Sıradışı ilginç ruhunu sergilemede sınır tanımayışı, hem çizmeye hem boyaya yatkınlığıyla karanlık ve derin sürprizlerle dolu bir sanatçı Tayfun Gülnar… Şahsilikte sınır tanımıyor. Bu kez sanat tarihinin ustalarını, akademik eğitimin rüya takımını Açık Dünya’sı aracılığıyla şahsileştiriyor. x-ist’teki sergi, 12 Mart’a kadar görülebilir.
-De Chirico aklıma düşüverdi bu resimleriniz karşısında. Metafizik ne kadar işin içinde bu sergide?
Resimlerin Bosch, Böcklin ve birçok eski kan yoluyla metafizikten de geçerek otomatik olarak Chirico’yla da kendiliğinden bir damar oluşturduğunu düşünebiliriz. Kendimi bir manzarayı resmetmeye özenle yaklaşan bir ressam olarak da görmüyorum. Çünkü çok kişisel ilerliyor her şey. Arızalı bir ilişkiyle, duygusal bir ilişkiyle ve yaşadığım kadarıyla ilerliyor. Benden öncekilerin yaptıklarını düşünmek bir yana, benim bugün gördüğüm derinliğin de genel yapısı böyle. Pek de düşünmemiştim De Chirico’yu. Belki onunla paralel bir melankoliye sahibimdir. O geleneksel izleri sevmediğini ileri sürmüştür. Benim eskiyle bir bağım var ama aynı cinsten mi bilmiyorum. De Chirico’nun ışık ve duvar üzerinden yarattığı zıtlığı ağırlık dolu. Onun mekânları doludur, ışıkla doludur. Gölgesi de ışıkla dolu. Onun resimlerini Akdeniz’in yanan ışığı doldurur. Öznesinin mimarlıktan esinlenen yapılar olduğu işlerim var benim de, o tip işlerimde ışık gölge ve geometri takıntımızın paralelliğini eğer zorlarsam söyleyebilirdim. Belki şu kadar yaklaşabilirim, ben de ışık ve duvar zıtlığını kullandım. O zıtlık geçmişten çok gelecekçiydi bana göre. Işık soğuk filtreden geçiyordu, yaşamın mümkün olamayacağı bir atmosfer, ortada bir şey yoktu, o mimarlık etkiliydi işlerimde. Yoklukta bizden arda kalanlara bakar gibiydim.
– Basın bülteninizde diyor ki: “x-ist’teki üçüncü kişisel sergisi “Açık Dünya”, sanatçının 15. ve 16. yüzyıl Avrupa resminin ölçütleriyle oynadığı bir dizi eseri barındırıyor.” Bunu bize biraz anlatır mısınız? Nasıl bir oynama bu ölçek anlamında yani?
Buradaki ölçekler, ölçüt olmuş bazı eski ustaların sanat tarihinde kanun olarak geçen bazı adımlarıdır. Sanat okullarında bu ustalar kanun olarak öğretilir. Michelangelo Buonarroti, Leonardo da Vinci, Raffaello Sanzio ve Giovanni Bellini gibi ressamlar kendilerine özgü resimsel yaklaşımlarıyla öncüllerinden etkilenmiş ve ardıllarını etkilemişlerdir. Bu sanatçılardan sonra yüzyıllardır ressamlar teknik anlamdaki büyüklüklerini görmüş ve etkilenmiş, kendi yollarını bulmuşlardır. Ben onların resim modlarını uygulamaya gayret ettim. Aynı zamanda Mantegna, Tiziano Vecellio, Piero della Francesca’nın resimlerinin özelliklerini de inceledim. Netice itibari ile bu resimlerin dönemin belli zevklerini yansıttıklarını düşünebiliriz. Ve onları üretkenliğin itici gücüne çevirmeye çalıştım bazı resimlerde. Resmin resim olarak yapılması ve herhangi bir unsuru göz önünde bulundurmadan ressamı tanıma ve teknikleri yan yana görme/birlikte uyarlama aşamasıydı benim için bu. Kendimi çırak gibi hissediyorum. Ama ustayla çırak arasında her zaman gerilimli bir ilişki olmuştur. İşte bu gerilim onların figür-mekân anlayışlarını, figüre yaklaşımlarını, kompozisyon yöntemlerini de çarpıtma ve bozmayla sonuçlandı. Kayalıklar Madonna’sının puslu buğulu rahatsız edici sfumato’lu gerilimi hali hazırda resimlerimde ihtiyaç duyduğum bir gizemliliğe yaraşır bir atmosferdi. Ancak hepsini her şeyde doludizgin uygulamadım.
-Manzaranın anlamı pandemiyle birlikte sizin için nasıl değişti?
