A password will be e-mailed to you.

Tunca’nın adını ilk olarak 9. İstanbul Bienali’ne paralel olarak Guido Casaretto ile gerçekleştirdiği “Yüzen Gecekondu” isimli performansla duymuştuk. Daha sonra “Desire” isimli projesinde tarih ve politikayı gastronomi ile ilişkilendirerek belleğimizi zorlamıştı. Bu kez, yine bir bienal zamanı, Galerist’teki kişisel sergisi “Terra Amata” ile karşımıza çıkarak, en temel barınak biçimleri üzerinden mimari yapıyı hem bir nesne hem de bir mekân olarak ele alıp sorgulamamıza aracı oluyor.

 

Raife Polat: Çalışmalarında toplumsal ve politik olaylar üzerindeki ideolojik kurguların ve tarihsel yücelticiliğin aşılmasını kendine dert ettiğini söylüyorsun. Nasıl diye sormak istiyorum? 

Tunca: Bu biraz benim modernizmi manipüle etme biçimim ve bu cümle ‘nasıl’ı özetliyor. Desire projemde mesela, modernizmin sembollerinden birisi olan diktatör portreleriyle dertleniyordum ve diğer taraftan ele aldığımız zaman da yine modernizme dair pek çok kavramın bir pik noktası olarak gördüğüm 1940’lara odaklanıyordum. Özelinde bu kez o ‘nasıl’ı Auschwitz’de ele alıyorum; oradaki manzaraları, karşılaştığım yapıları, görüntüleri, mimari yapıları bir şekilde tarihsel kökleriyle yeniden ilişkilendirerek eleştiriyorum.

Auschwitz’e ilgi nereden geliyor? 

Tunca: Bu benim Desire’dan sonra üzerinde çalışmaya başladığım bir konuydu. Desire’ın sergilendiği 2014 yılında, Polonya ve Türkiye ilişkilerinin 500. yılı etkinlikleri kapsamında İstanbul’da bir seri etkinliğe davet edilmiştim ve Adam Mickiewicz’in müze evinde bir yemek performansı yapmıştım. Bu performans için iki tane tavuk yemeği seçmiştim. Birisi Polonya tarifiydi ve bu tarifin geçmişini araştırmak üzere Polonya’ya davet ettiler beni. Ben de bu daveti son araştırmama evirdim. Varşova’dan Krakow’a geçtim ve müze kampları ziyaret ettim. Orada fotoğraflar çekip araştırmamı yapabildim. Daha önceki işlerimde bir şekilde bu ilişkiyi kurduğum yerde belgenin birebir yaratıcısı ben değildim, halbuki bu projenin bence en kilit yerlerinden birisi de bu durum; bu serideki eserleri kendi tanıklığımla, deneyimlememle belgelemem de söz konusu oldu. Genelde deneyim üzerine işlerimi üretiyorum. Desire’da aşçılık hikâyesi benim için bir deneyimdi ve bunun sonuçları, öncesi ve sonrasının birlikteliğiyle proje çıkmıştı. Burada da bu ziyaret aslında önemli bir deneyimdi.   

Geziye giderken sadece fikir olarak mı vardı?

Tunca: Evet. Oradayken sanatçı yargılarımın dışında olmak istedim. Tarihçi bir rehberle birlikte ve fotoğraf makinemle sadece iki günlük bir ziyaretti. İlgimi çeken şeyleri fotoğrafladım, yazdım, kaydettim. Bunlar nasıl işe dönüşür o sırada detaylı düşünmedim. Benim zaten çalışma biçimim böyle; bir şeyleri öyle yanımda getirip, kafamda taşıyıp, ondan sonra onun evrilmesine izin veriyorum. Sergiye kadar aklımdakiler değişiyor, farklı formlar buluyor, daha sonra o iletişimi tamamlayan işler bir arada sergiyi oluşturuyor. Bu ziyaret sadece o deneyimi serbest bırakıp yaşamaktı aslında. Onun malzemelerini, duygusunu taşıyabilmekti. Onu işleştirmeye yönelik bir yargıyla yaklaştığınızda çok objektif bir şeye dönüşebileceğine inanmıyorum; çünkü o zaman kafanızdaki o görseli ya da durumu aramaya başlıyorsunuz. 

