İlk bölümünden beri, pek kaçırmadan izliyorum Ulan İstanbul’u. Çevremdeki değişik kategorilerden kişilere de pek övüyorum, kesinkes televizyon seyretmeme prensibine sahip olmayanlar arasında çığ etkisi bile oluştu.
Ben belgesel seyretmem. Televizyon çok izlerim. Dizileri hep bilirim. Her kesimden takipçileri olan Muhteşem Süleyman’ı hiç izlemedim. Son ile Kayıp Şehir’i sadece ben izliyormuşum, izlenimine kapılmıştım. Çemberimde Gül Oya deyince katıla katıla ağlamak için eve koştuğum Cuma geceleri geldi aklıma. Hasılı severim televizyon dizilerini benzerlerim ve yani çevrem bu tercihte olmasa veya olmazmış gibi yapsalar da.
İlk bölümünden beri, pek kaçırmadan izliyorum Ulan İstanbul’u. Çevremdeki değişik kategorilerden kişilere de pek övüyorum, kesinkes televizyon seyretmeme prensibine sahip olmayanlar arasında çığ etkisi bile oluştu.
Pazar gecesi büyük reklamların ve kamuoyu oluşturmaların ardından ekrana gelen Şeref Meselesi dizisini yarım saat izlemeyi başaramadıktan sonra Pazartesi Ulan İstanbul’u izlerken, gayr-i ihtiyari bu projenin gözümdeki başarısını sağlayan niteliklerini düşündüm. Merhamet dizisindeki çok küçük rolüyle aklımda yer edinmiş olup buradaki oyunculuğunu bana gerçekten ağzı açık seyrettiren sürpriz isim Karlos / Erkan Kolçak Köstendil; başarısına alıştığım Şebnem Bozoklu; Yedi Tepe İstanbul’dan beri yer aldığı projelerin kalitesinin garantisi olan Uğur Polat; özellikle şu ana dek ismini zikrettiğim oyuncularla olan sahnelerindeki tutuk ama samimi oyunculuğu, gülüşüyle doruğa çıkan masum yakışıklılığıyla Kaan Yıldırım; gerçek hayatta da Baho olduğuna inandıran Caner Özyurtlu; joker gibi dahil olduğu dizide olmazsa olmaza dönüşen Gökhan Kıraç; efendiliğin kitabını yazan komisere inandırabilen Salih Bademci; haza naif 50’lilerindeki oğlan annesini gencecik yaşından fevkalade çıkartan Zeynep Kankonde; bastırılmış cinselliğin Al(a)manyalı sesi Demet Gül ve başta dizinin/toplumun sağduyusu Zihni Göktay olmak üzere çoğu genç tüm oyuncuları işin çekiciliğinin merkezine yerleştiriyorum ben. Ve nedense benim gibi ayrıntıcı seyirciye sunulan ince kelime oyunları ve hatta uyduruk kelimelerde onların da payının olduğuna inanıyorum.
Kurgunun hızı, senaryoya Yeşilçam’dan sıçrayan taklit (taklit sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmıyorum) sahnelerden bulaşan hüzünlü neşe, göze sokulmayan, bilenin/ilgilenenin anladığı çok desteklenecek veya tedirgin edecek eleştiriler (örneğin 23. bölümde kaçak göçmenler meselesine değinilmesi herkesin desteğini alacakken; Baho’nun kafasındaki elmaya nişan alarak eğlenen psikopata yüklenen negatif anlam, uyandırabileceği çağrışımdan ötürü önemli bazılarının tepkisini çekme riski taşıyordu.), Selami Şahin’in sürekli varlığına neredeyse onu aşarak eşlik eden özgün besteler, yine başarısı denenmiş mekan arkaplanı olarak mahalle birleştiğinde şimdiye dek sükse yapmış tüm popüler özellikler postmodern bir kolajla sunuluyor ve tutuluyor. Neyin "satacağı" gayet iyi planlanmış, sergileniyor ve karşılığını buluyor. Tıpkı Fikret Kızılok’un müzik piyasasıyla dalga geçmek için bestelediği ve Sertap Erener’in seslendirdiği Kumsal’da şarkısının o piyasada başarılı olması gibi.
Kuşkusuz Şeref Meselesi de aynı çalışmalardan geçmiş; hatta muazzam pazarlama teknikleri de sunuma eklendi. Tilbe Saran’a rağmen tam bir hayal kırıklığı. Demek ki her zaman un, şeker ve yağ ile helva olmuyor.
Birilerinin emeğini zemmetmek gibi bir niyetim yok, dolayısıyla yorumumu derinleştirmiyorum. Ancak bu vesileyle, doğal diyalogların içine zaman zaman maalesef ayrımcılığın da sızabildiği Ulan İstanbul gibi başarılı bulduğum piyasa işinden söz etmek ihtiyacı duydum. Çok eminim/biliyorum aynı ekibin içinde piyasayla bütünleşmemiş işler yapanların da olduğunu. Örneğin Erkan Kolçak Köstendil’i Zehir tiplemesiyle izlediğim Aut’ta nasıl beğendiğimi çok iyi hatırlıyorum. Kalp Düğümü’nü bu birleşik merakla izlemek istedim. Ne mümkün? Ocak sonuna kadar bilet yok. Yine bana çok umut veriyor gençler…