20.yüzyıl Avrupası’nın detaylı bir portresini yaratıyor Jaume Cabré. 830 sayfalık bu destansı roman, yazarın Türkçedeki ilk romanı…‘İtiraf Ediyorum’, okuduğum en özel iki üç romandan bir tanesi…
(…) Sana yazdığım bu uzun mektup sonuna geldi. Daha kısa bir mektup yazacaktım ama vaktim yoktu.
Tanrı ve tanrısızlık, iyilik ve kötülük, sevgi ve sevgisizlik, baba ve babasızlık, dil ve sessizlik…
Dilsiz Avrupa’nın neredeyse bütün dillerini konuşan, üzerinden atamadığı kocaman bir suçluluk duygusuyla kaleme kağıda sarılan, sevdiği kadına yazdığı uzun, çok uzun mektupta, Avrupa’nın beş yüz yılını bir çırpıda yaşayıp geçen, çocuk, hâla çocuk… Adriá Ardevol.
(…) Benim yaşım hiçbir zaman hiçbir şey için uygun olmadı. Ya çok küçüktüm, ya çok yaşlı.
20.Yüzyıl Avrupası’nın detaylı bir portresini yaratıyor Jaume Cabré. 830 sayfalık bu destansı roman, yazarın Türkçedeki ilk romanı. Deneme, öykü, tiyatro, çocuk edebiyatı, senaryo gibi birçok yapıt ortaya koyan yazar 1947 doğumlu ve Barcelona Ünversitesi Katalan Filolojisi mezunu. Her ne kadar Katalanca bilmesem de, bu yoğunlukta bir romanın, okunmasının bu kadar kolay hale gelmesine şaşırmamak elde değil. Yüzlerce yıla yayılan ve birbirinin içine geçmiş, ve birbirinde kaybolmuş öyküler, karakterler; bilinç akışının okuru bir anda birkaç yüzyıl geriye atıvermesi; sanat tarihi, edebiyat, müzik, resim ve filoloji gibi onlarca dalın kitabın her sayfasına sinmesi ve kendilerine vaz geçilmez bir yer edinmesi… Küçük bir Alice Munro öyküsü gibi leziz ve kolay okunan, anlaşılır ve kaliteli (ç)evirisiyle Suna Kılıç bu harika kitabı Türkçe’ye kazandırmış. Alef Yayınevi’nden…
(…) Uzun zaman önce söz etmeliydim, biliyorum; fakat çok zor ve şimdi nasıl başlayacağımı bilemiyorum.
Kendi gençliğini de Franco rejimiyle geçiren yazar, 20.Yüzyıl Avrupası’nın yaralı yüzünü yıkıyor. Yahudi kamplarındaki işkence ve tıbbi deneyler, başka ülkelerin sakladığı ve başka ülkelerde saklanan suçlular, rahipler, doktorlar, askerler, edebiyatçılar, sanatçılar, kitaplar, tablolar, ağaçlar, sesler; dilin dilsizliğe, hatırlamanın unutmaya, kavuşmanın özleme dönüştüğü bu öyküde, birbirlerinin içinden geçerek ortaçağdan bugüne iyi ve kötü kavramını anlamlandırıyor. Doğru ya da yanlış olmakla ilgili bir derdi yok Jaume Cabré’nin, o yalnızca iyi ve kötü ile ilgili… Fakat hiç sesini yükseltmeden, bağırıp çağırmadan… 830 sayfayı nakış gibi işleyerek. Tesadüfi olaylar, tekerrürler ve benzetmelerle birkaç yüzyıl arasında okuru seyahate çıkaran ‘İtiraf Ediyorum’, rastlantısal olgularla birbirine bağlıyor her şeyi, ve kötülüğün Tanrı’dan geldiğini (ya da gelmediğini) bilinmez bir boşlukta bırakarak, ‘insan kötülüğü’ üzerinde odaklanıyor. Ve tabii inançsızlık…
(…) Rastlantı her şeydir. Tanrıya inanmıyorsam, kader denen, yahut her ne deniyorsa, bir ön tasarıma falan inanamam.
(…) Dün geceye, Vallcarca’nın ıslak sokaklarında yürüdüğüm ana kadar, o ailede doğmanın affedilmez bir hata olduğunu anlamamıştım.
Ailesiyle, özellikle babasıyla aralarında bir bağ olmadığını düşünüyor Adriá Ardevol. Sevilmediğini… Kafka’nın ‘Hüküm’ öyküsündeki baba-oğul ilişkisi kadar kopuk olmasa da, bir baba otoritesi, bir baba korkusu açıkça hissediliyor. Tek başına var olamama endişesini üzerinden atmaya çalışan Adriá, her şeyi arkada bırakıp gideceği güne kadar başkalarının hayatını yaşamakla meşgul. Suçluluk duygusunun yarattığı ‘gitme’ hali, onu yetişkinliğinde de başkalarının günahlarını taşımaya ve acılarını yaşamaya sevk ediyor. Babası Felix’in, arkadaşı Bernat’ın, annesi Carme’nin, hizmetçileri Lola Xica’nın, sevdiği kadın Sara’nın ve daha pek çok bilmediği tanımadığı kişinin izlerini taşımaya…
(…) Ben bir çocuktum ve henüz seni tanımıyordum. Barcelona’nın gece olduğunda uyuyabilen bir şehir olduğu zamanlardı.
(…) Cecilia’ya kızdığı zamanlarda bayılırdım. Daha da güzelleşirdi. Annemden bile güzel olurdu. O zamanlarki annemden.
(…) Uzayda seyreden bir kayanın üzerinde yaşayan bir topluluğuz. Sislerin ardında ebediyen tanrıyı arıyormuşuz gibi.
Andrei Tarkovski’nin Ayna’sı (Zerkalo) tadında bir iç hesaplaşma ve af dileme, Theo Angelopoulos’un Arıcı’sı (O Melissokomos) tadında bir arınma ve Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı (Kniha smíchu a zapomnění) romanı gücünde bir özeleştiri… ‘İtiraf Ediyorum’, okuduğum en özel iki üç romandan bir tanesi…
(…) Annemlerin odasına yerleşmiş, otuz nisan bin dokuz yüz kırk altı salı sabahı yediye yirmi kala doğduğum yatakta uyuyordum.
Ailesini arayan Pardac’lı Jachiam, ruhunu arayan Eugen Müss, kemanı arayan Aribert Voigt, sesi arayan Lorenzo Storioni, ismini arayan Bernat, çocuğunu arayan Sara ve Sara’yı arayan Adriá… Onlarca karakterin hemhal oduğu ‘İtiraf Ediyorum’, Avrupa Düşünceler Tarihi’ni yazmış Adriá Ardevol’u, Kötülüğün Tarihini yazmaya niyetlendiren, kaybeden tarafın yazdığı ironik ama acıklı bir destan.
(…) Akşamın saat yedisiydi ve ben cehennemin yanı başımda olduğunu bilmeksizin gökyüzüne dokunduğumu hissettim.