Belli ki yolculuğu biraz daha farklı olmuş. Çünkü malzeme bütün çıplaklığıyla bir toplama kampı; Auschwitz. Bu gerçeği belgelemişsin. Ama oradan yola çıkarak başka bir yere varmışsın. Terra Amata’ya. Bunu biraz anlatır mısın?

Tunca: Bu sene içerisinde İKSV’nin Cite des Arts rezidansına seçildim ve üç ay Paris’e gittim. Terra Amata ismini de oradan getirdim. Bana soruyorlardı Paris’ten iş getirdin mi diye, Paris’ten bu serginin ismini getirdim aslında. Oradaki Doğal Tarih Müzesi’ni gezerken ‘Terra Amata’ ile tanıştım. Sonra üzerine araştırdım. İnsanların, daha doğrusu Neandertallerin mağaradan çıkıp toprağa birkaç taş dizip o taşların üzerine de çalıları, ağaçları yerleştirip çatı yaparak ilk kez bir yapı ortaya koymaları durumu ilgimi çekti. Auschwitz’den getirdiğim malzemenin temel omurgası ‘Domus’tu. Domuslar da birer ev görüntüsü veriyordu bize. Ama bu ev görüntüsünü manipüle eden durum aslında benim orada öğrendiğim bir başka hikâyeydi. Toplama kampında kalan bir çocuğun barakalardan birinin içerisine bir ev çizmiş olmasıydı. Rehberin bana söylediğine göre kampta o dönemde bir sürü çocuk doğmuş. Onlara bu barakalarda eğitimler verilmiş. Kampta doğan bir çocuğun çizdiği resmi hayal edip etrafıma baktığım zaman, bu çocuğun ilk çizdiği yapının kendi barındığı ‘ev’ olmasıydı. Psikolojik temsili çok önemli olan bir şey. Hepimizin neredeyse sanata, çizmeye ilk başladığımızda çizdiğimiz, çocukken çizdiğimiz ev formu. Ama çocuğun bir yıkıntı, bir trajedi bölgesinde, soykırımın yaşandığı o yerde, dışarıdaki gerçek evi bilmeden, etrafında  gördükleriyle bir ev temsili yaratması farklı bir iletişim, bir ironiler zinciri kuruyor aslında. 

Ama sonuçta çocuğun çizdiği ev tüm çocukların çizdiği o klasik ev formuydu, değil mi? Sergide gördüğümüz işlerde olduğu gibi. İşte çatı, pencereler ve kapı. Baca yok gerçi. Pencere kapılar da biraz farklı… Ama ilk algı klasik bir ev olduğu yönünde. 

Tunca: İşte orada bir ironi var zaten. Pencerelerin, kapıların duvara göre oranları, çatının büyük olması, çocuğun güven hissi. Çizdiğim bu üç yapıyı pedagojik temsiller açısından sorgulamaya başladığımda ortaya çıkan bu ironi oldu. Diğer taraftan da çocukluğu temsil eden şey bence böyle bir doğruyu, doğru da tartışmalı aslında, daha çok bir şeyleri bulma çabası diyelim. Doğru denklemi oluşturma çabası. Ben de onu ortaya koymaya çalıştım. İki pencere, iki kapı ve bir kapı bir pencereyle…

Peki, tekrar Terra Amata’ya dönersek… Sergide resimlerin dışında, bir takım yerleştirmeler, mekâna özel tasarımlar, heykeller de var. Tüm bunlar bir arada bir bütünü oluşturuyor, bir yolculuğu aktarıyor bize. Nasıl bir yolculuk o?

