Bir zamanlar, Yüzüklerin Efendisi’nin bir üçleme olarak beyaz perdeye uyarlandığını duyunca heyecanlandığımız, Örümcek Adam’ı ilk kez (hakkını verecek görsel efektlerle) sinemada izlemek için kuyrukta sabırsızca beklediğimiz “masum” günler artık yok. Formatlar arası geçişlerin genelde edebiyattan sinemaya, ya da sinemadan bilgisayar oyunlarına doğru olduğu, kafamızın karışmadığı zamanlar geride kaldı. Bugün, internette sıradan bir gezinti yaparken Star Wars romanları, Godfather bilgisayar oyunları, ya da Anne Frank’ın Günlüğü’nün çizgi roman uyarlamasıyla karşılaşabilirsiniz. Pek çok anlatı, bu formatların birinde çok popüler olduğu için diğerlerine sıçrayabiliyor, oradaki bilinirliği ve beğenilirliği ise genellikle özgün formatının gölgesinde kalıyor, hatta çoğu zaman yanına bile yaklaşamıyor.
Son yıllarda popülerliği giderek artan The Witcher ise bu duruma istisna oluşturan, elini attığı her formatta ticari başarıya ulaşan bir anlatı. Polonyalı yazar Andrzej Sapkowski’nin yaratımı olan The Witcher, doksanlı yıllar boyunca ülkesinde sessiz sedasız yayımlanan kitaplarının ardından yine Polonyalı oyun stüdyosu CD Projekt Red’in ilkini 2007’de piyasaya sürdüğü bilgisayar oyunlarıyla bugünkü konumuna ulaştı (nitekim kitaplar ancak ilk oyundan sonra İngilizce’de yayımlandı). 2015’te çıkan The Witcher: Wild Hunt ise şimdiye kadar yaklaşık otuz milyon kopya satarak tüm zamanların en çok satan oyunlarından biri haline geldi. Bu sürede kitaplar yirmi beşten fazla dile çevrilirken, çizgi romanlar, mobil oyunlar derken sonunda Henry Cavill’in başrolünde olduğu bir Netflix dizisi de geldi. Dizi, Netflix’in açıklamalarına göre şimdiye kadar en çok izlenen yapımlarından biri oldu, IMDB’de de azımsanmayacak 8.3’lük puanıyla sağlam bir yere konumlandı.
Witcher’ın baş kahramanı Rivia’lı Geralt, mutasyona uğramış, sıradan bir insana göre çok daha güçlü ve hızlı olmasının yanı sıra biraz da büyü kullanabilen profesyonel bir canavar avcısıdır, yani bir “Witcher”dır. Trollerin, iblislerin, lanetlerin cirit attığı bir dünyada bir köyden ötekine gezerek iş arar, nerede avlanacak bir canavar, kaldırılacak bir lanet varsa orada mesleğini (ücreti mukabilinde) icra eder. Âşık olduğu, ama aşkına bir türlü umduğu yanıtı vermeyen büyücü Yennefer ve ozan yoldaşı Jaskier ile diyaloğu bol, aksiyonu az, okuması son derece keyifli maceralara atılır.
Witcher serisinin ilk iki kitabı kısa öykülerden oluşuyor, oyunların da temel aldığı romanlar ise kronolojik olarak bu iki kitabın sonrasında konumlanıyor. Kısa öyküler bir yandan okuyucuyu Sapkowski’nin yarattığı dünyayla haşır neşir ederken diğer yandan Geralt başta olmak üzere Yennefer ve Jaskier gibi belli başlı karakterlerle tanıştırıp bunların hatlarını çiziyor. Dizinin yapımcıları bu açıdan akıllıca bir karar vererek ilk sezondaki sekiz bölümün her birinde ilk iki kitaptaki öykülerden birini uyarlamayı seçmişler. Ne var ki uygulamada başarılı olduklarını söylemek pek mümkün değil. Bunun birkaç farklı nedeni var.
Öncelikle, öyküler yoldan sapmadan Geralt’ı merkezde tutarak anlatacağını anlatıyor, diğer karakterlerin de yollarını kahramanla kesiştirerek onları tanımamızı sağlıyor. Sapkowski, ne Geralt ne de diğer karakterlerin geri planıyla ilgili çok detaylı bilgi vermeden onları incelikle işliyor, öyle ki ilk kitaptaki öyküler bittiğinde her biriyle ilgili çok net portreler oluşmuş oluyor okuyucunun zihninde. Dizide de Geralt’ın geçmişiyle ilgili hemen hiçbir şey öğrenmiyoruz, buna karşın üç bölümün önemli kısmını Yennefer’in hikayesini izleyerek geçiriyoruz. Dizinin yazarları Yennefer’in acımasız, sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden karakterinin nasıl oluştuğunu uzun uzadıya anlatmayı öylesine istiyorlar ki bu bölümler boyunca ortada ne Witcher’a dair bir hikâye ne de dramatik yapı kalıyor. Bunun üstüne bir de kaderi Geralt’ınkiyle düğümlenmiş prenses Ciri’nin hikayesini ekleyip hepsini farklı zaman dilimlerinde aktarmaya çalışarak izleyiciyi her bölümde artan bir kafa karışıklığına sürüklüyorlar.
