Bugün 21 Ekim 2015. Zemeckis için önemli bir tarih bu. Çünkü Geleceğe Dönüş II’de, serinin zaman makinesi otomobilinin göstergesinde yazan tarihteyiz bugün. Bu vesileyle Robert Zemeckis’in vizyondaki son filmi Tehlikeli Yürüyüş ile en iyi bildiği şeye, yani hayaller dünyasına geri dönüyoruz
Fransız ip cambazı Philippe Petit’in New York şehrinin en önemli sembollerinden biri olan Özgürlük Heykeli’nin meşalesinde dikilerek kendi yaşam öyküsünü anlatmaya başlamasıyla açılıyor Tehlikeli Yürüyüş. Filmin kahramanının bir yerlerde durmuş kameraya bakarak bize olan biteni anlattığı – klasik anlatı kalıplarında oldukça sıradan duran – bu açılışın kendine mekan olarak seçmiş olduğu yeri göz önüne aldığımızda ise meselenin o kadar da ‘klasik’ olmadığını hemen anlıyoruz oysa ki. Bir Fransız’ın zamanında kendi memleketinin Amerika’ya hediyesi olan ve bugün Amerika’nın ihtişamını temsil eden en büyük anıtlardan biri olan bu gözlem kulesinin üzerinde durmuş, dünyanın ‘en yüksek’ binaları arasında bir ip üzerinde yürüdüğünün hikayesini seyirciye anlatması; en nazik ifadeyle A.B.D’nin gün geçtikçe sarsılan ‘hayaller memleketi’ kampanyasına bir Fransız cilası çekmesinden ibaret aslında…
1886 yılında parçaları A.B.D’de birleştirilerek açılışı yapılan ‘meşaleli Fransız kadın’ın zamanla bir Amerikan sembolü oluverdiğini ve özellikle Avrupa’nın dört bir yanından A.B.D’ye göç etmeye başlayan kalabalıklar için yeni bir hayat, yeni bir umut temsiline dönüştüğünü biliyoruz. Zamanında bir Fransız dokunuşuyla yanmaya başlayan bu ‘yeni dünya’ ateşinin yıllar içinde dünyanın dört bir yanından pek çok insanı, imkansız diye bir şeyin olmadığına inandırmaya çabalamasına ve hatta onlara bir ‘Amerikan Rüyası’ vadetmesi sürecine de hepimiz aşinayız. Fakat özellikle 2000’li yılların başında o dönemki Bush iktidarıyla zarar görmeye başladığını, 11 Eylül saldırıları ve peşi sıra gelişen Afgan Savaşı’yla iyice dağıldığını, sonrasında 2008 yılında aniden patlayan Mortgage Krizi’yle de paramparça olduğunu biliyoruz bu ‘Amerikan Rüyası’ meselesinin. Bu yüzden imkansız diye bir şeyin varlığına inanmayan Fransız bir adamın zamanında İkiz Kuleler’in arasında ip üzerinde yürümesinin hikayesini bize Özgürlük Heykeli’nin balkonundan anlatıyor olması hiç de masumane gözükmüyor gözümüze. Tehlikeli Yürüyüş, kimi izleyicinin teknik olarak çok üstün bulduğu görsel hileleri de dahil olmak üzere tanıdık bir ideolojiyi seyircinin zihninde yeniden inşa etmek amacıyla kurulmuş bir anlatı. Tıpkı, artık ‘varolmayan’ yüz küsür katlık dev binaları perdede yeniden inşa etmeye girişmesi gibi…
Tehlikeli Yürüyüş’ün yönetmeni Robert Zemeckis’in filmografisini şöyle bir hatırlatığımızda; yönetmenin ilk olarak akla gelen filmlerinden birinin, bu ‘Amerikan Rüyası’ kavramı içinde seyirciyi adeta tarihi bir yolculuğa çıkaran Forrest Gump olduğunu rahatlıkla söylebiliriz. ‘Yarım akıllı’ bir genç adamın neredeyse bütün yakın Amerikan tarihi içindeki olaylarla yaşadığı dirsek temasının ve tüm bunların sonucunda ‘neler neler’ başardığının hikayesinin anlatıldığı film, herhalde sadece Zemeckis’in değil bütün bir Amerikan film sektörünün en başarılı ‘kendini iyi hisset’ filmi sayılabilir. ‘Yarım akıllı’ da olsanız Amerika’da her şey mümkündür çünkü! Dünya ping-pong şampiyonu da olursunuz, olimpiyatlarda atletizm madalyası da kazanırsınız, karides ticareti yaparak zengin de olursunuz… Kısacası imkansız diye birşey yoktur Zemeckis’in filmlerinde yarattığı evrende. Klasik bir Hollywood hayalcisidir yönetmen. Geleceğe Dönüş serisiyle 80’lerde büyüyen bir dolu çocuğa zaman yolculuğunun mümkün olduğuna inandıran da Zemeckis’in kendisidir zaten! Forrest’ın da dediği gibi “Hayat, içi çikolatalarla dolu bir kutudur” Zemeckis’in sinemasında!
