“Lydia, ‘yüksek değerlerine’ rağmen, kurumsallaşmış entrikaların kültür dünyasını biçimlendirdiğini görmemize de fırsat tanıyan bir figür. Bununla birlikte bulunduğu yüksek yaratıcı konumun ayrıcalıklarıyla orta üst sınıfın cinsel takıntıları, etik açmazları, sosyo/politik güncellemelerden yoksun dünyasının da bir temsili.”
Bu yazı spoiler içeriklidir.
Todd Field, uzun bir sessizlik sonrası beyaz perdeye Lydia Tár filmiyle dönüş yapıyor. İlki 2001 tarihli In the Bedroom, diğeri de 2006 tarihli Little Children adlı filmlerinden sonra kurgusal müzisyen karakteri Lydia Tár ile, bu sessizlik döneminin hazırlığını müziğe dair yapmış olması birçoğumuzu şaşırtmamış olmalı. Todd Field bir müzisyen ve Stanley Kubrick’in 1999 tarihli Eyes Wide Shut adlı filminin piyanisti Nick Nightingale aynı zamanda.
Lydia Tár kurgusal karakterinin, sanat ve hayat arasındaki ilişkiye atfen üretilen teorilere nazire yaparcasına çağdaş klasik müzik dünyasının gerçek bir kişiliğiymiş gibi etkisi yaratması şaşırtıcı değil. Birçok izleyicinin internette Tár biyografisini arattığı haberlerini ben de okudum. Cate Blanchett’ın performansıyla birlikte Todd Field sineması için bu yeni bir seviye. Blanchett, geçtiğimiz hafta drama dalında Golden Globe kadın oyuncu ödülünü aldı. Yine W Magazine’in ‘yılın en iyi performansları’ seçkisinde adı var. Bu yılın Oscar ödüllerinde adını güçlü bir şekilde duyacağımız film, orkestra şefi/besteci Lydia Tár’ın The New Yorker’dan yazar Adam Gopnik’le yaptığı söyleşi ile açılıyor. Bu söyleşi Tár’ın müzikal paletinin çeşitliliği ile ilgili bir özgeçmiş. Akademik, entelektüel ve kişisel tercümelerle ilerleyen müzikal bir öz sunum. Filmin bu söyleşi ile açılması önemli. Anlatının işitsel bir metin olduğunu görüyoruz. Müziğe dair teknik bilgi içeren ve izleyiciden de müzikal bir sözlükle hazır bulunmayı talep eden dinleme metni. Öte yandan çalışılmış bir metin. Tár’ın asistanı Francesca’nın (Noémie Merlant) Gopnik’in cümlelerini söyleşi esnasında tekrarladığını fark ediyoruz. Anlaşılan önceden çalışılmış/hazırlanmış bir metin var. Söyleşi, Tár için güçlü bir marketing çalışması. Lydia müziği deneyimleme biçiminden bahsederken Gustav Mahler’e ve Leonard Bernstein’a olan ilgi ve yakınlığından söz ediyor. Salondaki sessizlik Bernstein’dan bahsederken birkaç öksürük sesiyle yırtılıyor. Bu da önemli. Kanonik olarak onun mirasını temsil ediyor. Salonun sessizliğinde oluşan yırtık bu temsiliyeti imliyor. Film boyunca fark ediyoruz ki Tár, seslerin rehberlik ettiği/sembolize ettiği bir dünyada yaşıyor. Sesin filmde en az Blanchett kadar spesifik bir rolü var. Bütün bu diyaloglar gelişirken Lydia’nın müthiş bir hatip olduğunu da görüyoruz. Ama aynı zamanda kendini yeniden kurguladığı izlenimini de kapılıyoruz. Kontrollü bir etkileme ve kendi olma endişesi ile.
Bu sahneden sonra hikâye, Tár’ın Berlin orkestrasıyla Mahler’in beşinci senfonisine hazırlanma/prova süreci ve kişisel hayatıyla müzikal kariyerinin birbirine geçtiği kaotik yapı ile açılıp, genişliyor.
Sonrasında Lydia’nın, orkestranın konser şefi Sharon’la (Nina Hoss) evli olduğunu öğreniyoruz. Queer bir müzik insanının kişisel hayatı açık şekilde profesyonel kariyerini de biçimlendirmektedir. Adam Gopnik’le olan söyleşi sonrası genç gazeteci Whitney ile flörtleştiğine tanık oluyoruz. Zaman zaman bu flörtöz tavırları asistanı Francesca’ya da sergilemekten kaçınmıyor Lydia. Gelecek vadeden genç kadın orkestra şeflerine imkân tanıyan Accordian adlı organizasyona da başkanlık yapan Lydia’nın, bu adaylardan Krista Taylor’la da bir yakınlık kurduğunu söylemsel olarak öğreniyoruz. Krista’yı açılış sekansında, söyleşiyi dinleyenler arasında ardından wikipedia’da Tár sayfasının içerik editörlüğünü yaparken(daha doğrusu içerikle kelime oyunu oynarken) görüyoruz. Bu ana kadar eylemsel olarak varlığına tanık olduğumuz Krista, Lydia’ya geçmişte aralarındakine benzer bir ilişki yaşamış olan yazar Vita Sackville’in döneminin sosyal normlarına meydan okuyan Challenge adlı romanını gönderiyor. Ve hiddetle parçalıyor kitabı Lydia. Hemen sonrasında ajandasında Krista Taylor’ın adıyla anagram yaparak ‘at risk’(riskli) kelimesiyle durumu sorunsallaştırıyor.
