"Timur Çelik, gören ile görülen arasındaki sorunsalı tekrar önümüze koyarken bizi gerçeklik olgusu üzerine bir kez daha düşünmek zorunda bırakır."
Timur Çelik’in işlerine baktığımız zaman, portre sanatından fotoğraf sanatına, fotorealizmden hiperrealizme uzanan pek çok sanat akımının etkisini görebiliriz. Sanatın, olanı göründüğü şekliyle anlatıya dahil etme çabası, belki de sonsuza dek tekrar denenmeye devam edilecektir. Timur Çelik, gören ile görülen arasındaki sorunsalı tekrar önümüze koyarken bizi gerçeklik olgusu üzerine bir kez daha düşünmek zorunda bırakır.
Onun bakışında gerçeklik artık gerçekliği dile getirmez; o daha çok kendi bakışını resmetmeye ve baktığı yerden yaşamı anlatmaya çalışır. Görme ile gerçeklik arasına kendi bakışını yerleştirir; bu da onun dünyayı kendi bakışı içinde konumlandırmasına ve kendi görünenler dünyasını yaratmasına yol açar. Sanatçı melez görüntüler yaratır, tanrının bakışı yerine kendi bakışını yerleştirir ve bir gerçeklik üzerinden farklı bir gerçeklik yaratır. Onun dünyası, artık insanların anlık görüntülerinden ziyade bir yaşanmışlığın ya da bir oluşumun nihai sonucudur.
Timur Çelik’in resimlerinde her şey adeta bir birinden koparılmış, yalnızlaştırılmış ve tekrar bir iletişime girmek için tüm sebepleri yok edilmiş gibidir. Hayatı bir göçebenin silikleşen belleğinden yaratma deneyimidir ve bu yüzden çizdiği şekiller kendi gerçeklikleri dışında bir şeye sahip olurlar. Yollar onun için sadece durup bakmak için vardır; götürecekleri bir yer yoktur. Şehir sadece görüntülerin bir toplamıdır onun zihninde, bir yaşam alanı değildir ve nesne ise herhangi bir gerçekliğe ulaşamamaktadır.
Tüm bunlar, bizi Timur Çelik’in her şeye aynı yerden bakan bakışına yöneltiyor. Bakışı içine aldığı her şeyi yontuyor, deforme ediyor, ruhundan arındırıyor ve ifadesizleştiriyor. Her şeyi bir cam saydamlığına ulaştırıyor.
Kadın- Merhaba siz Timur Çelik’in portresini çizdiği kişisiniz değil mi?
Erkek- Ve sizde portresi çizilen kadın olmalısınız, isminiz de Hannah’tı sanırım.
Hannah- Evet ve siz de Brian olmalısınız.
Brian- Desenize daha önce portrelerimizle tanışmışız.
Hannah- Evet, sanırım öyle ama öte taraftan biz farklı kişilerle tanışmışız çünkü resimde görünen kişilere benzemiyoruz aynı zamanda.
Brian- Doğru söylüyorsunuz.
Hannah- Size şunu söyleyeyim: Ben kendimi çizilen resme benzetemiyorum. Hayatım boyunca böyle bir ifadeye de sahip olmadım.
Brian- Sanırım portrelerimiz bizden çok farklı ve bu fark, bugün bizi bir araya getiren şey oldu.
Hannah- Timur Bey’in pek çok çizimini gördüm ama beni en çok etkileyen kendi portrem oldu. Kendime bakarken sürekli nasıl olurda bir insanın zihninde böyle bir karaktere bürünüyorum diye düşünüyordum. Sizinle karşılaşınca, aslında biraz olsun rahatladım ve ressamın bizim portrelerimiz dışında kendi portrelerini yaptığını anladım. Bunca zaman resmi kendime benzetmeye çalışmakla boşuna kafa yormuşum.
Brian- Evet ve tüm portreler sanki birbirine benziyor. Dikkat ettiysen arkamızdaki fonlar aynı renkte ve ikimize aynı yerden bakılıyor. Gri renk daha çok bir şeyi gizlemek için kullanılır ve bu yüzden bir gerilim yaratır çünkü gerisinde nasıl bir şeyi gizlediği belli değildir. Bence Berlin’in rengi gridir ve insana sürekli bir şey gizlediği hissini verir.
