A password will be e-mailed to you.

Prof. Doğan Kuban, Taksim Meydanı uygulamasını Berlin’deki uygulamalarla karşılaştırıyor.

Berlin sanki bir park içinde yapılmışa benzer bir kenttir. İstanbul ise deniz kenarında bir çöl ve Boğaz kıyısında birkaç vahadır. Berlin’in Branderburger Tor denen taçkapısından doğuya doğru Unter den Linden (Ihlamurlar Altı) Bulvarı başlar. Berlin’in tarihi çekirdeği eski Doğu Berlin’dedir. Soğuk Savaşta, Doğu ve Batı Berlin arasındaki duvar Brandenburger Tor’dan geçerdi.

Bu yeşil ve görkemli cadde, sarayların, operanın, Humboldt Üniversitesi’nin ve müzelerin yoğunlaştığı Alman İmparatorluk merkezinin gösteri caddesiydi. Müzelerin yoğunlaştığı alana Müzeler Adası denir. Bergama Müzesi de burada. Almanlar, savaşta, Amerikan ve İngiliz uçaklarının korkunç ve insanlık dışı yok etme saldırılarıyla harap olan bu yolun çevresini hâlâ restore ediyorlar.

Bu cadde üzerindeki yıkımın ortadan kaldırılması sırasında pek çok eski yapı onarıldı. Fakat yeni tasarımların önü de kesilmedi. Pei’nin Louvre Sarayı’nın bahçesinde yaptığı cam piramitten sonra dünya yeni ile eski arasındaki ilişkilerin sadece arkeolojik davranışlarla olması gerekmediğini daha büyük bir açıklıkla gördü. Berlin’de Unter den Linden üzerinde çok güzel bir tarih müzesi var (Historisches Museum). Pei’nin bu müzeye eklediği ve bir tünelle eski yapıya bağlanan ek yapı, eskinin restorasyonu yanında çağdaş mimari ve sanatın da kent yenileme uygulamalarında uluslararası duyarlıklarla ve büyük bir sanat endişesiyle gerçekleştiğini gösteren çok güzel ve itina ile inşa edilmiş bir usta mimar yapıtı.

Norman Foster eski Reichstag’ın yıkılmış kubbesi yerine camdan yepyeni bir kubbe tasarladı. Reichstag restorasyonundan önce olayın estetik alt yapısını vurgulamak amacıyla ve uzun sürecek restorasyonu sırasında kentin bir şantiye gibi görünmesini engellemek için (Bizim toplum henüz buralara gelmedi!) ünlü sanatçılar Christo ve Jean Claude tarafından, en güzel çağdaş “installation” örneklerinden biri olarak kabul edilen, bir örtü tasarlandı. Bu uygulama sanat tarihlerine geçti. (Şimdi bir de Taksim’den geçin!) Berlin’de benzer uygar davranışlar saymakla bitmez.

Çirkin Binayı Neden Akıl Ettiler

Bir de İstanbul’a bakalım: Sorumlular Taksim meydanı trafiğini yeraltına alarak buraya tasarlanacak meydanı sadece yayalara bırakmak düşüncesini savunabilirler. Fakat olay yer üzerinde. Osmanlı mimari tarihinin öğrenilmemiş yarım bilgileriyle kente müdahele edilmesi acıklıdır. Daha II. Mahmut zamanında topa tutularak yıktırılan Taksim kışlası en az bilinen, birçok kez değişmiş, meydan cephesi ise Türkiye’de hiç geçerli olmamış, Fransız uydurması ‘Style Sarrasin’ (İspanyol ve Kuzey Afrika İslam Mimarisi üslubunda) bir bezeme ile olasılıkla Abdülaziz döneminde yenilenmiş, çok çirkin bir geç dönem yapısıdır. İstanbul’da kalan kışlaları yüzeysel olarak inceleyen herkes bunu görebilir. Bunu hangi nedenle akıl etmişler acaba?

İstanbul gibi bir dünya kentinde sanat ve tarih uzmanlarına ve aydın kamuoyuna, hiç duyurmadan, ve dolayısıyla hiç saygı duymadan –ki bu, olayın tarihi, sanatsal ve kentsel önemi hakkında hiçbir fikir sahibi olmamak anlamına geliyor- İstanbul için çok önemli bir projeyi, hiçbir yapısıyla tanınmayan -ben adını da öğrenmedim- bir mimara yaptırıyoruz.

Pei, Norman Foster, Christo gibi dünya ünlüleri Berlin’de ve adını kimsenin bilmediği bir mimar da Taksim’de.

Bu mimar iyi bir proje de yapmış olabilir. Ama kimse bilmiyor. Oysa Berlin’de yok olmuş Krallık sarayının restore edilip edilmemesi yıllardır tartışılıyor. Bizimki sadece kamuya saygısızlık değildir. Böyle bir konunun evrensel ve tarihi konumu bağlamında hiçbir sorumluluk hissi taşıyan düşüncenin geliştirilmediği anlamına gelir. Ha bir alışveriş merkezi, ha bir Taksim Meydanı. Bu tür uygulamalar entelektüel örgütlenmesini yapamamış toplumlar için tipik göstergelerdir. Fakat bu tümce’nin sorumlular için bir anlam taşıyacağını sanmıyorum. Gerçi halk için de bir anlam taşımaz. Zaten onun için sorun olmuyor.

