Tüm dünyada insanların nedeni bilinmeyen bir şekilde ortadan kaybolmasını konu alan dizi, HBO tarafından Lost’un varisi olarak gösteriliyor. Öyle mi gerçekten? İşte Arda Karaböcek’in yanıtı.
Lost’un yaratıcılarından Damon Lindelof’un yeni projesi The Leftovers HBO’da başladı. Tüm dünyada insanların nedeni bilinmeyen bir şekilde ortadan kaybolmasını konu alan dizi, HBO tarafından Lost’un varisi olarak gösteriliyor. Ben de bu iki dizinin; kahramanlarını, yarattıkları gizemi, karakterler arasında kurulan bağı, seçtikleri mekanları, senaryo yazımını, dialogları ve yönetmenlik becerilerini karşılaştırdım.
Öncelikle şunu söylemeliyim, The Leftovers yeni Lost değil, hatta yakınından bile geçmiyor. The Leftovers, Lost’un yarattığı boşluğu doldurmaya çalışan ve başarısız olan ilk dizi de değil. Aynı başarıyı yakalamak adına hikaye örgüsü bir gizem etrafında oluşturulmuş, bazıları J.J Abrams tarafından yaratılmış, Alcatraz, Belive, Flashforward, 666 Park Avenue, Revolution gibi diziler de bu amaçla yola çıkıp başarısız oldu. Bu duruma ‘Lost Laneti’ adını koymak mümkün. Bu lanetin nasıl oluştuğunu çözebilmek adına bu yazıyı yazmadan önce Lost’un ilk bölümünü seyrettim ve bu karşılaştırmanın adil olabilmesi için sadece ilk bölümleri karşılaştırmaya karar verdim.
Dizilerin kahramanlarını nasıl ele aldığını inceleyerek başlayalım; The Leftovers bizim daha hiç bir karakter ile sempati kurmamıza izin vermeden, ağlayan bir bebek sesiyle açılıyor ve bu ağlama/bağırma sesi yaklaşık iki dakika sürüyor, bu iki dakika içerisinde seyirci olarak tek düşündüğünüz şey ‘Lindelof bey ne yapıyorsunuz?’ oluyor. Bu düşünceler kafamızı meşgul ederken kısa sayılabilecek bir tek plan sahnesinin ardından, bebek de ses de kayboluyor ve bu noktada ‘kim bu bebeği götürdüyse ondan allah razı olsun’ dışında bir his uyandırmıyor. Dizinin bundan sonra bebeğini kaybeden annenin etrafında ilerleyeceğini düşünsek de, bu karakteri bir daha ancak dizinin sonunda görüyoruz. Dolayısıyla sahne etkisiz olduğu gibi ana karakterimizle bağ kurmamızı da sağlamıyor. Lost ise Jack’in gözünden açılıyor ve gerçek bir korku öğesi olan uçak kazası ile bizi karşılaştırıyor. Jack bir doktor olarak olaya müdahale ediyor. Jack’i anında bir kahraman olarak ele almaya başlıyoruz, onu takip ediyoruz. Bu sırada aksiyon hiç eksik olmuyor, hamile kadın, nefes alamayan yolcu, patlayan jet motoru, son anda altında kalmaktan kurtulunan bir uçak kanadı gibi tamamı Jack’in etrafında dönen olaylar serisini izliyoruz. The Leftovers’da ana karakterimizin yaptığı tek kahramanlık ise birisinin köpek öldürmesine sinirlenmesi oluyor (ki bu konuda da köpeği öldürenin haklı olduğu ortaya çıkıyor).
The Leftovers’ın devamında da gizem öğesi ilgi çekici bir hale gelmiyor. Beyaz önlüklü, hiç konuşmayan ve sadece sigara içen karakterler, ‘normal’ vatandaşları her yerde takip ediyor ve izliyorlar. Gizemi bu denli somutlaştırmak klasik bir dizi hatası. Lost’ta bizi korkutan, ilk defa fantastik bir öğeyi diziye sokan sahnede sadece ormanın içinden gelen bir ses duyuyoruz, oldukça büyük bir hayvanın bu ormanda yaşadığını varsayıyoruz. Bu bilinmezlik beraberinde daha büyük bir gizem getiriyor.
Lost’un başarılı olduğu konulardan biri de tüm karakterler hakkında bir merak uyandırabilmesi ve karakterler arasındaki ilişkiyi doğal bir şekilde kurması. The Leftovers’da ilgi çeken herhangi bir karakter olmamasının yanında yan karakterlerin arasında kurulan ilişki üzerine de neredeyse hiç düşünülmemiş. Üniversite öğrencisi olan duygusal çöküntü içindeki Jill’in hayatındaki en büyük sıkıntısı hoşlandığı çocuk olan Nick’e açılamaması, bir de bunun üzerine şişe çevirme oynarken en yakın arkadaşının Nick’le sevişmesi yok mu? Ah Jill ah.. diyoruz ve bu bayık sahneden Jack ve Kate arasında kurulan ilişkiye geçiyoruz. Jack, kahramanlık sahnelerini tamamladıktan sonra kendi yarasını dikmek için sahile gidiyor ve bu noktada Kate de ormanın içerisinden çıkıp geliyor. Jack, Kate’den yarasını dikmesi için yardım istiyor, Kate de çekinerek bu isteği kabul ediyor. Bu sahne belki de dizi tarihinde izlediğimiz en iyi iki karakter arasında bağ kuran sahne. Bir sevişme sahnesinden çok daha samimi çok daha çekingen kurulmuş anlatı, seyircinin hayal dünyasında bu ikiliyi birbirine ait olarak kodluyor. The Leftovers’da ise cinsellik sadece ekran başına seyirci çekmek için kullanılan, her seferinde soft-core pornografiye kaçan nitelikte.
