Her ne kadar bir yılı daha geride bıraktıysak ve bunu çok yeni yaşadıysak da Sanatatak olarak 2022’nin ilk günlerini 2015 tarihli bir felsefe/ popüler kültür / sanat inceleme yazısıyla karşılamak istedik. Timothy Morton’un Star Wars’dan Rothko Şapeli’ne, neolitik çağdan jeolojik çağa zıpladığı, insanlığın neolitik dönemden asla kurtulmadığını iddia ettiği ancak sanatın hala cezbettiğini savunduğu yazısını Esril Bayrak’ın titiz çevirisiyle yayınlıyoruz. Bu makaleye göre bir sanat eseri ne parçalarına, ne maddelerine, ne yaratıcısının yaşamına ne de herhangi başka bir bağlama – içinde bulunduğumuz son on yıl, jeolojik çağ, ekonomik yapı, toplumun benimsediği sanat söylemi, iktidar bilgisi vs. – indirgenemez. Ayrıca sanatın gerçek bir nedensel etkisi vardır. Sanat doğrudan neden ve sonuç ilkelerini kurcalar çünkü sanat neden ve sonuç ilkelerinden meydana gelir. Sanat cezbeder; biz insanlar, onun canlı yahut duygu yoğunluklu bir şey olduğunu kabul etsek de etmesek de, ortaya daima bir “şey” çıkarır. Birlikte düşünmek tartışmak dileğiyle….
Nesne yönelimli ontoloji için sanat yapay ve özellikle insan eliyle oluşturulmuş bir gerçeklik alanından epey uzakta kalmaktadır. İnsan eliyle var edilen sanat her ne ise bu bize eşyanın tabiatı hakkında epey derinlerde kalmış bir yapısal bilgi verir: “eşyanın tabiatı” deyimi kolaylıkla “ontoloji”nin yerine geçebilecek bir söz öbeğidir. Aslında, sanatın bize anlatmak istediği şeylerden yahut bizim hâlâ onun bize anlatmasına izin verdiğimiz şeylerden biri, ki bunlar ders kitaplarında yazmasını beklediklerimizin tam zıttı olarak karşımıza çıkar, belki de nedensellik ilkesinin nasıl çalıştığını açıklayan en temel ilkedir. Nesne yönelimli ontoloji sanatı bir dekor olarak değil, aksine neden ve sonucun doğrudan etkilendiği bir temel işleyiş olarak görür. Bir sanat eseri yaratmak, nedenler ve sonuçların krallığına doğrudan burnunu sokmak anlamına gelir.
Sanatı bu şekilde ele almak öylesine mantık dışıdır ki nihayetinde sanatın gülünç, tehlikeli hatta deli saçması olduğu fikrine kapılabiliriz. Bunun nedeni ise, sanatın yalnızca insanlara has bir süsleme/dekor olduğu yönündeki düşünce bağlamının vücut bulduğu zaman diliminin, bizim alışageldiğimiz zaman dilimlerine kıyasla fazlasıyla engin olmasıdır. Burada 12.500 senelik, benim de farklı alanlarda tartıştığım bir zaman diliminden söz ediyoruz ki ancak yeni yeni gelişen ekolojik farkındalık sayesinde bu zamansal ölçek üzerine düşünmeye başlayabildik. Nesne yönelimli ontolojinin tartışmakta olduğu şey yerli halkların söyleyegeldikleriyle fazlasıyla benzerdir: dünya rüyalardan var olmuştur ve sahip olduğu nedensellik de bir nevi rüya, yani sanattır. Bugünlerde bu tarz cümleleri yalnızca “ötekileştirilmiş” kişiler kuruyor. Yani en azından nesne yönelimli ontoloji diye bir şeyin varlığı ortaya çıkana kadar.