Öte yandan Tár’ın her kararı, her performansı kendiyle ilgili bir durumu açığa çıkarıyor. Krista, Lydia’nın onu cinsel olarak istismar ettiği iddialarıyla intihar haberini alıyoruz. Hikâye, bu istismarın ya da olası ilişkinin detaylarını bize göstermiyor, muğlak bırakıyor. Ancak mail yazışmaları, mesajlar vb. içeriklerle güçlü imalar var.
Filmin ilk yarısında Juilliard’da ders veriyor Lydia. Onun her şeyi müzikle düşündüğünü, nota ve sesle anlamlandırdığını ve kendisine ilham olan müzisyenler tarihini/müzikal mirası önemsediğini görebiliyoruz. Ancak müziğin içindeki empatinin/yüce olanın, Tár’ın hikâyesinde dönüştürücü bir tesiri yok. Öğrencisi Max’e müzisyenlerin tercihleri, kimlik siyasetleri, ideolojileri vb. konularda yaptığı monolog, kültürel doğruculuğuyla birlikte entelektüel bir tartışma için zengin içerik sunuyor olsa da, müziğin kapsayıcılığında gelişen bir ‘usta/çırak’ ilişkisini mümkün kılmıyor. Max, Lydia’ya göre haksız bir gücenme ile sınıfı terk ediyor. Tár, Max için ‘robot’ kavramını kullanıyor. Film boyunca kendisi dışındaki dünyayı temsil eden pek çok kişi için bu kavramı, alaycı/küçültücü bir anlamla ilişkilendiriyor. Kızı Petra’nın okulda akran zorbalığına uğradığını öğreniyor, Petra’yı okula bıraktığı bir gün, onu darp eden arkadaşını şiddetli cümlelerle tehdit ediyor. Okul bahçesindeki birkaç ebeveyne mutlu bir selam vermeyi de unutmuyor. Böylelikle entelektüel bir antipatikle karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz.
Todd Field, film boyunca bizi Lydia’nın zihninde, kâbuslarında gezdiriyor. Karakterin gündelik estetiği de bu karmaşık zihni tamamlıyor. Lydia, misofini/sese hassasiyet ve kirlenme endişesi yaşıyor. Dünyayı sesle anlamlandıran bu kültürel kişilik yine sesin dayattığı kaosla, kafa karışıklığı ile yaşamaya çalışıyor. Evde, bir dolapta gizlenmiş olan metronom, müziğinde ölçü ve ritmi düzenlerken aynı metronom Tár için ölçüyü bozan, yıkıcı bir alete dönüşebiliyor. Bir tourette sendromundan söz edemesek de Lydia’nın gerilim anlarında bedensel tikler geliştirdiğini görebiliyoruz. Öte yandan dışardaki dünyaya maruz kalmanın yarattığı kirlenme endişesi var. Kapı kolları, uçak lavaboları, karşı komşunun yaşlanmış derisi onun bildik dünyasını tehdit ediyor ve tehdit tiksintiye dönüşüyor.
Bununla birlikte Ruben Östlund’un The Square adlı filminin kendini bir ‘halk figürü’ olarak konumlayan Christian gibi, Lydia da kendisini kültürel bir marka olarak merkeze konumluyor. Kamusal buluşmalar için terzide geçirilen vakitler, ‘Tár on Tár’ adlı kitabının turnesi, medyatik fotoğraf çekimleri ya da Sharon’la paylaştığı olağanüstü iç tasarıma sahip konutu ile kendi medya yöneticiliğini görmemiz için de bize olanak tanıyor. Her ne kadar Max’e, sınıfı terk ettiği esnada “sanırım ruhunun mimarı sosyal medya” dese de bu dijital gücü diplomatik şekilde yönetmesi Tár’ın dilemması diyebiliriz bana kalırsa.
