önemlisi devam eden yaşamın ortasında eski ve yeniyi ahenkle birleştiren o yaşlanmışlığı ifade ediyor. Bizim İngiltere’de yeni sokağımız, yeni konağımız, biçilmiş yeşil çimenliğimiz ve onun içinden çıkan harabe bir parçamız var. Teşhir etmek için kadife bir halının üzerine konmuş, büyüklüğü uygun olsa pekala anında kapalı bir müze rafına da konabilecek tek başına bir Orta Çağ numunesi. Ancak Kıta’da geçmiş ile günümüz arasındaki bağlar kopmamıştır. Gri başlı yıkıntıların hizmet edebilecekleri her kullanım için insanlarla beraber kalmalarına izin verilmiş.
Bu arada da onun bulunduğu yerde nesilden nesile sağ kalmış binaların kesintisiz bir sıra ile birbirlerini takip ettikleri görülmüştür. Ve böylece, büyüklüğü ile, bırakıldığı yavaş çöküşe tanıklık etmesi ile, yoksulluğu ile ve yapmacıklıktan, dış görünüşüyle ilgili tüm gösteriş ve kaygılardan tamamen yoksunluğu ile bu Calais kulesinin sonsuz bir simgeselliği vardır. Bu, tam tersi duygular uyandıran İngiltere manzaraları ile sık sık karşılaştırılması bakımından özellikle çarpıcıdır. Ve üzülerek söylüyorum ki bu karşıtlık kendini en çok o asil umursamazlık konusunda insanların ne düşündüklerine gelince belli eder. Bir seferinde Kıta’dan döndüğümde anadilimde gördüğüm ilk ilanlardan biri şuydu: “To Let, a Genteel House, up this road.” [“Kiralık, kibar/soylu bir ev, bu yoldan.”] Ve bu beni bir tokat gibi çarptı. Çünkü Alplerin kireç taşlı bölgelerinin yukarı kısımlarında yedi ay boyunca hiç “genteel” fikriyle karşılaşmamıştım. Ayrıca Kıta Avrupalılarının genel olarak böyle bir fikre sahip olduklarını zannetmiyorum. “Güzel”, “büyük” veya “rahat” bir evin tanıtımını yapabilirler ama onca dillerinden hiçbirinin sağlayabileceği terimler arasından İngilizcedeki “genteel” bulunmaz. Bu sıfattaki tüm sefilliği biraz düşünün ve sonra Kanal’ı geçtiğinizde Calais’in çan kulesinin ona nasıl küçümseyerek baktığını görün. Bu kulenin büyüklüğü ve yaşı da modern İngiltere’deki belli başlı manzaralar ile tam bir zıtlık içerisindedir.
İnsan bunları, hem evlerin, hem manzaranın, çiftçinin başı ile etraftaki yükseltilerin tepelerinin aynı seviyede duracakları derecedeki olağanüstü küçüklüğünü ancak geri döndüğünde fark edebilir. Ve evler de, eksiksiz bir birlik oluşturacak şekilde düzenlenmiştir: salon, mutfak ve hepsinin kapısında birer tokmak, tavan arasında bir çatı penceresi, ikinci katında kavisli bir çıkma pencere* toplam on iki fit genişliğinde ve on beş fit yüksekliğinde. Yani en az üç tanesinin ortalama bir İsviçre kır evinin tahıl ambarına sığacağı ölçülerde. Ve kusursuzluğumuzun huzuru, kibrimizin sükûneti, bayağı zihinlerin yapılmasını gerekli gördüğü her şeyin yapılmış olması: Her yerde hissedilen bir erdemli ev hanımı ruhu, daimi bir yerli yerine oturtma ve yenileme içinde, hiçbir şeyin eski olamayacağı, olsa olsa “eski moda” sayılabileceği ve tarih ve etkileyicilik bakımından adeta sadece geçen yılın boneleri ile zamansal uyum içinde olabileceği şekilde kendisini ortaya koyar. Yurt dışında, sekizinci veya onuncu yüzyıldan kalma bir bina harap halde açık bir yolun üstünde durabilir, çocuklar etrafında oyun oynarlar. Köylüler onun içine mısırlarını yığarlar. Dünkü binalar onun etrafına sokulur ve yeni taşlarını onun boşluklarına yerleştirirler. O sarsıldığı zaman hislerini paylaşarak kendileri de sarsılırlar. Kimse buna hayret etmez veya onu ayrı, başka bir zamana ait olarak düşünmez. Antik dünyanın gerçek ve yeni ile bütünleşmiş bir şey olduğunu hissederiz: antik çağlar rüya değildir. Rüya olan daha ziyade eski taşların etrafında oynayan çocuklardır. Ancak her şey süreklilik içindedir ve “nesilden nesile” sözü burada anlaşılabilir olur. Oysa bizim burada, sadece “moda” ve “eski moda”dan ibaret, yaşayan bir şimdimiz ve hiçbir izi kalmamış, köylünün veya şehirlinin artık kavrayamadıkları bir geçmişimiz var. İkisi de aynı derece uzak: Kraliçe Elizabeth, Kraliçe Boadicea aynı yaşta ve ikisine de inanması güç. Verona’da Can Grande’nin penceresinden mezarına bakarız ve kendisinin aramızda olmamasını sadece odası yerine mezarında olması olarak hissederiz.