Nesne yönelimli ontolojinin sanat hakkındaki radikal kavrayışını bir yerinden de olsa anlayabilmek için kısa bir gezintiye çıkmamız gerekiyor. Ve bu gezintinin sonuna geldiğimizde bile nesne yönelimli ontolojiyi tamamıyla kavramış olmayacağız, çünkü burası bu konu üzerinde konuşabilmemiz için yeterli alana sahip değil. Bu nedenle de varış noktamıza dolaylı yoldan gideceğiz; derin mevzuular yüzünden söylemek istediğim şeyleri anlaşılır ve direkt bir biçimde aktarmam mümkün değil. Yine de söyleyeceklerimi merak ediyorsanız, okumaya devam edin ve nesne yönelimli ontolojinin sanat hakkında söyleyeceklerine sessizce kulak verin. Gezintimize 19.yüzyılın son dönemleriyle başlıyoruz.
Max Weber, yüz yıldan fazla bir süre öncesinde sosyoloji biliminin temellerini resmî olarak atan kişilerden biriydi. Ne var ki sosyolojinin üzerine inşa edildiği ilke, dayandığı temel kavramlardan birini dışarıda bırakır: cazibe. Hiyerarşik düzenin fazla sıkı olmadığı topluluklarda kitleleri peşinden sürükleyen bireylerin sahip olduğu etkileyici ve güçlü tavırlar, karizma/karizmatik lider kavramlarıyla açıklanır. Weber, karizmatik bir lideri takip eden toplumların “büyüsü bozulmuş” bürokratik topluluklar olmaya doğru hızla kürek çektiğini iddia eder. Fakat sosyoloji, bu “büyüsü bozulma” meselesini incelemenin kendi göreviyle bağlantılı olduğu görüşüne sahip değildir. Sosyoloji, tam da Weber’in doğduğunu iddia ettiği yer olan bürokratik toplum gibi hareket eder; sosyoloji, Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak adlandırdığı lojistiğin bir parçasıdır. Bu ve diğer normatif düşünce modellerinde, kitleleri peşinden sürükleme yetisini asli bir güç olarak adlandırmak kabul edilemez bir hale gelir. Aksine, bu “kitleleri peşinden sürükleme yetisi” ideolojik bir yanılsama olarak nitelendirilir; ya toplumsal yapıdan ödünç alınmıştır ya da bir kimseye lütfedilmiştir.
“Canlı manyetizması, Star Wars’daki “Güç” ile özdeşleşen niyet ve gayelerden oluşmaktadır: Bu, Obi-Wan Kenobi’nin de gözlemlediği gibi bizi “çevreleyen ve “içimize hücum eden” bir “enerji alanıdır”
Sosyoloji, kurucusunun var ettiği bu kavramdan korkmaktadır, ki bu fikirlerin zaman zaman korkutucu olduğu da doğrudur çünkü karizmatik lider kavramı doğaüstü olarak tanımlanabilecek birtakım güçlerle ilişkilidir. Weber, bu doğaüstü olma durumundan bizzat etkilenmiştir. 1700’lerden sonraki dünya tarihini, yani moderniteyi, doğaüstü güçleri hem benimseyip hem dışlayan son derece tuhaf bir dans olarak düşünebilirsiniz. Örneğin Freud teorilerini, daha sonrasında 18. yüzyılın sonlarında Franz Mesmer (İngilizce’deki mesmerism kelimesi buradan gelmektedir.) tarafından varsayımsal bir güç olarak keşfedilen hipnozu sansürlemek üzere geliştirmiştir. Ki, hipnoz da bir çeşit canlı manyetizmasının, bazı kaynaklarda cinsel cazibe olarak da geçer, sansürlenmesinden ibarettir. Canlı manyetizması, Star Wars’daki “Güç” ile özdeşleşen niyet ve gayelerden oluşmaktadır: Bu, Obi-Wan Kenobi’nin de gözlemlediği gibi bizi “çevreleyen ve “içimize hücum eden” bir “enerji alanıdır”, bizler de daima onun iyileştirici ve yıkıcı getirileriyle etkileşime girebiliriz. Marx sermayenin, tabloların değerlerini, sözde-dinî ruhsallığın değişken tablolarından bile daha garipmiçesine hesapladığını iddia eder. Ve böylece, bir kez bakmayı denediğinizde – bu sırrın örnekleri, modernitenin neredeyse hiç anlatılmamış tarihi, kendini her yerde göstermeye başlar.