Bu en azından 2000’lere kadar böyledi ve biz de ‘satılan’ bu hayale inanmaya daha hevesliydik o güne dek. Fakat gelin görün ki 2000’ler sonrasında Zemeckis sineması seyirciye aynı hayali satmaya devam etmeye giriştiğinde, burada ister istemez sıkıntılar doğmaya başlamıştı. Çünkü ne dünya artık 20 yıl öncesi kadar ‘sorunsuz’, ne Amerikan hayali eskisi kadar inandırıcı, ne de artık üzerine ip gerip yürüyebileceğiniz dev kuleler yerli yerindeydi. İşte tam da burada Zemeckis gibi bir Amerikan ‘masalcısı’nın Tehlikeli Yürüyüş’le, A.B.D’nin yıkılan İkiz Kuleleri’ni merkeze alan bir filmle, karşımıza çıkıyor olmasının önemi irdelenmeye değer. Yani Hollywood’un yıllar yılı inandığı ve satmaya çalıştığı bu ‘Amerikan Rüyası’nın toplumsal algımızda, tıpkı 11 Eylül 2001 günü yıkılan binalarla birlikte yıkılmasının ardından, Zemeckis’in o kuleleri en gerçekçisinden perdede yeniden inşa etmesi, elbette basit bir teknik iddianın ötesinde bir mana taşıyor. Bu, açıkça modası geçmiş ve inandırıcılığını yitirmiş bir ideojinin seyirciye yeniden enjekte edilme çabası ya da bir algının yeniden inşası süreci olarak tanımlanabilir. Zemeckis’in kulelerinin perdede yükselmesi ve mümkün olabildiği kadar ‘gerçek’ ve ‘sağlam’ gözükmesi, Zemeckis sineması ve Amerikalılar’ın bile unutmaya başladığı bir hayalin zihinlerde yeniden canlanması için son derece önemli. Çünkü artık ne Amerika’nın ‘rüyalar gerçek olsa’ mitine, ne de Zemeckis’in masalcılığına sorgulamadan inanan bir izleyici kitlesi var sokakta. Belki de bu yüzdendir ki kimilerinin tamamen bir saygı duruşu olarak okuduğu filmin kapanış karesinde perdede sapa sağlam duran ve ekran siyaha döndüğünde bile kaybolmayan tek bir imaj var karşımızda; gümüşi renkleriyle parlayan ve tüm heybetleriyle hala orada ‘dikilen’ kuleler.
