Her yıl Haziran ayında gerek dünya genelinde gerek Türkiye’de kutlanan Pride’larla homofobiye ve transfobiye karşı itirazların kuvvetlenişine tanık oluyoruz. Beraberinde tüm bu bir araya gelişlerin egemenler için ürkütücü olduğuna da… Pride etkinliklerine karşı yasaklar ve engellemeler, bu itirazların kendisine yeni yöntem ve ifade alanları geliştirmesine sebep oluyor. Tam da böyle bir dönemde itirazlar ve yükselen sesler her geçen gün çeşitlenirken, kuir sanatın barındırdığı potansiyel üzerine düşünme isteğimiz bizi sanatında kuir temellük stratejisini barındıran Taner Ceylan’ın üretimlerine yeniden bakmaya yönlendirdi.
İlk gençlik yıllarından bu yana resimlerindeki homoerotik öğelerle dikkat çeken, taşlanan, yüceltilen Ceylan’ın dünden bugüne en önemli çabası bu öğeleri sıradanlaştırmak… Ceylan, ürettiği temsillerle birlikte bakışı dönüştürmeyi hedefliyor ve izleyiciyi de buna hazırlıyor. Zihnindeki sahneler onu daha çok üretmeye, hatta ‘andaki hareketin açtığı olasılıkları’ düşünmeye davet ediyor. Taner Ceylan’la The Monte Carlo Style’dan başlayıp ‘Kulüp’e kadar uzanan sürecini, kuir sanatı ve itiraf edilemeyenleri konuştuk.
Can Memiş: Sanatınıza bir kaç adım geriden bakarak konuşmaya başlamanın bugünü anlamak için önemli olduğuna inanıyorum. O yüzden ‘The Monte Carlo Style’dan başlayalım isterim. Büyük bir risk alarak, aynı zamanda ana akımlara da itiraz ederek gerçekleştiriyorsunuz bu işinizi. Katılımcılar bir partiye geldiklerini sanarken ve günlerce de bir partinin hazırlığı yapılırken, aslında bir sergiye gelmiş oluyorlar. O tarihten bu yana sanatınızın estetik unsuru olarak kuir temellükten bahsedebilir miyiz?
Taner Ceylan: ‘The Monte Carlo Style’ otuzuna merdiven dayamış, o güne kadar on tane kişisel sergi açmış, tutunamamış bir ressamın kırmızı hap-mavi hap hikayesi aslında. Sesimi duyurmak için kendimce başka hiçbir seçeneğim yoktu. Mezun olur olmaz kişisel sergiler açmaya başladım ve hepsinde homoerotizm ana malzemeydi. Bir hayalin peşinde koşuyordum. Realitede hiçbir karşılığı olmayan bir dünyanın imgelerini yaratıyordum kendim için. Aslında tam kuir teorinin konuşulmaya başlandığı yıllarmış. Buralarda hiçbir şekilde kulağıma çalınan bir mesele değildi. Sadece Tom of Finland‘ın Taschen tarafından çıkarılan kitabı elime geçmişti -ki bir devrimdi. İstanbul Film Festivali’nde Maurice ve Derek Jarman’ın filmlerini izliyordum, ama çok uzak bir fantezi gibi geliyordu. Nefes alamadığım, var olamadığım bir toplumda, benzerlerimle yolumun kesişmediği bir ortamda hayatta kalabilmek için kendime küçük bir baloncuk yaratmaya çalışıyordum. Ne fazlası ne eksiği, başka da bildiğim bir şey yoktu; hâlâ öyle. Fakat hiçbir şekilde tutunamadım. O noktada bir intikam alma arzum her şeyin önüne geçti. ‘The Monte Carlo Style’ bu itkilerle doğdu. Kutsal topraklara bir Truva atı ile girdim. Sorunun son bölümüne gelince… Daha sonraki süreçte heteroseksüel normları yine kendi elemanları ile hedef aldım. Galerist’teki ilk sergimde, gündelik moda dergilerinde ve billboardlarda karşımıza çıkan heteroseksüel ilanlardaki ikinci figür olarak kadını çıkartıp yerine bir erkek yerleştirdim. Birden hayalimdeki dünyam gözlerimin önünde belirdi; olmak istediğim, görmek istediğim alan belirdi.
‘Bilinen Fakat İtiraf Edilmeyen Hikayeleri Görünür Kıldım’
C.M.: Resimlerinizde, ‘ironi, oyunbazlık ve hipergerçekçilik’ten faydalandığınızı söylüyorsunuz. Geçmişin oryantalist sunumuna ve o oryantalist bakışın kendisine müdahale eden bir sanatçısınız. ‘Kayıp Resimler’ de tam böyle bir seri aslında. Zoe Lescaze, bu serinizin merkezinde ‘homoerotik mücadele’nin yer aldığını söyler. Oryantalist temsillerin aksine, tekinsizlikler de barındıran serinizin çerçevesinden söz eder misiniz?