Doğaüstü olan şey hâlihazırda dinin dışladığı bir şeydir. Din, “Eksen Çağı” ya da “tarım” toplumu olarak da bilinen –Bereketli Hilâl topraklarında 12.500 sene önce tesis edilen modeller– Neolitik toplumun, Weber’in karizma konseptini tekelleştirmesinin bir aracıdır. Karizma, insanların ne yapmaları gerektiğini Tanrı’nın ya da Tanrıların kulağına fısıldadığı tek kişi olan Kral ile sınırlandırılmıştır. Fakat “yapılması gereken şey” hiçbir zaman “en basit anlamıyla hayatta kalabilmek adına ataerkiyi ve tiranlığı yaratan tarım toplumunu yok et ve avcı-toplayıcı, insan-dışı varlıklarla birlikte yaşanılabilecek daha az şiddete meyilli, hiyerarşik olmayan bir toplum kur.” anlamına gelmiyordu. Çünkü bu son derece deli saçması olurdu. Şükürler olsun ki, milattan önce 10 bin yılında tam olarak da bundan kaçınmak için kurulmuş olan tarım toplumunun son derece mantıklı işleyişini bozup küresel ısınmaya yol açacak bir yangının fitilini ateşlemedik! Ki Holosen, yeryüzünün ısınmaya başladığı, avcı-toplayıcıları huzursuz eden bir dönemdi. Fakat bu sistemi dağıtmak gülünç bir ilkellik olurdu, öyle değil mi?
“Bizler hâlâ Mezopotamya halklarıyız. Bizler, saat gibi tıkır tıkır işleyen tarımsal lojistiğin Neolitik fantezisinin yarattığı felaketle karşı karşıya kalan Neolitik canlılarız ve bu lojistiğin felsefi temellerine, her ne olursa olsun, canımız pahasına tutunmak istiyoruz”
Bu lojistikleri tekrardan inşa etmek yahut parçalarına ayırmak, ki buna agrolojistik adını veriyorum, küresel ısınmanın sonunu getirecek yegâne şeydir. Ne var ki bu seçenek çoğu zaman ihtimallerin dışında bırakılır. Çünkü bu seçeneği uygulamak aynı zamanda “modern” olmayan bir bakışı benimseme gerekliliğine işaret eder; her ne kadar kendisini cazibenin bozulmasıyla özdeşleştiriyor olsa da bu bakış, artık açıkça eskimiş, şiddet içeren tektanrıcılıklara dayanan, kökenini “uygarlığı” ile birlikte Neolitik dönemdeki cazibenin özelleştirilmesinden alan bir düşünceden ibarettir. Bizler hâlâ Mezopotamya halklarıyız. Bizler, saat gibi tıkır tıkır işleyen tarımsal lojistiğin Neolitik fantezisinin yarattığı felaketle karşı karşıya kalan Neolitik canlılarız ve bu lojistiğin felsefi temellerine, her ne olursa olsun, canımız pahasına tutunmak istiyoruz…
İddia ettikleri şeyin aksine, çitin öte tarafında duran, moderniteyi reddediyor gibi görünen, toplum tarafından fanatik çevreci olarak tanımlanan ve anarko-ilkelci olan kimseler gülünç bir şekilde durmaksızın bu agrolojistiği ve Doğa kavramını tekrar eder; bu tekrar, insanlar ve insan olmayanlar, insanların sosyal alanını “yabani otlar” ve “zararlılar” tarzı betimlemelere karşı verilen bir savaş olarak kategorize etme ihtiyacına dayanan düşünceden farklıdır. Bu tarz ihtiyaçlar, erken Holosen döneminde başlayan ve şimdilerde Altıncı Büyük Yokoluş aracılığıyla çok iyi tanıdığımız geri bildirim düğümlerine yol açan ne pahasına olursa olsun hayatta kalma stratejisi temelli agrolojistiğin özünde bulunmaktadır. Biyoloji biliminin hayvan olarak adlandırdığı popülasyonların yüzde ellilik bir kısmı, mantarlar ve virüsler hariç olmak üzere, son elli yılda antropojenik küresel ısınma nedeniyle yeryüzünden silindi.