Robert Zemeckis’in Tehlikeli Yürüyüş’ten önceki filmi Uçuş’u saymazsak, yönetmenin özellikle 2000 yılından sonra sadece belirli teknolojik gelişmeleri test etmek ya da teknik anlamda ilkleri başarmak gibi bir meydan okuma hissiyle film çekmeye başladığını söylemek mümkün. 2002 yapımı Kutup Ekspresi’yle giriştiği canlandırma tekniği macerasını Beowulf: Ölümsüz Savaşçı ve Yeni Yıl Şarkısı’yla devam ettirdiği ve her yeni filmle birlikte teknik olarak çıtayı bir üst seviyeye çektiği de bir gerçek. Hatta öyle ki bu filmleri çektikten sonra Zemeckis’in bir daha canlı-aksiyon türüne geri dönmeyeceği bile konuşulmuştu bir ara. Bunun sebebi ise yönetmenin aklındaki çekimleri canlı-aksiyon türünde gerçekleştiremiyor olmasıydı büyük ölçüde. Ayrıca hareket yakalama teknolojisinde de film teknolojisinin gidişatını değiştirecek kayda değer ilerlemeler kaydetmişti Zemeckis. Tekniği zorlamayı, icatlar çıkarmayı, deneyler yapmayı seviyordu. Hikayelerin baskın olduğu, 80’lerde ve 90’larda çektiği filmlerinin aksine, 2000’lerde ürettiklerinde belli ölçüde bir ‘teknik’ baskınlık vardı, hikayeleri daha geri plandaydı bu filmlerin. Aradığımız eski Zemeckis tadını bulamasak da bu filmlerde, yönetmenin takıntısını anlıyor ve gayretini samimi buluyorduk. Aradan birkaç yıl ve bir vasat Zemeckis filmi (Uçağın ters dönmüş bir şekilde iniş yaptığı sahne etkileyiciydi, kabul!) geçtikten sonra, Tehlikeli Yürüyüş ile, canlandırma tekniğini kullanarak çektiği filmlerdeki teknik meydan okuma gayretini bu kez canlı-aksiyona taşıyor yönetmen. Asıl sorun da burada cereyan ediyor zaten. Zemeckis’in yıllardır uğraştığı teknik numaraların hiçbir hesapçılığı yokken, İkiz Kuleler’in inşasında ve olayların üç boyutlu ‘derinlik’ kazanmasında Tehlikeli Yürüyüş’te açıkça bir hesap kitap meselesi söz konusu. Çünkü bu kez Zemeckis’in perdede ‘gerçekçi’ bir biçimde yeniden yaratmaya çabaladığı şey; bir Danimarka destanı devi ya da kuzey kutbuna seyahat eden bir sihirli tren değil. Görsel hafızalarımıza, yaşanan talihsiz saldırı ve yıkım görüntüleriyle kazınmış olan ‘hakiki’ yapılar. Üstelik bunlar öylesine sembolleşmiş yapılar ki bir memleketin ‘süper güç’ imajının sarsılması tam da bu dev kulelerin kaybıyla doğrudan bağlı. Bu yüzden de Zemeckis’in teknik mükemmelliyetçiliği kuleleri en azından perdede eksiksiz bir biçimde diriltmek ve seyirciye onların yokluğunu hissettirmemek için son derece mühim. Bu, aynı zamanda suni de olsa ‘süper gücün’ bir topluma yeniden teslimini ifade ediyor çünkü. Zemeckis de yıllardır biriktirdiği hünerlerini bu kez bir ‘ince ayar’ çekmek için kullanmış oluyor.
Philippe Petit’in sıradışı bir cambaz olarak öyküsünün anlatıldığı 2008 yapımı ve hatta Oscar ödüllü Teldeki Adam isimli bir belgesel film de mevcut. O filmde hikayenin kulelerin ihtişamı kısmına takınılmadan anlatıldığı, Petit’in giriştiği çılgınlığın belki biraz daha ‘az boyanmış’ halini izlemek de mümkün elbette. Tehlikeli Yürüyüş’ün perde arkasında gizlediği ‘niyet’ yok o filmde. Zemeckis’e de çok kızmamak lazım tabii, aslında iyi niyetli bir adam, eşine az rastlanır bir hayalci kendisi. Fakat gelin görün ki gerçek hayat onun filmlerindeki gibi değil artık. New York için, Amerika için, Dünya için değil…
Bugün 21 Ekim 2015. Zemeckis için önemli bir tarih bu. Çünkü Geleceğe Dönüş II’de, serinin zaman makinesi otomobilinin göstergesinde yazan tarihteyiz bugün. Pek çok sinemaseverin yıllardır, “o filmde gördüğümüz neler gerçek olacak acaba?” sorularının yanıt bulduğu gün bugün! Zemeckis’in hayalciliğinin gerçekle buluştuğu gün yani. Yine de biz biliyoruz ki Zemeckis’in hayalleri gerçek olsaydı, o zaman makinesi otomobilin tek bir gidiş-dönüş seferi için bile gerçek olmasını dilerdi yönetmen. Kuleleri beyaz perdede yeniden yaratmasına gerek kalmazdı belki de o zaman.