O Ucube Ortadan Kaldırılacaktır

Sur içinde Topkapı Sarayından başlayıp Sultanahmet’e, Eminönü’nden Beyazıt’a uzanan iki büyük anıtsal yoğunlaşma var. Bunların çevresinin bit pazarına benzeyen gelişmesinden söz açmayalım. Boğaz kıyılarında da Tophane’den başlayıp Çırağan Sarayı’na ve Yıldız Sarayı Bahçesi’ne uzanan bir anıtsal geç imparatorluk aksı daha var.

Bizim ülke Osmanlı’nın ne olduğunu hiç öğrenmemiş, ama Osmanlı olma sevdalısı olanlarla dolup taşıyor. Almanlar eski saraylarını müze yapıyorlar. Biz de otel yapıyoruz. Bu büyük bir sevgi gösterisi olmalı! Müze tarih ve bilim kültürünü, otel turizm-ticaret kültürünü vurgulayan kullanımlar. Osmanlı’nın tüccarları yeni zamanlara gelene kadar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Levantenler idi. Annem ‘tüccarların mahkemede tanıklık etmelerine izin bile verilmezdi.” derdi. Biz bu denli tüccar ne zaman olduk?

Taksim için düşünülen kışla yenilemesi utanılacak bir olgudur. Meydanın parka açılan cephesini o çirkin cephe ile tıkamak her zaman yüzümüzü kızartacak bir tasarım olacak.

Taksim yaya meydanını derinleştirecek bir tasarımla yeni bir cephe oluşturulması, doğru bir çözüm olmasa bile, o çirkin ve sahte cephenin yinelenmesinden çok daha iyidir. Yakın bir gelecekte sağduyulu insanlar o gerçek ucubeyi ortadan kaldıracaklardır.

Bilgi Yoksa Zekâ İşe Yaramaz

Sevgili Okuyucular,

Berlin’e ve İstanbul’a yan yana bakınca neden hâlâ gelişmemiş bir kültür çengelinde çırpındığımız anlaşılıyor. Tarih bilmemek bir yana, dünyayı anlamakta da zorluk çekiyor bu toplum. Dünya tıp araştırmalarında önemli bir yeri olan Northwestern Üniversitesi’nin Öğrenme Bilimleri Enstitüsü’nün direktörü olan profesör Roger C. Schank’ın ‘Dinamik Hafıza’ (Dynamic Memory) adlı bir kitabı var; Cambridge University Press, 1999.) Shank ‘eğer bilgi yoksa zekâ’nın bir işe yaramadığını’ laboratuvar çalışmalarına dayanarak ileri sürer.

Türkler zeki ve dinamik dünya fatihleri idiler. Binicilikleri ve at üzerinde ok atmaları öteki ordulardan daha iyi oldukça hep başarılı oldular. Sonra ne olduklarını ise tarihler yazıyor. Anadolu’yu fetheden göçer Türkler, Osmanlı döneminin sonuna kadar cahil olarak yaşadılar. İşlerini de İranlılar, Araplar, Rumlar, Ermeniler, Levantenler ve devşirmeler gördü. 18. yüzyıldan sonra Avrupalıları da kullandılar. 19. yüzyılda Osmanlı başkentinde uzmanlık isteyen işlerin başına getirilenlerin bir listesini yaparsanız bunu görürsünüz. Yirminci yüzyılın başında % 90’ı köylerde yaşayan Türklerin içinde kaç tanesi okuma yazma biliyordu?

Entelektüel kurumlaşmasını hiçbir zaman gerçekleştirememiş bir toplumun çocuklarıyız. Bugün cehaletin niteliği değişti. Fakat öğrenilmesi gerekenler de olağanüstü arttı. Şimdi okuyarak cahil kalmaya devam ediyoruz. Uzman düşmanlığı devam ediyor. Yetişen uzmanları dışlayıp uslu diplomalılarla iş görüyoruz.

Bu bilgi düşmanlığının planlama ve tasarım uygulamasını, Taksim Meydanı’nda yaşayacağız. İstanbul 1950’den bu yana bu çorbasal gelişmelere çok sahne oldu. Yanlışlığın suçu Ahmet ya da Mehmet’te değil. Toplum, entelektüel gelişmesini tamamlayamadı. Sokağı kirleten ya da kural dışı davranan vatandaş ile onun seçtikleri arasında fark olamıyor.

Biz otomobilli ve telefonlu bir ortaçağda yaşıyoruz. Fakat bu kadar tutarsız ve çirkini ne Ortaçağ Bağdat’ında, ne de Selçuk Isfahan’ında vardı. Bu toplumun kaderi mi? Yoksa nedenini keşfedemediğimiz bir yeteneksizlik mi?

Bizim toplum entelektüel kurumlaşmasını gerçekleştiremedikçe teklemek zorunda. Bu benim kişisel görüşüm. Birinci sorunumuz teklemenin varlığından çok, neden bu kadar geri kaldığımızı anlamak iradesini gösterememek. İkinci sorun meydan planlamakla, buzdolabı satmak arasındaki niteliksel farkı öğrenememek!

 

Bu yazı ilk defa Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde 16 Kasım 2012 tarihinde yayınlanmıştır.

Görsel 1: Christo ve Jeanne-Claude çiftinin paketledikleri Berlin’deki Reichstag binası.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 21:50:01