Hannah- Bu söylediğiniz şeyler dışarıdan gelen biri için geçerli olabilir. Bence Berlin’in tek gizemi –ya da Berlin için bir gizemden bahsedilebilir mi onu bilemiyorum ama– sizin bahsettiğiniz gri renk üzerinden gidersek bu renk onun tek gizemidir. Ben Berlin’i bir yaşam alanı olarak görmüyorum ve Berlin insanların yaşam alanı olarak tasarlanmadı; daha çok insanların içinde kaybolması için tasarlandı. İnsanlar ortadan kaybolduklarında, Berlin sanki sil baştan kurulur. Binalar, yollar ve ışıklar yalnız olan bir şehri ortaya çıkarmaya başlar. Bu bakımdan Berlin’i hep yalnız bir şehir olarak düşünmüşümdür. Timur Bey benim hep çok duygusal ve masum bir yüze sahip olduğumu dile getiriyor. Aslında tam olarak duygusal demekle neyi dile getirdiğini anlayamıyorum ama ben öyle biri olduğumu sanmıyorum ve bir ruha sahip olduğumu da düşünmüyorum. Berlin’de insanlar saydam ve görünmez.
Brian- Sizin bu bahsettikleriniz Alman felsefesi için de geçerli. İnsana nasıl düşünmesi gerektiğinden çok nasıl düşünmemesi gerektiğini öğretiyor. Sizin de bahsettiğiniz gibi ben de sustuğumda ya da düşünmediğimde yok olduğumu hissediyorum bu şehirde. Alman felsefesi peşinden, Amerika’dan Almanya’ya geldim ama burada neredeyse dünyanın sonu algısı ile karşılaştım. Alman demek düşünecek bir şeyin olmaması demek sanırım. Nietzsche “çöller büyüyor göremeyenin vay haline” diyor ve sanırım burası gerçekliğin bir çölü. Alman felsefesinin insana kattığı tek şey insanda duyguları alıp sözcükleri vermesidir.
Hannah- Benim sıradan bir yaşamım oldu. Devlet burada tanrının eli gibi ihtiyacınız olan her şeyi karşılamaya çalışıyor ve bunun üzerinden sizin yaşamınıza sahip oluyor. Bence her Alman aynı sorunlar karşısında aynı şeyleri düşünür ve genellikle kullanacakları sözcükleri bile aynı olur. Bu yüzden kimsenin kimseye öğreteceği ya da paylaşacağı bir şeyi olamaz. Bizler bir yaşamı önceden bilerek yaşayan insanlarız. Başımıza gelen her şeyin bir açıklaması vardır. Bir keresinde, Leibniz’in “Düşüncenin Kalkülüsü” teoremini okumuştum ve bana hiç de cazip gelmemişti.
Brian- Siz ne anladınız o teoremden peki?
Hannah- Aslında bir şey anlatmıyordu. Ben sadece aynı sözcükleri kullanan insanların aynı yaşamları yaşayacağı sonucu çıkardım ve bunun için bir teoreme gerek de yoktu.
Brian- Hem felsefe tarihinde hem de matematikte çok önemli bir yere sahip olan bir teorem. Berlin’de anladım yaşantının içinde teoremlerin yerinin olmadığını ve yaşamın kendisinin bir teoreme dönüştüğünü. Fichte’nin “Duyguların Geometrik Açılımı” teorisine ancak inanç bağlamında yaklaşırsan bir gerçekliğe dönüşebilir. Burada insanlar farklı bir inanca sahip oldular. Düşünülen şeyler yaşamın gerçekliği olarak kendilerini var ettiler. Almanlar düşündükleri üzerinden bir inanca sahip oldular. Bu noktadan bakarsan Alman ekolü yeni bir inanç türü yarattı. Düşüncenin gerçekliği üzerinden insanların sözcüksel anlatımını eş kıldı ve herkes anlatısal bir yaşantıya sahip oldu. Duygular, düşünceler ve eylemler, önceden belirlenmiş sözcüksel bir anlatı içinde sabitlenmişti.
Hannah- Siz de farkına varmışsınız düşüncenin içinden çıkılmaz bir durum kazandığının ve insanın her gün kendi kurulumunu yapan bir organizmaya dönüştüğünün. Bu dünyanın artık farklı bir anlatıya ihtiyacı yok. Şu an ikimizi bir arada tutan şey sadece sarf edilmesi gereken sözcüklerdir ve sanırım konuşacaklarım sona erdi. Teşekkür ederim.
Brian- Hoşçakalın.
(Gerçeklikle hiçbir bağı yoktur.)
Not: Hannah ve Brian çalışmaların isimleri aynı zamanda.