Tiyatro sanatçısı Aliye Uzunatağan’la 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde izleyeceğimiz oyunu Lillian’ın provasından önce görüştüm. Kendisiyle oyunuyla ilgili konuştuk. Tiyatro ve oyunculuk üzerine düşüncelerini ve tecrübelerini paylaştı.
Büşra Bayraktar: Muhsin Ertuğrul ekolünden geliyorsunuz ve önümüzdeki günlerde Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Lillian’la 51. sanat yılınızı kutlayacaksınız yanılmıyorsam. Bu muazzam bir şey. Ne hissediyorsunuz bu konuda?
Aliye Uzunatağan: Kendimi çok şanslı hissediyorum o kuşağı tanımış olmakla. Muhsin Ertuğrul’un odasında okul ödevlerimi yaparak büyüdüm. Tabi o kuşağın tiyatroya aşkını o kuşak var etti. On yedi yaşıma kadar çocuk doktoru olmak istiyordum, on yedi yaşımda tiyatro sanatçısı olmaya karar verdim. Muhsin Hoca’ya akademik bir sanatçı olacağıma ve her değişikliği öğreneceğime dair verdiğim bir söz vardı ve o sözü tuttum. O kuşak çok farklı bir kuşaktı. Tiyatro kutsal bir yerdi onlar için. Şöyle söyleyeyim yağmurda çamurlu ayakkabılarıyla içeriye girmez, ellerine alıp çoraplarıyla yürürlerdi. O kadar temiz, dikkatli, disiplinli ve çalışkan bir kuşaktı. Çok şükür ki onlarla büyüdüm. Ben de bütün disiplinimi ve çalışkanlığımı onlardan almışım. Tabi bunların yanında seyirci çok değişti. O zamanlar herkes çok şık gelirdi tiyatrolara. Şimdi sosyal hayat değişip hızlandığı için insanlar ancak işten çıkıp bir tost yiyip yetişebiliyorlar tiyatroya. Sanat bugünkü gibi değildi, çok saygı duyulurdu. Devlet büyükleri de çok saygı duyar ve gelip oyun seyrederler, eleştirilerini yaparlardı. Şimdi çok az görebiliyoruz devlet büyüklerini tiyatroda, operada ve balede… Yeni bir yasa çıkacağı söyleniyor. Sanat dünyası olarak hepimiz çok üzgünüz. O yasanın tiyatroya, operaya, baleye yaramayacağını biz sanatçılar şimdiden biliyoruz. Çünkü işin mutfağına uygun değil. Bu sanat kolları bir oyunu sahneye çıkartırken sahne arkasında yüzlerce kişi çalışır; kostümcüsü, ayakkabıcısı, şapkacısı, sanat yönetmenleri… Bunlar gayet ilkel koşullarda çalışarak yapılır ve bu yüz kişiyle sahnedeki sanatçının yaratıcılığı birleşir ve ortaya başarılı işler çıkar. Türk Operası’nın da Türk Balesi’nin de Türk Tiyatrosu’nun da çok önemli noktalara geldiğini düşünüyorum bu yüzyılda. Fakat bu başarıdan geri adım atılacak. Bu yasanın getirdiği şey en az iki üç senede ancak oturabilir diye düşünüyorum ve başarılı işler çıkarılamayacak diye de korkuyorum açıkçası. Bir de bu işlerde usta-çırak ilişkisi çok önemlidir. Ustalar emekli olup giderse okul bitirmiş çocuklar nerede tecrübe kazanacaklar. Bu beni çok üzüyor. Bunun dışında opera, tiyatro ve balenin geldiği noktayı çok başarılı buluyorum. Yurtdışını, festivalleri çok sıkı takip eden biri olarak söylüyorum bunu.
Büşra Bayraktar: Festivaller dediniz, kültür sanat festivalleri son dönemde oldukça arttı. Tiyatro anlamında da festivaller dahilinde birçok yerli ve yabancı oyun izleme fırsatı buluyor seyirci. Bunların yanında atölyeler, söyleşiler gerçekleştiriliyor. Sizce bu festivaller istenilen kitlelere ulaşabiliyor mu?