“Gerçeklik yapay ve henüz biçimlenmemiş bir şeydir ve insanların – yani bizlerin – ondan ne istediğimizi kendisine söylememizi bekler”
“Dünyamızın” yani “uygarlığımızın” felsefi temelini parçalarına ayırmak düşündüğümüzden de kolaydır. Bu temel olmadan, modern dünya dediğimiz şey yıkılmaya mecburdur. Bizi bunu gerçekleştirmekten alıkoyan tek şeyse, dünyamıza yaptığımız, rüzgâr santrallerine karşı verilen mücadele örneklerinde de görebileceğimiz, alışılagelmiş yatırımlardır. Enerji kaynaklarımızın görünmez olmasını isteriz, yeraltındaki borulardan geçmesini isteriz ki yeryüzündeki seyir zevkimiz bozulmasın. Enerjideki hammadde miktarımızın değişiminden söz etmek, sözde Doğamızın inşa edilmişliğinin hayaletini uyandırır. Türbinler yüzünden yaşamını kaybedecek bütün o kuşları düşünün! (Türbinlerin olmadığı bir senaryoda ise bütün türlerin yok olacağını varsayın.) Yıkacağımız hayalleri bir düşünün! Bizler tanatolojik dünyamızın içerisinde rahat etmek istiyoruz. Freud’un da dediği gibi, ölüm konforludur. 1970’li yıllarda politika yürüten ekofeministler haklılardı. Bizler bir ölüm kültürünün, yokoluş kültürünün içerisinde yaşıyoruz.
Tarım lojistiğinin temellerini ortadan kaldırmak, var olmanın süreğen olduğu fikrine dayanan “mevcudiyet metafiziğini” ortadan kaldırmayı da içerir. Bu fikir, Neolitik sosyal alanın içine öylesine başarılı bir şekilde entegre edilmiştir ki onu, süpermarketlerin dışındaki devasa ve boş park alanında, banliyölerdeki ucuzcularda, neo-liberal paradigmaların ucuz Darwinist kopyalarıyla, kitlesel tetikçilerin nihilizmi ve intiharlarında gözlemleyebilirsiniz. Bütün bu söylenenlerin ışığında varoluş, görünüşlerin altında yatan “uzamsal şeyler” yığını olmaktan ibarettir. Gerçeklik yapay ve henüz biçimlenmemiş bir şeydir ve insanların – yani bizlerin – ondan ne istediğimizi kendisine söylememizi bekler: “Bugün Nereye Gideceksin?” (1990’lı yıllardaki Windows reklamı); “Just Do It” (Nike); “Kanun benim” (George Bush); “Gerçeklikleri bizler yaratıyoruz” (Irak Savaşı basın konferansı, 2005). Bu metafiziğin alışılageldik bir tadı vardır, Aristo, Spinoza, Descartes ve Kant’ın felsefi yaklaşımlarında yer bulan temel töz teorileri yahut bugünkü indirgemeci (ki bunun gerçek bilimle hiçbir alakası yoktur) bilimde gittikçe ünlenen atomizmde, bu ve benzeri töz teorileri öylesine yaygın ve varsayılandır ki bu düşünceyi retweetleyip yayılmasına sebep olan herkesin listesini çıkarmak neredeyse imkânsızdır.
“Artık mavi balinalar yok”
Biz çağdaş bilim insanları, bu tarz şeylere karşı bir üstünlüğümüz olduğunu düşünürüz, fakat bu tarz şeyler bizim fiziksel dünyamızı şekillendirirler ki biz de onları durmadan tekrardan üretir ve devamında gelen güncellenmiş çoğu Kantçı ve Kant sonrası ilerleyen speküklatif gerçekçiliğin bize verdiği büyük bir keyifle retweet ederiz. Bu Kantçı ve Kant sonrası düşünceye göre bir “şey”, Özne, Tarih, insani ekonomik ilişkiler, Güç İstenci yahut Dasein tarafından şekillendirilmediği sürece gerçek bir varlığa sahip değildir.
