A password will be e-mailed to you.

Ercan Akarsu’nun Sinema Emekçisi Türkan Şoray adlı Esen Kitap’tan çıkan çalışmasından Yeşilçam filmlerinin afişçisi İbrahim Enez söyleşisini yayınlıyoruz.


 

Tam bir emekçi oturuyordu karşımda. Kendi ellerimle pişirdiğim Türk kahvesini yudumlarken neler söyleyeceğini düşünüyordu sanırım. Bakışlarında yılların özeti vardı; tüm filmlerin kısa fragmanları geçiyordu sanki. Mutlu… Kıymetli vaktini bana ayırarak kendimi “iyi hissetmemi” sağlaması, bir ağabeyin kardeşinin sırtını sıvazlaması kadar yüreklendirici, içten ve manevi açıdan doyurucu bir davranıştı. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyor, böyle bir usta ile tanışmanın ayrıcalığının keyfini sürüyorum. Karşınızda İbrahim Enez!

Yeşilçam filmlerinin altın çağında tasarladığınız yüzlerce film afişiyle bu önemli döneme imzanızı attınız. Birçok sanatçıyı, birçok film için çizimlerinizle bir araya getirdiniz. Fakat bunlar içinde Türkân Şoray’a değinmek istiyorum. Bana biraz anlatır mısınız? Türkân Şoray’ı çizmek, onun olduğu bir film afişini hazırlamak sizde neler hissettiriyordu?

Bazıları çok heyecanlanır. Ben o heyecanı duymadım. Çünkü zirvede oluşunu ayrı bir yerde tutmam gerekiyordu işimi yapabilmem adına ki hakikaten Türk sinemasının zirvesinde bir hanım. Çünkü o, her şeyden önce bir sanatçı. Benim için önemli olanı da buydu zaten. Gerçekten önemli ve kıymetli bir sanatçı. Birçok filmini seyrettim. Çalışmalarını izledim. Rolünü gerektiği gibi oynayan bir sanatçı. Onun hakkını kimse yiyemez. Bu hanım, bugünkü zirvesine tırnaklarıyla gelmiştir.

Çalışmalarım için fotoğrafçımla birlikte Acar Film Stüdyoları’na gidiyorduk. Çektikleri sahnelerde bulunuyordum. Oraya gitmeden önce de eskiz halinde çizebileceğim afiş niteliklerini belirtiyordum. Ona göre de Türkân Hanım’a poz verdiriyordum. Mesela, bu poz verdirmem öyle kolay olmuyordu. Set aralarında ancak olabiliyordu. Bekliyordum. Ancak mola vermelerini, dinlenmeye çekilecekleri anı takip ediyordum. Yahut Türkân Hanım’ın rolünün dışındaki istirahat anında gerekli pozları verdiriyordum. Hatta bir poz verdirme anında Rüçhan Bey de oradaymış. Tabii ben farkında değilim o an. Aynı zamanda da Türkân Hanım’ın o meşhur kanunları vardı. Filmlerde öpüşmeyecek… “Peki” diyorum, kendi kendime yorumluyorum, öpüşmeyecek ama yani bir kucaklaşacak, eli eline değecek. Ondan sonra bir aşk sahnesi yaratırken o pozları alacak. Ama bir tek dudak dudağa gelmeyecek.”

Ben buna karşıyım. Çünkü bir sanatçı gerekeni verecek. Gerekiyorsa yapılacak. Öpüşmeyle, tutup sarılmanın arasında hiçbir fark yok. Yeter ki içinde bir istek, bir arzu, bir dönüşüm olmasın! Tabii buna bir şey diyemeyiz. Kendi bileceği bir mevzu. Hatta seneler geçti de Atilla Dorsay tarafından Türkân Şoray adına düzenlenen bir fotoğraf sergisine katılmıştım. Orada, “Keşke o kanunları koymamış olsaydım” dedi. Aslında kendisi de işin farkında.

Tabii bu yakınlaşmama durumları sizin çizimlerinizi etkiliyordu. Öyle değil mi?