Aliye Uzunatağan: Ulaşıyor çünkü meraklı olan, öğrenmek isteyen herkes bu atölyelere gidiyor. Şimdiki kuşağın bizden bir farkı bu. Teknoloji çok gelişti. Dolayısıyla onlar bir tuşa basarak dünya tiyatrolarında neler oynuyor, nerede ne yapılıyor bütün bunları takip edebiliyorlar. Biz ancak kalkıp gittiğimiz zaman onları seyredebilirdik. Aynı zamanda yayın hayatı da çok gelişti. Mesela Stella Adler’i isim olarak bütün tiyatrocular bilirdi ama kitap Türkiye’de daha yeni yayınlandı. Yani metod kitapları yayınlanıyor artık. Eczacıbaşı ailesine çok büyük minnet borcumuz var. Çünkü bu aileyle İstanbul Tiyatro Festivali bugün dünya çapında bir festival haline geldi. Dünyanın en ünlü tiyatro gruplarını seyretme şansı bulabiliyoruz. Türkiye’de sanatı bir başka noktaya çektiler. Ben sadece minnet duyuyorum bu aileye karşı.
Büşra Bayraktar: 19. İstanbul Tiyatro Festivali programını inceleme fırsatınız olduysa önerebileceğiniz oyun ya da performanslar var mıdır?
Aliye Uzunatağan: Ostermeier’ın Bir Halk Düşmanı. Thomas Ostermeier en sevdiğim yönetmenlerdendir. Onu mutlaka herkesin izlemesini isterim.
Büşra Bayraktar: Biraz festivaldeki oyununuz Lillian’dan konuşalım isterseniz . Lillian 20. yy Amerikası’nın önemli yazarlarından biri. Özellikle siyasal duruşuyla biliniyor. Lillian nasıl bir karakter, biraz bahsedebilir misiniz?
Aliye Uzunatağan: Lillian Hellman dediğiniz gbi 20. yüzyıl Amerikası’nın çok önemli bir oyun yazarı ve senaristi. On beş tane senaryo yazmıştır ve bunlar kırklı yıllarda Oscar almış filmlere konu olmuştur. Mccarthy’e yaptığı savunma o kadar beğenilmiş ki ”kadın kahraman” ilan edilmiştir. Dashiell Hammett, Lillian’ın büyük aşkı, edebiyatı dedektif romanlarına sokan kırklı yılların çok ünlü bir yazarı olarak anılır. Onlar çok özgür ruhlar, evlenmemişler. Birliktelikler ve kopuşlarla dolu otuz yılı yaşamışlar. Tabi normal bir ilişki değil; iki yazar… Çok hırçın şeyler yaşamışlar. Oyun bir hastahane koridorunda Lillian’ın büyük aşkının yoğun bakımda ölmek üzere olduğu bir ”bir saati” anlatıyor. Lillian çocukluğundan başlayarak ailesiyle, ilişkisiyle, Dash’le, her şeyiyle yüzleşiyor. O bir saat yirmi dakikada bire bir zamanda geçiyor bütün oyun, sonunu da söylemeyeyim artık.
Büşra Bayraktar: Lillian’ı 2000 yılında Tiyatro Stüdyosuyla birlikte sahnelemiştiniz. Ahmet Levendoğlu yönetmişti. Şimdi ise Orhan Alkaya yönetiyor. Sizin açınızdan ne gibi değişiklikler oldu bu süreç içerisinde? 2000 yılında oynadığınız Lillian ile bugünkü arasındaki değişim, gelişim nedir?
Aliye Uzunatağan: Evet o başka bir yorumdu, Orhan Bey’inki çok başka bir yorum. Bu yorum çok daha Lillian’a uygun. Bir hafıza akışı olarak sahneye koyuldu ve ben çok duygulanıyorum oynarken. Bu yorum içinde kendimi çok daha yakın buldum Lillian’a.
Büşra Bayraktar: Oyunun yazarı William Luce’un oyunu yazım sürecinde Lillian’la birlikte çalıştığını biliyoruz. Bu durumun metin üzerindeki etkisi nedir?
Aliye Uzunatağan: Lillian’ın eleştirileri olmuştur. Yazar tekrar yazıp getirmiştir. Lillian öyle kolay kolay herkese teslim olacak bir karakter değil. Bunun için büyük titizlikle yazılmış hayatı ve bana sorarsan çok da güzel yazılmış.
Büşra Bayraktar: Oyunculuk sanatı hiç bitmeyen bir süreç. Siz de bu süreçte birçok oyuncuya koçluk yapıyorsunuz. Türkiye’de pek öyle değil ama dünyanın birçok yerinde oyuncular koçlarıyla çalışıyorlar ve bu kesinlikle yadırganan bir durum değil. Türkiye’de durum neden bu şekilde sizce?