Bir diğer deyişle, ekolojik olarak yıkıcı bir çerçevede ilintililik, değişmez madde ontolojisinin daha kötü bir versiyonudur. Bu madde ontolojisi, “şeylerin” kazara meydana gelen uzamlar olduğunu varsayar, tıpkı renkler gibi. Artık mavi balinalar yok. Mavi balinalar yalnızca biz onların ismini zikrettiğimizde varlık buluyorlar. Ve bakın şu işe, olan oldu bile; artık mavi balinalar yok…
Ne mutlu ki bu bahsettiğimiz yokoluş gerçekleşmedi. Gerçekleşmedi çünkü insanlar 1970’li yılların ortalarında balinaların kaydedilmiş seslerini duyup büyülenmişlerdi. Büyülenmek. Bu kelime ne anlama geliyor? Karizma teriminden yola çıkarak bu, bazılarımızın balina seslerinden oluşan bir enerji alanına boyun eğdiğimiz anlamına gelir. Bunun tamamıyla kabul edilemez, uçuk ötesi bir anlatım biçimi olmasıysa güç, fakat bir o kadar da keyiflendirici bir rastlantıdır.
“Rothko’nun herhangi bir tablosunu görüp görmemiş olmanız hatta Rothko’nun herhangi bir resminin basılı olduğu bir kartpostala rastlayıp rastlamamış olduğunuzun bile hiçbir önemi yok.”
Öte yandan, ya bütün bu bahsettiklerimiz doğruysa? Böylesine bir enerji alanının meydana getirdiği salınım aslında neye işaret etmektedir? En başta bu, sanatın yalnızca göze hitap eden dekoratif bir süsten ibaret olmadığı anlamına gelirdi. Ayrıca, Plato’dan bu yana “uygar” felsefenin korka geldiği şeyi – ki buna “dehşete kapılma korkusu” da denir – yani sanatın kişinin kendi üzerinde kontrol edemediği bir etkisi olduğu gerçeğini de ima ederdi. Sanat şeytanidir: henüz keşfedilmemiş (yahut keşfedilmesi mümkün olmayan) öte bir dünyadan doğar. Ki bu, kişinin sanat üzerinde hiçbir gücünün olmadığını ve karşısında, durmadan ve kendini tekrarlayan bir biçimde var olan şeyi tam anlamıyla algılayamadığını ortaya koyar. Tehlike arz eden nedensel bir titreme. Diğer bir deyişle, sihir. Sihir tabulaştırılmış bir neden ve sonuç ilişkisidir yahut akla hayale sığmaz bir neden ve sonuç ilişkisidir: ya saçmadır, ya tehlikelidir, ya imkânsızdır ya da bu üçünün birbiriyle alakasız bir karışımından ibarettir. Bir şey aynı zamanda nasıl hem tehlikeli hem de imkânsız olabilir ki?
Bahsettiğimiz şey Einstein’ın uzaktan etkileşim adını verdiği ve kuantum dolaşıklığıyla açıkladığı şeydir. Bu aynı zamanda orada olmasanız yahut onu hiç görmemiş bile olsanız Rothko Şapeli’ni gözünüzde canlandırdığınızda meydana neyin geleceğini de açıklar. Rothko’nun herhangi bir tablosunu görüp görmemiş olmanız hatta Rothko’nun herhangi bir resminin basılı olduğu bir kartpostala rastlayıp rastlamamış olduğunuzun bile hiçbir önemi yok.
Geleneksel olarak Rothko’nun tablolarının çekiciliğinin ona insanlar tarafından bahşedildiğini söyleyebiliriz ki Hegelci bakış açısıyla da bu durumu böyle açıklamak en iyisi olacaktır. Kralı kral yapan bizleriz. Peki bunu nasıl yapıyoruz? Psişik enerji, sizlerin de bildiği üzere, güç benzeri bir canlısal manyetizmanın sansürlenmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, belki de bu ihtimal hâlâ biraz şüpheli. Bu sanki birisinin çıkıp da şöyle demesine benziyor: “Sanatın yalnızca kazara bir araya gelmiş dekoratif maddelerin sahte uzanımlarından bir araya gelmiş yığınlar olduğunu kabul ediyorum. Yine de, “şeyler”e insanlar tarafından atfedilmiş anlamları bulmaya son derece meraklıyım. Tıpkı Lars von Trier’in Melankoli filmindeki Justine karakteri gibi, bütün bunların alabildiğine geniş ve mekanik bir zerrecikler evreninde hiçbir anlamı olmadığını bilsem de.”