İki dizinin çekildiği mekanları karşılaştırdığımızda ise Lost’un niye daha ilgi çekici bir yapım olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. The Leftovers, şu anda vizyonda olan çoğu Amerikan dizisi gibi küçük bir kasabada geçiyor (True Dedective, Under the Dome, The Killing..). Global bir olayın küçük bir kasaba seçilerek anlatılmasının tek nedeni tutan bir formülün taklit edilmek istenmesi gibi duruyor. Lost’ta ise, seyircinin de dizideki karakterlerle birlikte keşfettiği bir ada seçilmiş. Böylece, seyirci dizinin karakterleriyle beraber adayı keşfediyor.
The Leftovers için kaçırılmış fırsatlardan biri de komedi unsurlarını diziye serpiştirmemek olmuş. Ana karakterimiz Kevin, hayal meyal hatırladığı bir gecede çırılçıplak koşturuyor, Lars von Trier’in İdiots’ını hatırlatan bu sahne, komediyle harmanlanabilecek bir sahne olsa da, kendisini oldukça ciddiye alan dizi, bu imkanı tamamen kaçırıyor ve bu sahneden bir gizem oluşturmaya çabalıyor. Halbuki, dizide gördüğümüz Murder by Death posteri dizinin böylesi bir yola gidebileceğine dair karşılıksız bir beklenti oluştuyor (Peter Sellers’ın en komik filmlerinden biri olan Murder by Death, klasik ‘katil kim’ filmlerinin klişeleriyle dalga geçen bir yapım). Lost’ta ise komedi yükünü ilk bölümde Charlie taşıyor, durumlara verdiği tepkiler dizinin gerilimini yer yer rahatlatıyor. (Tabi takip eden bölümlerde bu yükü Hugo yükleniyor ama ilk bölümler üzerinden yorum yapıyoruz.)
Senaryo yazımındaki eksiklikler sadece bunlarla da kalmıyor. The Leftovers, dialog anlamında da zayıf kalan bir dizi. Dizi biter bitmez aklınızda kalan tek bir dialog dahi olmuyor. Lost’un daha ilk bölümünde Kate kaza sonrası sakin olan Jack’e ‘hiç korkmuş gözükmüyorsun, nasıl bu kadar sakinsin?’ diye soruyor, bu soruya karşılık olarak Jack ise ‘Korku tuhaf bir şey, ilk ameliyatımı, 16 yaşında bir çocuğun bel kemiği üzerinde yapmıştım ve 13 saat sonra üzerini örtüyordum ki yanlışlıkla omuriliği zarını yırttım …. Korku çok çılgıncaydı, çok gerçekti ve bunun üstesinden gelmem gerektiğini biliyordum ve bir karar verdim, korkunun beni ele geçirmesine izin verdim ama sadece beş saniyeliğine. Daha fazlasına izin vermeyecektim. Sonra saymaya başladım, 1.. 2.. 3.. 4.. 5 ve korku gitmişti, işimin başına döndüm ve kızı kurtardım’ diyor. Dizinin devamında Kate bu cümleye itafen korktuğu bir pozisyonda beşe kadar sayıyor. Jack’in karakterinin çok iyi çalışıldığını gösteren bu sahne, Kate ile aralarında kurulan bağı da güçlendiriyor. Ayrıca The Leftovers senaryosunun yüzlerce kez işlenmiş, Hristiyan inancındaki kıyamet inanışına bağlı olduğunu da bu noktada belirtelim.
The Leftovers’ın ilk bölümünü, Hancock, Battleship, Lone Survivor gibi aksiyon filmlerinin yönetmeni Peter Berg çekmiş. Lost’un ilk bölümünde ise yönetmenlik çok dikkat çekmiyor ki bunun nedeni zaten ellerinde iyi bir senaryo olması. The Leftovers’da ise, Peter Berg, Jill’in gözünden yavaşça süzülen göz yaşı, suyun içine durduk yere çırılçıplak atlayıp bağıran adam gibi müzik kliplerinden çıkmış sahneler çekiyor ki bunun nedeni de muhtemelen elindeki zayıf senaryoyu daha iyi göstermek istemesi. Bu müzik klibi estetiğinin zirve noktası ise, ağır çekim olarak çekilmiş, eylem yapan insanları ayırmaya çalışan polisler sahnesi oluyor. Bu sahneyi gördükten sonra madem bu kadar klip çekmek istiyordunuz bari bölümü Romain Gavras’a (https://vimeo.com/43051867) çektirseydiniz diyor insan.
Kısaca, ikinci sezonu görmesi neredeyse imkansız olan The Leftovers’ı izleyene kadar bir daha Lost izlemenizi tavsiye ederim, hazır yaz da geldi, dizi yok doğru düzgün, iyi bir seçim yapmış olursunuz. Ayrıca, Lost formülünü en doğru kullanan dizinin de Under the Dome olduğunu yazının sonuna iliştirelim.