Aliye Uzunatağan: Koçluk yanlış anlaşılıyor. Beceremeyen oyuncuya koçluk yapıldığı sanılıyor. Yanlış. Koçluk oyuncuyu karaktere hazırlar, o karakteri giyinmesine yardımcı olur. Yoksa elini böyle yap, kaşını şöyle yap demez.
Büşra Bayraktar: O bahsettiğiniz usta-çırak ilişkisinden geliyor bu değil mi?
Aliye Uzunatağan: Evet evet kesinlikle. Koçluk lafı bile yoktu aslında. Ben Türkiye’nin ilk koçlarından biriyim. Bunun için de çok para sarfettim, çok emek verdim. Şimdi zaten talebe yetiştiriyorum.
Büşra Bayraktar: Birçok oyunda, dizide ve filmde oynadınız. Aynı zamanda birçok karaktere de ses verdiniz, can oldunuz. Dublaj hayatınızda nasıl bir yerdeydi?
Aliye Uzunatağan: Türkiye’de herkes kendini konuşsun istedim. Öbür türlüsü fotoroman oyunculuğu oluyordu. Bir dönem Türkiye’de arkadaşlar o kadar yoğun film çekerlerdi ki konuşmaya vakitleri olmazdı. Onun için dublaj vardı. Ama sonra kendini konuşmayana ödül yok diye bir karar alınınca ben de dublajı bıraktığımı ilan ettim. Çok da güzel oldu bence.
Büşra Bayraktar: Oynamaktan en çok keyif aldığınız rol neydi?
Aliye Uzunatağan: Her rolümden keyif alırım. En çok keyif aldığım oyunlardan biri Heinrich Böll’ün Nobel alan eserinden oyunlaştırılan Katherina Blum’un Çiğnenen Onuru’ydu. Zengin Mutfağı vardı Şener Şen’le çok severek oynadığım. Yirmi beş sene kadar Başar Sabuncu’yla çalıştım ve çok keyifli işler yaptık. Şimdi de Orhan Alkaya’yla çok keyifli bir iş çıkarttım. Lillian o kadar içime siniyor ki kendimi unutuyorum sahnede. O duygu, sahnede olma duygusu çok güzel. Aliye’den çıkıp Lillian olma duygusu çok güzel bir şey. İki sene yöneticilik yaptım tiyatroda. İki seneme yazık olmuş keşke yapmasaydım diye düşünüyorum şimdi. (Gülüşmeler) Sahnenin üstünde olmak benim en büyük aşkım hayatta.
Büşra Bayraktar: Peki oynamayı çok istediğiniz ama henüz oynamadığınız bir rol var mı?
Aliye Uzunatağan: Hamlet oynamayı çok isterdim. Hep gözüm erkek rollerindedir. Çünkü onlar çok daha iyi yazılır yazarlar tarafından. Yoksa çok doygun bir sanatçıyım. On yedi yaşımdan beri başrol oynuyorum. Türk Tiyatrosu’nun klasiklerinde, modern oyunlarında, dünya tiyatro edebiyatının büyük bir bölümünü oynadım. Onun için çok tok bir sanatçıyım.
Büşra Bayraktar: Son olarak size öğrencilerinize verdiğiniz tavsiyeleri soracağım. Oyunculara ve oyuncu adaylarına bir hoca olarak neler söyleyebilirsiniz?
Aliye Uzunatağan: Oyunculuk sadece bilgiyle olur. Akademik oyunculuğu, Stanislavski yöntem oyunculuğu çalışmalarını isterim. Bir role hazırlanırken yöntemli çalışmalarını isterim. Çünkü örneğin bir oyuncu bir role uygundur ve onu çok iyi oynar ama ikinci bir rolü oynayamaz. Mutlaka eğitim şart. Ondan sonra da çok geniş bir perspektiften dünyaya bakmaları gerekir. Politikadan mimariye kadar oyuncu her şeyden bir lokma bilmek zorundadır. Oyuncunun bir dünya görüşü olmalıdır. Oyuncunun felsefe bilmesi lazım, Türk klasiklerini, Rus klasiklerini okuması lazım. İngiliz, Fransız… Çalışkan ve disiplinli talebelerim var. Ne desem yapıyorlar. Benimki öğretmenlikten çok el vermek oluyor onlara. Çok başarılı olan, şimdi star olmuş öğrencilerim var. Çok mutluyum onlarla, ben de genç kalıyorum sayelerinde. (Gülüşmeler)
Büşra Bayraktar: Çok teşekkür ediyorum bu yoğun programınızda zaman ayırdığınız için.