“Oysaki sihir, tam da bizim umutsuzca bozmaya çalıştığımız şeydir”
Bahsettiğimiz bu yaklaşım ziyadesiyle mazoşist olmanın da ötesinde bir de yanlışsa ne yapacağız? Nihayetinde, Erwin Schrödinger’in de karmaşıklık hakkında fikir yürütmeleri üzerine, yerbilmezlik kavramı gerçekliğimizin temel özelliğidir. Bel bağlayabileceğiniz tek gerçek şey, – fizikçilerin şimdilerde bundan trilyonlarca kat büyük deneyler yaptıklarını ve olumlu sonuçlar aldıklarını bir kenara bırakırsak – hiç olmazsa, elektron ve proton dediğimiz şu iki minik varlıktır. Fakat bu iki minik varlık birbirleriyle öyle “dolanık” halde olabilirler ki birine bir şey yaptığınızda diğeri anında tamamlayıcı bir tepki verebilir. Çoğu zaman bu tepki ışık hızından bile daha süratlidir. Üstelik bu tamamlayıcı hareket tamamen gelişigüzel mesafelerde gerçekleşir. Oysaki sihir, tam da bizim umutsuzca bozmaya çalıştığımız şeydir.
İskandinav dillerinde tuhaflık anlamına da gelen sihir, nedensellik ve yanılsamanın iç içe geçmesi durumuna işaret eder. Tuhaf kelimesi, görünüşte garip olan anlamına gelir ve yazgısal bir manası da vardır. Neolitik ontoloji gerçekliğin tuhaf olmamasını ister. Nihayetinde tuhaflık Tarot kartlarına ve eşzamanlılık üzerine muğlak görüşlere indirgenmiştir ki bu Jung’un da ortaya koyduğu gibi “nedensel bağlantı ilkesi” yahut başka bir deyişle mekanik olmaktan epey uzak bir nedensellik ilkesinden ibarettir. Jung eşzamanlılık kavramını kuantum fizikçisi Wolfgang Pauli’yle birlikte geliştirmiştir. Bizler ise bu eşzamanlılık terimini, günlük konuşmalarımızda karşılaştığımız alışılmışın dışında tesadüflere hayranlık beslediğimiz zaman kullanırız. “Ah şu eşzamanlılık ne de garip bir şeydir!” Bunun hakkında ciddileşmek, yani bunu her daim meydana gelen bir şey olarak düşünmek, ki mekanik nedensellik yalnızca yeterince iyi bir aldanmadır, aslında tamamıyla tabulaşmıştır, tabii ki herkes kadar zeki ve aklı başında görünmek istiyorsanız.
“Elinizde olan tek şey verilerdir, nedenler ve sonuçlar ise bu verilerin bağıntılarıdır. Bu yüzden şöyle diyemezsiniz: küresel ısınmanın nedeni insanlardır”
Peki, yanılsama ve nedenselliği iç içe geçirmek ne anlama gelmektedir? Şu anlama gelmektedir; “şeylerin” nasıl göründüğü kazara meydana gelmiş dekoratif bir süs ve uzantı yığınından ibaret değildir. Görünüş nedenselliğin var olduğu yerdir. Görünüş, eşyanın tabiatına ve tabiatın özüne içinden çıkılamayacak bir şekilde eklemlenmiştir. Oysa “eklemlenmek” kelimesi yanlış bir kullanımdır. Görünüş ve öz, Möbius şeridinin iki farklı “ucu”gibidir, ne var ki bu iki farklı uç aynı zamanda birbirinin “tıpatıp benzeridir”. Etimolojik olarak ele aldığımızda, bükülmüş bir döngü, tam da bu tuhaf dediğimiz şeydir.