Pandemi benim için, siyah resimlerimin büyü yoluyla çağırdığı bir bela gibiydi. İçimde bir yerde insan ne berbat bir canlı derdim her seferinde. Tüm karanlığı resimler yoluyla insanlığın üzerine yığdığım oldu. Ancak ‘Bir Anlık Sessizlik’ sergimde insan unsurunun ortadan kalktığı bir dünya tasvirine odaklıydım. O resimlerin sergisini açtıktan iki üç ay sonra evlerimize kapatıldık. Bu tuhaf tesadüfün gerçekleştiği aylarda resim yapmıyordum. Tophane’deki atölyem hafif yüksek tavanlı ama dünyanın en karanlık atölyesi olabilir. Derin ve karanlık! Sürekli camda sigara içerken ve gökyüzünü izlerken buluyordum kendimi ve sonra bulut boyamaları yapmaya başladım. Beş yıl boyunca mavi-gri skala resimler üretmiştim. Çok net bir ifadeyle sayfayı döndürmek istedim. Resmi yaptıktan sonra bu kapalı ortamda izleyebileceğim bir şey olmasını istiyordum.
“Hayatın rengârenk olduğunu ileri süren resimler yapmıyorum, insanın doğayla hastalıklı bir ilişkisi var ve bu resimler de iki zıt kutuptan besleniyor. Belki de hiç ulaşamayacağımız cennetvari bir kaybın arkasından ağlıyorumdur bu doğa etkilenimli resimlerimde.”
-İlginç bir biçimde genellikle sanatçı üzerinde ağırlık yapan resmin tarihi size bir çıkış yolu sunmuş adeta?
Manzara esasında insan kalabalıklarını resimleme yoluyla dünyanın içinde bulunduğu halleri yansıtmayı ifade ediyordu benim için. Sonsuz devir, yıkım, istila gibi serilerle beraber parça parça işler üretirdim. Dünyadan geçen bir gözlemci gibi toplum düzenini kara, habis, aksiyon dolu alternatif bir düzende ele alırdım. Belki kovid olup öleceğim, boş ver siyahı getir renkleri diyerek resim yapıyordum. Sadece bu açıdan baktığımda yalnızca kendim için, o gün bana iyi geleceğini düşündüğüm uzaklıkları hayal ettim. Resim yapmak bazen öfkenizi-duygulanımlarınızı ya da düşüncelerinizi dışarı atarak iyi gelir. Bazı zamanlarda da onu olumlu şeylerin büyüsü olarak ta kullanabilirsiniz. Resim sanatının gücünü buradan aldığına inanıyorum. Paletten siyahı çıkardım. Ancak bugün bakıyorum ki ben resimlerimi beyaz üzeri beyaz da yapsam dünyadan kopamıyor ve hep hayatımızda yaşadığımız olumsuzluklar resimlerimde doğuyor. Tiziano’nun coşku dolu bitki örtüsünü kullanırken ağaçların arasından hastalanmış, bedeni bozulmuş bir insan çıkıveriyor. Hayatın rengârenk olduğunu ileri süren resimler yapmıyorum, insanın doğayla hastalıklı bir ilişkisi var ve bu resimler de iki zıt kutuptan besleniyor. Belki de hiç ulaşamayacağımız cennetvari bir kaybın arkasından ağlıyorumdur bu doğa etkilenimli resimlerimde. ‘Gece’nin Işıkları’nı üretirken karanlıkta bir orman yangını beliriyor ve yanan/eriyen orman ışığın öznesine dönüşüyordu. Eski ustaların sipariş üzerine ürettikleri resimlerini yorumlarken de her zaman oradaki manzarayı benim bakışımla çatlatmayı önemsedim. Örneğin ‘Venüs’e Tapınma’ erkek egemenliğinin bir yansıması olarak Venüs’e tapınan kadınları betimliyordu. Her yıl 1 Nisan’da bedenlerindeki kiri arındırmak için adaklar sunan antik kadınların hikâyesidir. Muhtemeldir ki erkek egemenliğinin kadın bedeni üzerindeki etkisinin bir sonucudur bu. Ben de oraya erkek bir tanrıya adaklar adayan erkekleri yükledim. Bir de bir ustanın estetik anlayışını bozduğumu, sadakat ile saygısızlık arasında gezindiğimi görebilirsiniz. Bu tip siparişle yapılmış resimlerde sanatçının bu üstün zevki nasıl yakalayabildiğine hayretle bakarım. Ancak o manzaraya kendi bakışımı yüklemeyi kendime olan sorumluluğum olarak gördüm.
-En büyük manzara ressamı kim sizin için?
En büyüğü diye bir şey bence yok. Şu anda Caspar David Friedrich ile Felix Vallotton’u yanyana düşünüyorum, birine bakınca gözüm diğerini arıyor. Hepsinden öğrendiklerimiz var. Hepsinin ayrı ayrı derinlikleri var diyebilirim.
-Geçmiş üretimlerinizde daha yeni Artweek’teki triptiğinizdeki detaycı üslubu kim sildi? Bu üslup neden terk edildi? Ne adına?