Lydia, ‘yüksek değerlerine’ rağmen, kurumsallaşmış entrikaların kültür dünyasını biçimlendirdiğini görmemize de fırsat tanıyan bir figür. Bununla birlikte bulunduğu yüksek yaratıcı konumun ayrıcalıklarıyla orta üst sınıfın cinsel takıntıları, etik açmazları, sosyo/politik güncellemelerden yoksun dünyasının da bir temsili. Rus çellocu Olga’nın(Sophie Kauer) orkestraya kabulü ile gelişen cinsel etkilenme Lydia’nın başını döndürüyor. Bu güçlü erotizm ona dair bir veri aynı zamanda. Olga’yı gelenekselleşmiş tanışma yemeğine götürdüğü restoranın salatasının favorisi olduğunu, içeriğinin de vejetaryen beslenenlere uygun olduğunu söylerken genç çellocunun iki porsiyon et yemeği siparişi verdiğini görüyoruz. Ve Olga’nın bu siparişleri neredeyse kıtlıktan çıkmış bir şehvetle yediğine tanık oluyoruz. Bu sahne, Olga ile Lydia üzerinden sınıfsal bir mesafenin de izdüşümü gibi. Yemek esnasında aralarında gelişen sohbette Olga, Clara Zetkin’in güçlü kişiliğinden bahsediyor ve her yıl 8 Mart’ta Kremlin Duvarı Mezarlığına onun anısına çiçek bıraktıklarını ifade ediyor ancak bunların tanışma yemeğinde bir karşılığı yok. Tár’ın, Zetkin’den ve tarihin taşıdığı sembolik değerden habersiz olduğu ortaya çıkıveriyor. Peki, bu noktada Lydia Tár’ın bir kadın olduğunu söylemek mümkün mü? O, tüm yaratıcı dehası ve sihirli gücüyle öncü kadın orkestra şeflerinin çağdaş bir temsilcisi midir? Performatif olarak Lydia, güç kavramıyla sıkı ilişki kurmuş bir erkeğin her türlü ayrıcalığına sahiptir. Yani film boyunca sık sık gönderme yapılan klasik müziğin elit beyaz erkeğin ayrıcalığı olduğu düşüncesi, Lydia’nın kendini inşa ettiği/tasarladığı fikirdir aynı zamanda. Yoğun geçen bir günün sonunda evde Petra ile vakit geçirirken, küçük kız tüm oyuncaklarını hiyerarşik düzende karşısına diziyor ve herkese birer kalem vereceğini söylüyor (bahsettiği Lydia’nın kalemleri olsa gerek). Lydia ise herkesin bu kalemleri idare edemeyeceğini, demokrasinin böyle bir şey olmadığını söylüyor ona. Böylelikle sınıflılığın gereksinimine dair bir bilgiye dönüşüyor bu ufak oyun. Dönüştüğü kişi, ayrıcalıklar dünyasının korkuları ve suçluluğu oluyor.
Tár, Krista’nın cinsel istismar iddiası ve intiharı sonrasında açılan dava ile yalnız/şiddetli bir düşüş yaşıyor. Tayland’dan, gençler orkestrasının şefliği için teklif alıp Berlin’i geride bırakıyor ve Uzakdoğu’ya gidiyor. Bir cosplay töreninde, grotesk tonda Monster Hunter’ı sahnelerken şu sözleri duyuyoruz: “Biriniz cesaretini kaybettiyse, o zaman uzaklaşın, kimse sizi yargılamasın.” Lydia, yeni dünyasını kaybolarak, uzaklaşarak bulmaya çalışıyor. Geçmiş, hikâyeleriyle çözümlenmeden bastırılıyor, erteleniyor, halı altı ediliyor. Todd Field, bu ürkütücü karakterle bize önemli bir hikâye veriyor. Ancak insanın güç ve iktidar duygusuyla olan zorlu mücadelesinin ne kişisel ne de kurumsallaşmış yerleşik yapısıyla ilgili bir cümle kurmuyor. Tár’ın olanlar karşısında ne düşündüğünü, ne hissettiğini ve gelecekte nasıl konumlanacağını bilmiyoruz. Tayland’da sırt ağrıları sebebiyle bir masaj salonuna gittiğinde, camlı bölmede bekleyen numaralandırılmış genç kadın masörlerden birini seçebileceğini söylüyor salon çalışanı. O esnada masörlerden beş numarayı taşıyan genç kadınla dehşet içinde göz göze geliyor Lydia. Beş numarayı, onun Mahler’in beşinci senfonisine duyduğu ateşli tutkusunun hiç sönmediğinin bir göstergesi olarak okumak mümkünse de, geçmişin karanlık deneyimlerinin tetikleyicisi olarak kabul etmemize de olanak tanıyor.
Filmin ilk çeyreğinde Adam Gopnik’le yapılan söyleşide adından söz edilen Baltimore orkestra şefi Marin Alsop, Tár’ı kadın karşıtı bir film olarak eleştirdi. Sunday Times gazetesine verdiği röportajda (Radiotimes ve Variety’den aktarıyorum) Lydia Tár ile kendisi arasında benzerlikler olduğunu ancak bu kurgusal karakterin bir taciz iddiası ile inşa edilmesi fikrini rahatsız edici bulduğunu ifade ediyor. Alsop’ın iddiası karşısında Todd Field ve Cate Blanchett, bu düşünceye katılmadıklarını söylüyorlar. Filmin, bahsi geçen kavramlar üzerine yapılacak okuma pratikleri için fırsat vermesinin ise önemli olduğunu düşünüyorum.