“Can sıkıntısına tahammülünüz yoksa bu iş size göre değil” sözüyle başlayan The Killer, en başından seyircilerine yönelik mesajını vermektedir: Bu filmin tam bir “can sıkıntısı” filmi olacağı. Kendisini herkesten “ayrı” olarak nitelendiren bu anti-kahraman, filmin prolog bölümündeki monologunda kendisini tanıtır. Bu tanıtmada dikkat çeken şey karakterin bir gizeminin olmamasıdır. Kendi deyimiyle tam olarak neyse odur.
The Killer türü itibariyle film noir çizgisinde bir psikolojik gerilim filmi ancak filmdeki gerilimi hissedemiyoruz, çünkü film boyunca tetikçinin zihninin içine hapsolmuş durumdayız. Bunun, gerilimi hissedemememize etkisinin olmaması gerek ancak tetikçi o kadar soğukkanlıdır ki, bu hapsolma içinde duyumsadığımız soğukkanlılık bizim gerilimi hissetmemize engel olmaktadır. Bu filmin, David Fincher’ın diğer filmlerinden ayrıksı yönü de budur. Filmde gerilimin geçme hissiyatını alamadığımız için filmle etkileşime girememe sorunu vardır. Karakterin zihnine yerleşip karakterin soğukkanlılığına birinci gözden şahit oluyoruz. Tetikçi sürekli tekrarlarla yaşamakta biz de bu tekrarlara bir anlam yüklemek gerekir mi, bu sorunun peşinden gitmekteyiz. Bu git gel arasında biz de kendi değerlerimizle tetikçinin değerleri arasında kalırız.
Tetikçinin de kendine has değerleri vardır. Ona göre şans ve adalet gerçek değildir. Yaptığı işin de dünyadaki doğum ve ölüm oranlarını değiştirmeyeceğini düşünür. Ortaya bir soru da atar, “İnsanın özündeki iyiliğe inanmayı tercih edenlere şunu sormak gerek: Dayanağınız nedir?” Bu yaklaşım, seneler önce Thomas Hobbes’un ortaya attığı “İnsan insanın kurdudur” şiarına yakın bir yaklaşımdır. Film de bu dayanak sorusuna bir yanıt vermeyi tercih etmez.
Acının farkındalıksızlığı
Filmde içten içe acı çeken ama acı çektiğinin farkında olmayan bir tetikçinin zihninde yinelenen tekrarlarla oradan oraya sürüklenmesine şahit olmaktayız. Kimseye güvenmemesi, plana bağlı kalması, empati kurmaması gerektiğini yineleyen karakterin bunları tekrar etmesinde yatan sebep ruhsal olarak acı çekmesidir. Byung-Chul Han, “Aslında acı yok olmayan bir şeydir, sadece görünüşünü değiştirir”.[i] der. Şiddete maruz kalmak kadar şiddet yaratmak da acının oluşumunun bir başka nesnesidir. Tetikçinin acısının kaynağı kendi tekdüze yaşamıdır. Filmde gördüğümüz intikam nöbeti de acının bir başka yansımasıdır. Burada devreye ise bilinç girmektedir. Bilincin haz organından bir acı organına nasıl dönüştüğünü görmekteyiz. Bu nasıl oluyor peki? Bunun nedenini Otto Rank şöyle ifade eder: Bilinç aynı irade gibi negatif bir organ olmasından kaynaklanır. Aynı zamanda bilinç, acıyla algılanan yoğunlaştırılmış bir gerçekliktir.[ii] Zihnine girdiğimiz tetikçinin bilinci ise acı ile yoğrulmuş durumdadır. Bu durumdan kurtulmak için bunu dışarıya yansıtan bu karakterin filmin epilogunda bundan temizlendiğini görürüz. Ancak film, bu temizlenmenin nasıl gerçekleştiğini bize aktarmaz. Filmin en zayıf halkası zannımca budur.
Baktığımız zaman filmin temel kusurlarından birisi, prolog bölümünde öne sürdüğü doneleri filme yedirme konusunda yetersiz kalmasıdır. Bir diğer önemli kusur ise başlangıçta kendisini herkesten “ayrı” olarak kodlayan, imajını bu şekilde çizen karakterin filmin sonunda kendisini çoğunluğa dahil etmiş olmasıdır. Bu “ayrı olanın dönüşümünü” filmde görmek bir yana en ufak bir şekilde dahi bunu hissetmiyoruz. Aynı o temizlenmenin nasıl gerçekleştiğini hissedemediğimiz gibi. Tek yaşam yolunun geride bıraktığımız olduğunu kabullenmemek filmde çoğunluk olmak olarak kodlanıyor. Burada hangi çoğunluktan bahsediliyor, bunu da tam bilmiyoruz. Burada anlamsal bir kopukluk söz konusudur.
Kişisellikten uzak
Tüm bunları bir tarafa bırakırsak, filmin görüntü yönetimi kusursuz derecededir. Kadrajdan taşan bizi içine çeken kareleri büyük hayranlıkla seyrederiz. Filmin bir David Fincher filmi olduğu her yönüyle bellidir. Bir önceki filmi Mank kişisel bir yapımdı. Tüm filmografisini gözden geçirdiğimiz de, bence Mank ne kadar kişisel ise The Killer da o kadar kişisel değildir. The Killer’ı, filmin anlatısal sorunlarını da göz önünde bulundurursak yine de asla kötü bir film olarak düşünmememiz lazım ancak oluşan beklentinin asgari düzeye indirilmesi gerekebilir. Çünkü yüksek beklentinin izleyiciyi hüsrana sürükleyeceği bir anlatı modeli var. Ben neysem oyum diyen bir karakterin olduğu film de aslında tam olarak neyse odur. Ne eksik ne de fazla.
[i] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum, Metis yay, 2022, s.37.
[ii] Otto Rank, Hakikat ve Gerçeklik, Pinhan yay, 2020, s.57.