Oradaki işim 2017 yılındandı. Kesinlikle geçmiş sayılmaz, daha bebek yaşta bir resim. Silindiğini söyleyemem. Sayfayı çevirdim diyebilirim. x-ist’te üç sergi yaptım, üçü de birbirinden beslenen üç evreli dünyayı oluşturuyor. İlk sergim Chromophobia; insanın tüm çılgınlıklarının tiyatrosu gibiydi bugün bakınca. Şiddet, ayrımcılık, yıkıcılık, yok edicilik, hepsi iç içeydi. İkinci sergim ‘Bir Anlık Sessizlik’, henüz önceki bitmeden oluşuyordu. Tamamen zıt değildi ve şehrin o kalabalıktan arınmasını temsil ediyordu, insan izini odaklıydım ama canlılık yoktu. Belki de bir şehir tahayyülüydü. Figürler için yaratılmış bir şehir gibi düşünebiliriz. Ya da insanı sahneden indirip öznesinin mimarlık olduğu bir yok oluş hikâyesi. ‘Açık Dünya’ ise şehrin etkisinden tamamen kaçmaya çalışsam da bunu başaramayışımın bütünlüğünü ifade ediyor. Çünkü bu figürler ağır hastalar, bedenleri solmuş, canlılıkları hastalıklı, yaşamaya çalışıyorlar. Petrole bulanmış ve taşlaşmış ilk serilerimdeki figürlerin, renk gözlüğü taktığımızda görebileceğimiz halleri gibiler. Çünkü eski ustalara ne kadar baksam da bu figürlerin hepsinde anatomik bozukluklar ve cilt problemleri var. Benim de cildimde bir dönem yaralar çıktı. Belki onun etkisidir. Bedenim bozuluyor, bazen hızlıca hastalanıyorum. Belki de bu yaralar yıllanmanın verdiği tedirginlik, bu figürleri yapmamda etkin güç oldu. Ama her halükarda bence o resimlerdeki bozulmanın da kendine has bir güzelliği var. ‘Direnç ’teki gibi direnmeye çalışıyorlar. Kayıplar olmuş, üzüntü, umut arayışı, huzurlu bir manzaranın hayali, hepsi bu figürlerin bizim gibi aradıkları şeyler. Üslubumu terk ettiğimi söyleyemem. Ama yine de bence ömür boyu aynı siyahları ve aynı ritim duygusunu kullanarak iş üretmeyeceğime emindim.
-Burada mesela devreye genel zevkin detaycı ve boya içermeyen işlerden kaçınmasının bir etkisi var mı?
Aslında bu işler benim düşüncelerimin ürünü oldular. Kendimi iyi hissedeceğim görüntüler oluşturmaya çalıştım ama nafile bir sonuç çıktı ortaya, çünkü resimlerde çok baskın bir belirsizlik, kuşku ve figürlerde fizyolojik rahatsızlıklar oluştu. Siyah figürlerimin çürüme, parlama ve renk değiştirme hallerini resmettim. Genel bir zevk için üretseydim bu resimlerimi üretmezdim. Ben kendime karşı gelmek için üretiyorum. Yine de eski işlerimden çok uzaklaştığımı göremiyorum. Sadece daha tahammül edilebilir haldeler. Bunun da sebebi ışıklılık, ufuk çizgisi ve gökyüzü boşluğu. Örneğin ‘rüzgârla birlikte gelenler’; hayatımızın pencerelerinden içeri giren bin bir çeşit sorunu halletmenin yolunun, hepsini kucaklamaktan geçtiğini haykırıyor. Kollarımı hayatıma giren tuhaflıklara açmışım ve hazır bir şekilde bekliyorum orada. O resmi yapalı iki yıla yakın zaman oluyor. Şimdi eleştirel baktığımda o dert dolu yığına kucak açan bir figür görüyorum. Önceki işlerimi tadında bırakmayı istiyordum, ama üslubun ağırlığını yaşadığımı fark ettim diyerek kendimi de eleştireyim. Ya da ‘Orman Sınırı’ işime bakalım. Burada ayağında çorap bile olmayan bir figür, etrafında bir toplulukla birlikte metropolisi terk ederek ormana sığınmaya yola koyulmuşlar. Doğanın güvenli bir sığınak olması için, şehir yaşamının büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu düşünmemiz gerekir bu noktada. O zaman bu insanlar yanlarında hiçbir şey olmadan ormana, doğup büyüdükleri şehri terk edip geliyorlarsa ortada büyük bir trajedi olmalıdır. Demek ki hiç bir şeyleri de yoktur. Açlık olmalıdır. Yani ortada umut arayışı var. Yaşam ve ölüm yan yana.
-Leonardo da Vinci ve Tiziano Vecellio manzaralarının atmosferinden beslendiğinizi ifade ediyorsunuz Rönesans zamanla ne kadar yakınlaştı bize? İnsanlığa sizce?
Leonardo da Vinci’nin manzaraları ne kadar karanlık ve tüm gizemleri içinde barındırıyorsa Tiziano Vecellio’nun mitolojik resimleri de o derece tersine etkilidir bence. Ben bir ressam olarak baktığımda bunu söylemekten çekinmiyorum. Ölüme belirsizliğe ve karanlık olana karşılık, yaşam dinamizm ve dünyeviliği görüyorum bu ikisinde. Zıtlıkların birlikteliği hayatta nasıl karşılık buluyorsa sanatta da başlı başına ömür verilecek bir mesele olduğu için zıtlıkları yan yana getirerek düşünmeye çalışıyorum.