Tunca: Sergiyi kurarken aslında isimle kurduğu ilişki daha güzel yerine oturdu. Sergi mekânı odalardan oluşuyor. İlk odada doğayı ve toprağı çalıştığım üç desenle başlıyoruz sergiye. Birisinde toprağa insanın yaptığı müdahaleyi, bir diğerinde doğanın insan yapısına yaptığı müdahaleyi görüyoruz. Topraktan dinsel yapıya, dinsel yapıdan eve geliyoruz. Sosyolojik çizelge olarak baktığımızda Göbeklitepe’nin keşfiyle de anlıyoruz bu ilk önce tapınağın inşa edilmesi durumunu. İkinci odada gördüğümüz rotunda formuyla ona da gönderme yapıyorum aslında. Rotunda formu bizim ateşin etrafında oturma biçimimizden Göbeklitepe, Pantheon, Stone Edge’ye dek gidiyor. Gökyüzünde yıldızların dönüşünden, güneşin dönüşünden etkilenilmiş olarak oluşan bir form. Ama daha öncesinde dinsel, kutsal mekân yapısı olarak kodlanıyor. Benim çalıştığım form kampın su depolarıydı. Kampın içerisinde çok büyük, neredeyse anıtsal üç adet su deposu vardı. Formları da işte bu en eski mimari formlardan, kutsal mekân formlarından birisiydi. Suyla ilişki kurması da yine başlı başına bir ironiler zinciri oluşturuyor. İnsanın toprakla kurduğu bir diğer iletişim ya da etkileşim ise ölüm aslında. Onu da serginin en sonunda dinsel temsilleriyle ve kargayla görüyoruz. Odadan çıktığınızda yapıya, eve, insanın inşa ettiklerine, hatta kente bile giden bir yolculuk başlıyor. Hikâyenin politikleşme durumu da bu ilişkiler içerisinde gelişiyor.  

“Sizi yalnızlık hissiyle baş başa bırakmak istedim”

Bir çıplaklık hissi de var tüm bu yapılarda, formlarda, anlatıda. Kurumuş çimlerden başka hiçbir şey yok etraflarında, hiçbir canlı yok. Hepsi bir arada ölü, cansız gibi görünüyorlar. Yoğun bir yalnızlık hissi yaratıyor. 

Tunca: Bilinçli olarak kullandığım bir bakış açısı bu yalnızlık hissi; çektiğim fotoğraflarda da, daha sonra kadrajla kurduğum ilişkide de var bu. Etraftaki bütün yargılardan uzaklaştırmak, yalıtmak, sizi onunla baş başa bırakmak istedim çünkü. Formu, yapısını tekrar incelemeye, sonra arkasını biraz sorgulamaya yöneltmek; başka bir şeyler araya girmeden onunla baş başa kalınabilmesini sağlamak istedim. O zaman da böyle bir his ortaya çıkıyor tabii. 

Bellek meselesine girelim o halde biraz da. Önceki işlerinde de geçmişle ilişkilendirme var. Nasıl bir mesele bu senin için?

Tunca: Bellekle sanatın kurduğu iletişimi seviyorum. Bir tarihçinin çalışma biçiminin haricinde benim belleği manipüle edebilme durumum var. Ama bu manipüle etme durumunu, konuya politik açıdan baktığımızda, siyasi evrime sonuç vermeden, biraz farklı perspektiflerden de bakabilmemizi sağlamak üzerine kuruyorum. Sonuca dair bir şeyi manipüle etmek değil de benim o meseleyle öykücü bir şekilde iletişime geçmem ve bu şekilde izleyicinin farklı yorumlar yapabilmesi için gerekli zemini sağlamaya çalışmak aslında yapmaya çalıştığım. 

“Bu kez organik olana götüreceğim” 

Son olarak Tunca’nın bundan sonraki projelerine bakalım o zaman. Desire bir taraftan ilerlemeye, başka süreçlere yol almaya devam ediyor. Terra Amata da devam edecek mi ya da bir başka sürece evrilecek mi?

Tunca: 2018 Mart’ında Tel Aviv’e, geçtiğimiz bahar Amsterdam’daki Corridor Project Space’de Superflex‘in Flooded McDonald’s adlı eseriyle de beraber sergilenen Desire projesini taşıyacağız ve yine gastronomi üzerine bir performans gerçekleştireceğim. Terra Amata’yla ilgili de üzerinde çalıştığım şeyler var. Bu kez biraz daha farklı bir açıdan bakıp hayvanlara, insanlara, organik olana götürmeyi düşündüğüm bir süreç var. Terra Amata’nın bu devam çalışması sevgili Serra Yentürk‘ün küratörlüğünde 2018’de Paris’te sergilenecek.  

Bu yalnızlık hissinden çıkıp canlıya döneceğiz o halde… 

Tunca: O tam öyle olmayacak. Bahsettiğim süreç sonunda gerçekten öyle hissedebilecek misiniz bilmiyorum. 

Çok gizemli. Bekleyeceğiz o zaman.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 13:41:30