Yine bir set arası Türkân Hanım’ın elini tuttum. İşte şöyle tutun, şöyle durun diye tarif ederken Rüçhan Bey bir kıskançlık krizine girdi herhalde, pek anlayamadım. Ama ikimiz de sanatçıyız neticede. O sinemada zirvedeyse ben de kendi işimde, yaptığım resimlerle zirvedeydim. Ve ikimiz de işimizi en iyi şekilde yapma durumundaydık. Öyle olması da gerekiyordu. Hemen o ara, orada çalışanlar Rüçhan Bey’e gidip izahta bulundular: “Efendim işte, bu bey Acar Film’in ressamı… Gereken pozları verdirecek. Afiş hazırlamak için fotoğraf çektirecek ki çizsin, etsin…”  Böyle bir anım var işte.

Peki Rüçhan Bey sonra sakinleşti mi?

Sakinleşmeyecek de ne yapacak? Türkân Hanım nasıl rolüne hazırlanıp en iyi oyunculuğu sunmaya özen gösteriyorsa biz de elimizdeki malzemeye göre fırçamızı o kadar iyi kullanabiliyorduk. Çünkü hiç kolay değil. Onların filmdeki hissiyatlarını kâğıda kaleme dökmek, fırçayla çizimini yapmak çarçabuk yapılacak iş değil.

Türkân Şoray’a poz verdirmek kolay mıydı?

Değil, değil… Asla kolay bir şey değildi. Çünkü öyle bir şey ki bir elini tutmakla az evvel anlattığım hadiseler oldu. Gözüne dokunup, yanağına dokunup şöyle bir çevirsek mesela, kim bilir ne olacak? Anlatabiliyor muyum? (Gülüyor…)

Peki Türkân Hanım hayalinizdeki pozu veriyor muydu?

Zeki bir kadındı. Bir kere gözleriyle konuşuyordu. Hakkını yememek lazım. Evet çok güzel rol yapıyordu ama gözleriyle de konuşuyordu. Biliyor musunuz, sinemada gözle konuşmak çok mühim.

Gözle çok şey anlatmak…

Tabii, tabii… Lütfi Akad da Türkân Hanım’ın bu özelliğinden söz ederdi zaten. Mesela ben sıfırdan yetişmiş bir ressamım. Lütfi Bey de sıfırdan yetişen bir yönetmendir. Kendi başına… Ve çok da başarılı işler çıkarmış. En güzel örneklerinden biri de Vesikalı Yârim. Nur içinde yatsın. Türk sinemasına çok hazine bıraktı.

Peki bu poz verdirme işlemleri bittiğinde Acar Film’e mi sunuyordunuz?

Elbette, sunumumu eskiz halinde yapıyordum. Zaten hiçbir zaman, hiçbir çizgim geri çevrilmedi.  Hepsi beğenildi. “Sen sanatçısın. Senin işine karışamayız. Gerekeni çizgi halinde vermişsin. Renkle boya…” diyorlardı. Guaj boyayla çalışmak o kadar zor ki! Yağlıboya gibi değil. Tüp içinde suluboya gibi düşünün fakat çok çabuk kuruyan bir çeşit. Renkleri karıştırmak çok zor. Hatta karıştıramıyorsunuz, sadece fırça izleriyle yumuşatıyorsunuz. Çalışılan resimleri çok iyi gözlemlerseniz gözle görülmeyecek kadar ince fırça çizgileri vardır. Ancak suyla çözülüyordu. Çabuk da kuruyordu. İş böyle olunca da önce kafanızda çizmeniz gerekiyordu, sonra da kâğıda pratik bir şekilde aktarmak zorunda kalıyordunuz. 50 * 70 ebadında özel presli kartonlar vardı ve Türkiye’de pek satılmıyordu, yurtdışından getirtiyorduk onları. Bu malzemenin üzerine çalışıyorduk. Bir tane oluyordu. Devamı ise gerektiği kadar matbaalarda çoğaltılıyordu. Taşra ve şehir sinemalarının vitrinleri için hazırlanıyordu. Üç bin, beş bin, on bin adet… O zamanlar afiş sarfiyatı çoktu.