Ne yazık ki dünyamıza hükmeden bilimsel ideoloji ve bizi kendimize, birbirimize ve diğer yaşam biçimlerine karşı bilimsel şekillerde davranmaya zorlayan neoliberalizm için, nedenselliğin var olduğu yerde görünüşün de bulunduğu düşüncesi düpedüz modern bilimdir. David Hume’un 1748 yılında kaleme aldığı İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma adlı kitabında tartıştığı şey de tam olarak kişinin “şeyleri” incelediği zaman gördüğü şeyin doğrudan neden ve sonuç ilişkisi olmadığıdır. Elinizde olan tek şey verilerdir, nedenler ve sonuçlar ise bu verilerin bağıntılarıdır. Bu yüzden şöyle diyemezsiniz, “Küresel ısınmanın nedeni insanlardır,” yahut “Sigara içmek sizi kanser eder,” ya da “Şakağıma yakın mesafeden hedef aldığın silahın kurşunu beni öldürecek.” Ancak şunları söyleyebilirsiniz, “Yüzde doksan yedi oranında gerçekleşecek olasılık şudur ki…” böylece, söylediklerinizi inkar etmek için sırada bekleyen insanlara açık kapı bırakmış olursunuz, bu kişiler moderniteyi inkar ederler, sizin işaret ettiğiniz ve artık hurdaya çıkmış hantal, mekanik, gözle görülür, durmadan kendini var eden nedensellik ilkesinden vazgeçmeye hiç de niyetleri yoktur.
“Şeyler tam da oldukları gibidir, fakat asla göründükleri gibi değildir.”
Veri: elde edilen şeyler, bir diğer deyişle görünüşler. Ve Kant bu yıkıcı içgörünün altını büyük bir başarıyla çizmiştir. Elimizde olan tek şey verilerdir. Bu, elimizde başka hiçbir şey olmadığından değil aksine bu verilerin mevcudiyetlerinin var olan şeyleri bizim nasıl algıladığımızla yakından alakası olması nedeniyle böyledir. Kant şöyle bir örnek verir: yağmur damlaları başınıza düşer, ıslak, soğuk ve damla gibidirler işte. Bu, yağmur damlası verisidir, yağmur damlasının hakiki varlığı değil. Fakat yine de, yağmur damlaları diye bir şey vardır, sakız damlaları diye bir şey yoktur. Ve bunlar yağmur damlalarıdır, görünüşleri gerçekte oldukları şeyle iç içe geçmiş bir haldedir.
Şeyler tam da oldukları gibidir, fakat asla göründükleri gibi değildir.
Bizler, üçkağıtçılar dünyasında yaşıyoruz. Neolitik öncesi dönemden asla kurtulamadık. Virüs gibi yayılıp etrafı saran her şey koca bir kâbus. Ve bizler de bunu biliyoruz, çünkü artık modern bilime sahibiz. Ve bu da nesne yönelimli ontolojiyle betimlenen dünyadır. Nesne yönelimli ontoloji bu yüzden böylesine mükemmeldir ve ardından böylesine büyük bir düşmanca korku ile öfkeyi sürüklemesinin asıl nedeni de budur.
Bu bakış açısına göre bir sanat eseri ne parçalarına, ne maddelerine, ne yaratıcısının yaşamına ne de herhangi başka bir bağlama – içinde bulunduğumuz son on yıl, jeolojik çağ, ekonomik yapı, toplumun benimsediği sanat söylemi, iktidar bilgisi vs. – indirgenemez. Ayrıca sanatın gerçek bir nedensel etkisi vardır. Sanat doğrudan neden ve sonuç ilkelerini kurcalar çünkü sanat neden ve sonuç ilkelerinden meydana gelir. Sanat cezbeder; biz insanlar, onun canlı yahut duygu yoğunluklu bir şey olduğunu kabul etsek de etmesek de, ortaya daima bir “şey” çıkarır.
“Sanata maruz bırakılma oranı en düşük seviyede tutulmalıdır, sanki nükleer radyasyon almaktan kaçınıyormuşuz gibi.”