Geçmişte kalmış olduğundan değil, daha dün akşam aramızda olabilirmişcesine olmasından. Ancak İngiltere’de ölüler ölü kalmak için ölmüşlerdir, kimse onların bir zamanlar yaşamış olduklarına veya okul kitaplarındaki isimler dışında bir şey olduklarına inanamaz. Ayrıca bir de o düzenlilik ruhu vardır: pürüzsüz döşeme taşları; kazınarak düzleştirilmiş, sert, tekdüze, üzerlerinde tekerlek izi olmayan yollar; derli toplu bahçe kapıları ve isim levhaları, sınırlandırmanın ve düzenin, keskinliğin ve şıklığın timsali. Yurt dışında ise bir köy evi, insanın zayıflığına ve alın yazısına dair bazı itiraflar içerir. Devrim zamanlarında kalabalıkların yüklenerek yaraladıkları ve zorlanan menteşelerinin o zamandan beri kendilerini iyi hissetmedikleri o eski büyük kapılar hâlâ yerlerinde durur. Sütunun üzerindeki kırık tazı, hâlâ kırık ve bu haliyle daha iyi. Buna karşın uzun bulvar taze yeşillikler ile zariflik içinde. Avlu da portakal ağaçları ile canlanmış; bahçe biraz bakımsız bir araziye dönüşmüş -matmazel evlendiğinden beri bahçeyle kimse ilgilenmiyor ve bir sıra oda kilitli duruyor-? Madam öldüğünden beri içlerine kimse girmiyor. Bizde ise, kim evlenirse evlensin veya ölürse ölsün, hiçbir şey bakımsız bırakılmaz. Hemen ertesi sabah her şey cilalanmış ve kusursuz hale getirilmiştir. İnsanlar mutlu da olsa, sefil de olsa, yoksul da olsa, refah içinde de olsa, cumartesi günleri merdivenler süpürülür.**
Böylece İngilizlerin bu karakterine uzun uzadıya değinmiş oldum. Bunun nedeni okuyucunun soylu pitoreskliğin karşıt ögesini, yani acıya, yoksulluğa ve çöküşe kalbin gösterişsiz gücüyle asilce katlanmanın dışa vurumu olan ögesini hakkıyla anlamasını istememdi. Sadece gösterişsiz değil, aynı zamanda da bilinç dışı bir katlanış. Eğer binada, harap manastırdaki gibi görünür bir dalgınlık hali var ise güzeldir veya güzel olma iddiasındadır. Ama pitoresklik, bilinç dışı ızdıraptadır. Yaşlı bir işçinin kır saçları, pörsümüş kolları ve güneşte yanmış göğüsünde acınacak bir şey olduğunu bilmeyen görüntüsü gibi ve bu durumda iki uç nokta vardır. Kabullenilmiş yıkıntının acınacak durumunun bilinci -ki bu türüne göre güzel olabilir de, olmayabilir de- ve İngiliz modernizminin “tertemiz” görgü kuralları ve derli topluluğu içinde insana özgü tüm felaket ve kaygıların tamamıyla reddi. Ve ikisinin arasında, üzüntü ve yıkım olgularının bilinçsizce kabullenilmesi yer alır. Günlük zor işler hiç merhamet dilemeksizin ve aşağılanmaktan korkmaksızın başından sonuna dek sürdürülür. İşte Calais kulesinin ve pitoresk olan her şeyin -herhangi bir zihinsel veya insani ifade taşıması koşuluyla- dışa vurumu budur.
* Canterbury’nin ana yolunda bu küçücüklüğün bazı ilginç örnekleri vardır.
** Burada söz konusu olan, tabii ki sadece önemsiz, sadece görüntü için gerekli görevlerdir. Ciddi ve iyilikseverlik adına yapılması gereken görevlere ise, her türlü ailevi acı ortamında izin verilmelidir – İngiliz halkını şoke etme pahasına da olsa.
Modern Ressamlar, IV (1856)
Ruskin’in yakında Corpus Yayınları’ndan yayınlanacak Seçme Yazılar’ından alınmıştır.
Çeviren: Ali Mihrabi