Turan Erol ve eşi Türkan Erol’u bugün peş peşe kaybetmiş bulunuyoruz. Erol, 23 Kasım 1999 yılında genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez’e bir röportaj vermiş, o kadar stiller deneyip, farklı anlayışlar inceledikten sonra dönüp geldiği noktanın neresi olduğunu söylemişti. Anılarına saygıyla…
Milli Reasürans Sanat Galerisi’ndeki Turan Erol sergisi, Turan Erol’u hiç bilmeyene Turan Erol’u öğretiyor, Turan Erol’u iyi bilene de Turan Erol’la ilgili hiç bilemeyeceği ayrıntılar sunuyor. Sergi, sanatçıyı dünden bugüne taşıyor, tüm o eski günler arasında kalan hayatları, ağaçları, güvercinleri, evleri tekrar tekrar gündeme getiriyor. Serginin belki de en görkemli resmi, Büyük Mor, en zor anlaşılır olanı ise Kavaklar. Turan Erol’un, Ivy Stangali adlı desen çalışması ise büyük gizemini koruyor. Şimdi Turan Erol, “dün”ü anlatıyor. “Deneyip, çabalayıp yine geldim o 1945 yılına” dediği dünü.
“O hüzün, O Yalnızlık”
“Bizim öğrencilik yıllarımızda iki kaynağa çok bakıyorduk. Biri; Rönesans kökenli sanat ve mesela Leonardo’yu, Holbein’ı aynı derecede inceleyen genç öğrencilerdik. İkinci ilgi alanım ise o günün en yeni en çağdaş sanatını temsil eden Picasso, Matisse ve Bonnard gibi Paris Ekolü içinde mütalaa edilecek ressamlardı.”
“50’li yıllar boyunca, 1950 ile 1960 arası Türkiye’de biraz geometrik biçimlendirme biraz stilizasyona yönelmiş bir ortak üslup, herkesin paylaştığı bir akım vardı. Diyarbakır döneminde yaptığım resimlerde o eğilimin 50’li yılların, Türk Resmi’ne egemen olan eğilimin izleri var. ”
“33 yaşında Paris’e gittim. Geç! “Keşke daha önce gitseydim” dedim. Ama birtakım tecrübelerden sonra Paris’e gittim. Ondan önce öğretmenlik yapmıştım. Mümkün olduğu kadar kendimi yetiştirmek istiyordum. Çalışmaktan daha çok müze ve sergi dolaşıyordum. Kaldığım otel odasında resim yapıyordum. Yakınımızda Lüksemburg Parkı vardı. Müthiş bir güzel bahçe vardı. Ve orada egemen olan ağaç türü at kestanesi. Ben gittiğimde Ekim ayıydı. Yağmurlar başlamıştı. Park yanık Siena toprağı, bir boya türüdür. Hep onu gördüm orada. O çok etkiledi beni. Ekim yağmurlarıyla ıslanmış ağaçların gövdeleri, onların art arda gelerek oluşturdukları ekspresif leke, yağmur var, insanlar uğramıyorlar; bunları çok yaşadım. O hüznü, o yalnızlığı.”
“Otel odasına bir tek resim götürmüştüm. O da Boranhaneler, güvercin yuvaları konusunda yaptığım bir kolaj. O bir yalnızlığın, hüznün, gariban bir dünyanın aynasıydı sanki. Ben onu Diyarbakır’da dolaşırken yapmıştım. Kerpiç evlerin, o çoraklığın onların üzerinde uçuşan güvercinlerin resmiydi o.”
“Şimdi düşünüyorum da o kadar stiller denedim, farklı anlayışları inceledim. Dönüp geldiğim nokta o 1945 yılının resmi; Milas’tan.”