Çizdiğiniz afişlerden herhangi birini Türkân Hanım’a gösterme imkânınız olmuş muydu? Veya görmüş müdür?

Zannediyorum biliyordu. Çünkü son dönemlerde -orijinal afişlerin matbaalarda kaybolup eksildiği zamanlardan sonrasından bahsediyorum- ne yapayım, ne edeyim diye düşündüğümde dünya ressamlarının tuvallerinde ölümsüzleşen çalışmalarından yola çıkarak ben de kendi afişlerimi yağlıboyaya dönüştürme kararını aldım. Hatta Türkân Hanım’ın Ana isimli bir filmi vardı. Bir Lütfi Akad filmiydi ve Rus bir yazarın (Maksim Gorki) romanından aktarılmaydı.  Ama Türk analarına göre konulaştırılan bir filmdi. Birinci film oynarken filmin afişi ne yazık ki çok kötüydü. Kötü dediğim, o zamanın imkânıyla çekilen bir fotoğraftı; film sahnesinden…  İyi hatırlıyorum, baskısını da ben yaptırmıştım. Ama istediğim bir afiş değildi. Ve oturup, bu afişin ikinci   defa kalıcılığını düşünerek ve yağlıboyaya geçişini hesaba katarak her şeyiyle Ana temasını anlatan bir çalışma çıkarmıştım ortaya. Türkân Hanım onu görmüş. Çok hoşuna gitmiş, beğenmiş. Biraz evvel de sözünü ettiğim Atilla Dorsay’ın fotoğraf sergisinde Türkân Şoray’ın yanına gittim. Dedim: “Türkân Hanım, ben işte şu filanım…” Sanırım başta pek anlamadı, zaten başı da kalabalıktı. Herkes resim çektirmek için kadının başındaydı.

Sonra “Türkân Hanım, ben Ana’yı çizdim. Gördün mü?” dedim.

“Ay! Siz miydiniz o?” dedi.

“Evet, benim” dedim.

Orada güzel bir sohbet etme imkânımız oldu ve yanağımı öptü. Ve herkese beni göstererek “Durun! Bakın benim filmimin afişini yapan ressam! dedi. Hatta bu yıl Türk sinemasının 100. yılı nedeniyle Tüyap Kitap Fuarı’nda benim de sergim vardı ve Türkân Hanım’a kendi filmlerine bakması için yönlendirme yapmak istedim fakat bana çok yorgun olduğunu ama tek tek bakacağını söyledi. Kadın mutluydu tabii… Kaç oyuncunun adına böyle şeyler yapılıyor ki! Zirvede olan kaç kişinin yaşayışlarını aktaran projeler yapılıyor? Evet var ama bunun en çok örneği Türkân Hanım için hazırlanıyor. Hak ediyor da. Damga vurmuş Türk sinemasına. Seviyorum kendisini… Eksik olmasın.

İbrahim Bey, son sorum da bu çalışmamın görsel bölümünü oluşturan lobiler üzerine. Yeni nesil için lobinin ne anlam ifade ettiğini bir de sizden duymak istiyorum. Sizin yorumunuz sonrası okuru lobiler içinde bir zaman yolculuğuna çıkaracağız.

Lobi, sinema vitrinlerinde 25 * 35 ebadında basılmış, siyah beyaz fotoğraflardı. Kenarında afişi lanse eden bir sahne olurdu. Yani afişi renkli olarak bir çerçeve içerisinde düşünürsek yanında da 8-10 tane, film sahnelerinden çekilen fotoğrafların konularak bir reklam aracı niyetiyle kullanılan baskılardı. Sinema girişlerinin lobilerinde kullanıldığı için lobi adını alıyor. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum. Fuayeye girmeden sinemaların sağda solda vitrinleri vardır. Bu lobiler de oralarda sergilenir. Hatta renkli filme dönüldüğünde bazen afiş yerine filmin en can alıcı sahnelerinden derlenerek hazırlananları da olurdu. Kısaca, filmin vitrini.