O halde, Walter Benjamin’in ortaya koyduğu aurayı parçalarına ayırma görevi, Modernizmin başından beri içerisinde bulunduğumuz öz-nefret dönemi adını verdiğimiz şey, neredeyse imkânsızdır. Birkaç Marksist ile uğraştığınızda karşınıza sanatın kişilikleri üzerindeki etkilerinden dolayı az da olsa şeytani bir varlık olduğunu söyleyecek, sanatı yabancılaştırıp, onu bizim iznimiz ve özgür irademiz olmadan fikirler ve duygular aracılığıyla içimize işleyen uğursuz bir faaliyet olarak tanımlayacak bir Platonist bulursunuz. Eğer Benjamin’in fikirlerine gönül vermiş birisiyseniz oturduğum sokağın köşesinde bulunan Rothko Şapeli’nde zaman geçirme isteğiniz azalacaktır. Bu hipotezimde bugüne kadar yanıldığımı hiç görmedim. Bunun nedeniyse, Rothko Şapeli’nin yadsınamaz derecede etkileyici bir aura yaymasıdır. Bu yüzden de herhangi bir sanat ürünü yahut bir dinî gruba ait ibadet yeri olarak da kolayca gözden çıkarılamaz. Bugüne kadar Benjamin taraftarları, ki bu kişiler neredeyse Rothko Şapeli’ne götürdüklerimin yarısını oluşturuyorlardı, Şapel’de durmaya yalnızca iki dakika dayanabildiler. Bir defasında da yalnızca gürültülü parçalar dinleyen bir müzikolojistle karşılaşmıştım. Çünkü, “dinlediklerinin hiçbirini hatırlamıyordu.” Sanata maruz bırakılma oranı en düşük seviyede tutulmalıdır, sanki nükleer radyasyon almaktan kaçınıyormuşuz gibi. Sanata karşı verilen bu tarz tepkiler aslında onun hakkında – ters yüz edilmiş bir şekilde de olsa – epey derin fikirleri de ortaya çıkarmaktadır: sanat nedenseldir. Bu yüzden de böylesine dehşete düşürücüdür.
Bize kitsch’ten nefret ettiğimizi düşündürten şey aslında onun anlaşılması güç çekiciliği ve cazibesidir. Nasıl olur da etrafta bu kadar çok Gandalf’lı kar küresi görürüz? İnsanlar gerçekten de bu tarz şeyleri satın alıyorlar mı? Çelişkili bir biçimde kitsch’e karşı beslediğimiz bu duygular, aslında sanat adına pek çok şey söylemektedir: ona hükmedemeyiz, sanat “öteki”nin varlığından keyif almaktır, bu keyif biz olmadan da sürer gider, zevk neredeyse elle tutulacak kadar yakındadır, bir güç alanından hallicedir. Ve sanat hakkında düşündüğümüz bir şey daha var. Tuhaf ve gülünç bir şey: bizler hâlâ en derinlerimizde birer Platonistiz. Fakat bunun bir önemi yok. Sanat, bize rağmen cezbedici nedenselliğiyle hüküm sürmeye devam ediyor; modern dünyamızdaki pek çok şeyin aksine, entelektüellik, zevk yahut ücret gibi kısıtlı parametrelere rağmen, hâlâ sanata ayıracak alanımız ve vaktimiz var.
Dasein: Almanca varoluş anlamına gelen ve Martin Heidegger tarafından Varlık ve Zaman adlı eserinde kullanılan bir terimdir.
Möbius Şeridi: geometrik olarak uzunca bir şeridin bir ucunu 180 derece bükerek diğer ucu ile birleştirilmesiyle elde edilen yüzeydir.
Timothy Morton Kimdir?
Timothy Bloxam Morton (19 Haziran 1968 doğumlu) bir profesör. Nesne yönelimli felsefe hareketinin bir üyesi olan Morton’un çalışmaları, nesne yönelimli düşünce ile ekolojik çalışmaların kesişimini araştırıyor. Morton’un ‘hipernesneler’ terimini kullanımı, Björk’ün 1996 tarihli tek ‘Hyperballad’ından esinlendi. Ancak ‘Hiper-nesneler’ (n-boyutlu yerel olmayan varlıkları ifade eden) terimi de 1967’den beri bilgisayar biliminde kullanılıyor. Morton, bu terimi, iklim değişikliği ve strafor gibi yerelleştirmeyi aşacak kadar zaman ve mekan içinde çok geniş bir alana dağılmış nesneleri açıklamak için kullanıyor. Morton ayrıca Percy Bysshe Shelley ve Mary Shelley’nin romantizm, diyet çalışmaları ve ekoteori literatürü hakkında da kapsamlı yazılar yazdı. Morton, Güney Kaliforniya Mimarlık Enstitüsü’nde (SCI-Arc) Sentetik Manzaralar yüksek lisans programında öğretim üyesi.