Ne istediniz güzelim öykülerden
Geralt, az konuşan, duygularını belli etmeyen, okuyucuya ya da izleyiciye aktarılması zor bir karakter. Sapkowski bunu öyküler boyunca baş kahramanına odaklanarak ustaca yapıyor ama dizi bize Geralt’ı yeterince tanıma fırsatı vermeden, Henry Cavill’in tüm iyi niyetli çabasına ve kaslarına rağmen bir türlü cisim bulamayan bir “protagonist” gölgesini sekiz bölüm boyunca oradan oraya dolaştırıyor. Uyarlama yaparken “kaynak malzeme”den uzaklaşmak, yani öykülerin anlattığı hikayelere eklemeler yapmak ya da onları değiştirmek tanımı gereği kötü sonuç verecek bir tercih değil, bunun aksi yönünde bir sürü örnek var. Ama The Witcher’daki darmadağın hali görünce insan ‘Ne istediniz güzelim öykülerden,’ diye düşünmeden edemiyor.
Diziyle öykülerin arasındaki en büyük farklardan biri de atmosfer oluşturma çabasının verdiği sonuçlar. Sapkowski’nin mekanları, kıyafetleri, canavarları (kimi zaman biraz fazlaca) detaylı anlatımı maalesef dizide karşılığını bulamıyor. Belli ki Netflix dünya çapında milyonlarca hayranı olsa da Witcher’a ilk sezondan hikayelerin gerektirdiği kadar büyük bir bütçe ayırmak istememiş. Bunu sadece vasat düzeydeki görsel efektlerde değil, herhangi bir orta çağ temalı yapımın gardırobundan çekilip alınmış (ve ilk defa giyiliyormuş) hissi veren kostümlerde, stüdyo ortamı olduğunu fazlaca belli eden iç mekânlarda ve genel anlamda yapım tasarımının kalitesinde görebiliyoruz.
Kolaysa Geralt’ı siyahi bir oyuncuya oynatın
Tüm bu sorunlara rağmen The Witcher’daki oyunculuk performansları genel olarak oldukça iyi. Henry Cavill, yazarların kendine sundukları imkanlar dahilinde gayet inandırıcı bir Geralt olmuş, Yennefer’i canlandıran Anya Chalotra ve özellikle ozan Jaskier rolündeki Joey Batey de rollerinin hakkını veriyorlar. Bu noktada, yapımcıların kitaplarda hemen hepsi “beyaz” olan karakterlerin bazıları için tipik bir Hollywood yüzeyselliğiyle beyaz olmayan oyuncular seçmelerine de kısaca değinelim. Sapkowski’nin orta çağ dönemi Doğu Avrupa’sından esinlenerek yarattığı dünyaya siyahi ya da doğu Asya asıllı oyuncuların canlandırdığı yan karakterler yerleştirince anlamlı bir “çeşitlilik” sağlanmış olmuyor, tersine adeta kota doldurmak için farklı ırkların rasgele serpiştirildiği bir “çeşni” ortaya çıkıyor.
Bu tavır karşısında, “Kolaysa Geralt’ı siyahi bir oyuncuya oynatın,” demek geliyor insanın içinden. Yine de bir konuda yapımcıların hakkını verelim: Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinde karşılaştığımız durumun aksine The Witcher’da (elfler gibi hayali bir ırk olan) cüce karakterleri gerçekte de çok kısa boylu olan aktörlerin canlandırması yerinde bir seçim olmuş.
Günümüzde, bir dizinin sonraki bölümünü bir hafta boyunca bekleyip bir sezonu sekiz ya da on haftada bitirmenin yerini “binge watching” denilen, bölümleri bir oturuşta arka araya izleyerek sezonu bir günde yalayıp yutma şeklindeki izleme biçimi aldı. Diziler de bunu tetikleyecek şekilde, on saatlik filmler biçiminde kurgulanıyor artık. X-Files ya da House gibi, ana bir anlatının olduğu ama her bir bölümün kendi içinde kapalı bir öyküyü anlattığı dizilerin sayısı giderek azalıyor. Böyle bir dünyada The Witcher tuhaf bir yerde konumlanıyor. Her bir bölümde, hem Sapkowski’nin başı sonu belli öykülerinden bir tanesini anlatmaya, hem Yennefer karakterini uzatılmış yan anlatılarla geliştirmeye, hem de Ciri ile Geralt’ın kaderini bağlayacak ana hikâyeyi kurmaya çalışıyor ve büyük ölçüde çuvallıyor. Ortaya da, olsa olsa kendini fazla ciddiye alan bir Savaşçı Prenses Zeyna tekrarı çıkıyor.
Yanlış anlaşılmasın, Zeyna, henüz orta çağ fantezisi temalı dizilerin ekrana hücum etmediği doksanlı yıllarda keyifle izlediğimiz, hafif, eğlenceli bir diziydi. Ne var ki (her ne kadar son sezonuyla yürekleri dağlamış olsa da) Game of Thrones sonrası dünyada türden beklentilerimiz farklılaştı, tabiri caizse çıta çok yükseldi. The Witcher ise maalesef baştan savma anlatımı ve zamanının gerisine kalan yapım kalitesiyle bu beklentileri kavrayamadığını gösterdi.
*Bu benzetme, içerik üreticisi Screen Junkies’in hazırladığı The Witcher Honest Trailer’ından alınmıştır.