Bir de ilave etmek istediğim bir şey var ve bunun da bu kitap vasıtasıyla okunmasını, bilinmesini istiyorum. Çünkü gerçekten üzüldüğüm bir hadisedir. İki hafta önce Beyoğlu Belediyesi’nin düzenlediği, kendi sanat galerilerinde teşhir ettiği 50 tane afişim sergilendi. Açılışına maalesef beni çağırmadılar. Belediye başkanı ve ekibi pasta kestiler vs. Tabii ben de çağırılmayınca, bunun sorumlusunun kim olduğunu öğrenmek istedim. Ve bir hanım olduğu bilgisini aldım, ardından kendisini telefonla aradım.

“Size İbrahim Enez ismi acaba bir şey hatırlatıyor mu?” dedim.

“Aa… Tanıdım. Evet. Aşağıda salonda, şu an sergilenen afişlerini yapan ressamdır kendisi.”

“Yaa… Sahi mi, öyle mi? Siz bir açılış yaptınız, yani bir düğün yaptınız fakat gelin var, damat yok” deyince hemen özür dilemeler, izah etmeler ardı sıra geldi. Meğer sorumlu olan bayanın babası vefat ettiğinden dolayı başkasını görevlendirmiş ama organizasyonu devralan kişi de unutmuş. Bunların bir bahane olmadığını söyledim. Ne olursa olsun! Adıma açılan bir sergide benim olmayışım kadar kötü bir şey olamaz herhalde. Bir de anons etmişler ismimi üstelik…

Agâh Özgüç gece saat 22.00’de beni aradı. “Sen neredesin? Sergide anons edildin, ortada yoksun!” deyince “Tüh!” dedim, yazıklar olsun! Baban da ölse, cenazen de olsa o acının arasında bir kişi yemek yeme, uyuma ihtiyacını nasıl karşılayabiliyorsa bu işi de halledecek ve önemli bir vazife olarak kabul edecekti.

Haliyle küstüm o sergiye… 15 gün kaldı gösterimde fakat ben iki, üç defa gittim ve eşi dostu da gittiğim günleri haber vererek davet ettim. Öte yandan oraya gelen basın mensuplarına şunu da söylemeyi bir borç bildim. Eğer Kültür Bakanlığı bana bir görev verirse bu meslekte yetişme hevesi olan yeni nesli eğitmekle onur duyarım. Yeter ki bu sanata yönlendirebileyim. Yine maalesef ki bundan yıllar önce Kültür Bakanlığı’na gittiğimde koridorda birkaç afişim asılıydı ve onları göstererek “Bunları ebedileştirmek istiyorum, yağlıboya çalışmalarımla” diye sözünü ederken benden teklif göndermemi istediler. Ben de gönderdim. Fakat işin garip tarafı tanesine çok büyük para da istemediğim halde çok acı bir yazı, tarafıma ulaştı: Sizin yeteri kadar basılmış afişleriniz bizde mevcuttur. Gerek duymuyoruz” dediler. Bunlar okunsun istiyorum. Çünkü basın, bu tür sergilere ve bu sanata yeterli ilgiyi göstermiyor.

Aliağa’da böyle bir gece oldu. Ben, Filiz Akın ve Türkân Şoray vardık. Belediye başkanı çok iyi bir adamdı. Gece saat 22.00’de bizi şık bir mekâna yemeğe götürdü mesela. Bir orkestra var ki orada olmalıydın. Türk film müziklerini çaldılar. Bayıldık. Ben bir ara zannettim ki orkestrayı Timur Selçuk yönetiyor. Sen olsaydın, sen de çok severdin. “Karagözlüm”den tut da en sevilenlere kadar… Tek tek her birini tebrik edip kutladım. Bir tek Milliyet gazetesi ufak bir yer vermiş. “İbrahim Enez’in Aliağa’daki 100. Yıl Sergisi’ni işte şu isimler şereflendirmiştir” şeklinde bahsetmiş.

Ben, sanata ve sanatçıya değer veririm. Sanatçı ülkemizin medarıiftiharıdır. Her şeyidir. Sanatçısız bir memleket olamaz. Sizin de yolunuz açık olsun. Güzel bir çalışma hazırlıyorsunuz.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 22:52:38