T.C.: Her çağın anlamlarının bükülmeye ihtiyacı vardır. Bize öğretilen ve gösterilen tarih, çoğu zaman subjektif ve taraflı. Aynı oryantalistlerin Şark’ı ele almaları gibi. Benim yaptığım ise oryantalistlerin anlatılarını tam ters yöne doğru bükmek. Gösterilmeyen sahneleri, bilinen fakat itiraf edilmeyen, çarptırılan hikayeleri görünür kılmak. O yüzden, adına ‘Kayıp Resimler’ serisi dedim. Tam 100 yıl önce, 20. yüzyılın başında homoseksüellik diye bir kavram çıktı. Yani öteki… Tam da kapitalizmin temelleri atılırken ve antroposen çağa girdiğimizde… Bu çağda esnekliğe, düzensizliğe, aşka yer yoktu. Fabrikaların çalışması, üretimin devamının sağlanması için sıkı bir aile düzeni, istikrarlı bir üreme ve büyüme şarttı. Kapitalist sistemde, ekonomik olarak büyük ve güçlü bir devlet olmanın temeli budur. Bunun karşısında duran her şey devlete ve düzene tehdittir. Bu görevi din o zamana kadar çok iyi yapıyordu; fakat kapitalist sistemde din etkisizdi. Bu çerçeveden 100 yıl öncesine baktığında, işler çok değişiyor. Düşünsene; her şey akışkan, cinsiyet ayrımı yok, aşkın sınırları yok. Tam da yaşanan olup biten buymuş. Bugün aslında kuir teorinin önerdiği dünya bu. ‘Kayıp Resimler’ serisini yaparken ulaşılması zor kaynakların peşine düştüm. O dönem okuduklarım ve araştırdıklarım bana ciddi kaynak oluşturdular. En basitinden İstanbul Ansiklopedisi’ni okuduğunuz zaman bile nasıl bir dünyayı arkada bıraktığımızı hayretlerle izliyorsunuz.
C.M.: Resmettiğiniz erkek bedenlerinin kusursuz ve ideal erkek beden imgesini yeniden üretiyor oluşları dikkat çekici bir nokta. Siz resimlerinizdeki beden formlarını nasıl tasarlıyorsunuz, bunda görsel kültürün rolü nedir?
T.C.: Olaya bir de şuradan yaklaşalım: Lucian Freud’un resimlerine baktığınız zaman ne görürsünüz? Bir haliyle benim yaptığımın tam tersine; idealize edilmemiş figürler, hatta bilerek çirkinleştirilmiş, deforme edilmiş, yer yer çok zayıf, yer yer çok kilolu insanlar… Son derece sansürsüz ve bize et bedenin ötesindeki insanı gösterir. Ruhuna kadar soyar figürlerini. Artık orada gördüğünüz şey kişinin gerçeğidir. Ruhu görünür hale geliyor. Belli ki estetik ve güzel beden imgesiyle işi yok, derdi yok. Benim ise var. Estetik normları yerine getiren bedenle benim hikayem daha bitmedi. Bu konuda uyarıldığım noktalar hala çok hassas. Derdimi anlatmak için bedeni henüz bildiğim ve yarattığım şekliyle dışlamıyorum. İnsana dair en derin, en saf alanı tabii ki aktarmanın peşindeyim. Ama bunu enteriyör, natürmort, peyzaj gibi en klasik sembolik unsurlarla desteklemeye ihtiyaç duyuyorum. Bu anlamda sanırım post neo-klasik tarafa meyilliyim. Popüler kültürün beden imgeleri de sonuçta benim baktığım yere, Klasik Yunan’a bakıyor. Tom of Finland’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Yaptığım resimden önce ben ereksiyon olmuyorsam hiçbir anlamı yok”. Dediğim gibi resimlerimin tamamen karnımdan yapıyorum. Kendi yarattığım, nefes aldığım bir baloncuk içerisinde var olmaya çalışıyorum. Kendi biyosferimdeyim. Hoşlandığım ortamları, dokunmak istediğim bedenleri, birlikte olmak istediğim tipleri resmediyorum. Hiç öyle felsefi terimler ve kavramlarla yola çıkmıyorum. Sezgilerim beni yönlendiriyor. Haz nesneleri üretiyorum deseniz bile hiç gocunmam. ‘Ruhani’ ve ‘Seni Seviyorum’ resimlerimi yaparken de aynı duygudaydım.
‘Zamanlar Arası Mesafe Kalkıyor’
C.M.: 1994 tarihli Genç Osman serginize o yılların kült dergileriden Negatif’te Ayşegül Sönmez imzalı bir söyleşide rastladım. Osmanlı’ya bugün yaptığınız vurguyla o serginizi birlikte düşünürsek bunun bir döngü olduğunu söyleyebilir miyiz?
‘Kendimi En Yalın Haliyle Resmetmeyi Tercih Ettim’
C.M.: ‘Taner Taner’ isimli işiniz bir kırılma noktası olarak tarifleniyor. Eleştirel bir söylem değişikliğine doğru… Siz kendi işlerinizi böyle dönemlere ve kırılmalara göre ayırıyor musunuz?
T.C.: Tabii ki ayırıyorum: ‘Taner Taner’, ‘Ruhani’, ‘1881’, ‘Seni Seviyorum’, ‘Kulüp’… Bu resimler benim için kırılma noktaları oluşturmuşlardır. Genelde de etraflarında büyük tartışmalar gelişmiştir. Öncelikle ‘Taner Taner’ resminin nasıl ortaya çıktığını anlatayım. 2002 yılında, Neriman Polat, Gülçin Aksoy, Gül Ilgaz, Extramücadele, Nancy Atakan gibi dostlarımın dahil olduğu, ‘Yurttan Sesler’, ‘Yerli Malı’ gibi sergiler yapan bir grup arkadaşım, üçüncü sergileri olan ‘Aileye Mahsus’a beni davet ettiler. Fikir aslında kendi kendimin ailesi olmaktan ortaya çıktı. Daha sonra ‘kendi kendimle sevişirsem nasıl bir duygu olur’ sorusu içimi kemirmeye başladı. Düşünsenize, kendi kendinizle sevişiyorsunuz. Bütün hassas noktalarınızı, zafiyetlerinizi biliyorsunuz ve ortaya çıkacak durumu düşünün. Beni oldukça heyecanlandırdı bu düşünce. Fakat bunu o güne kadar yaptığım şekliyle romantik ve estetik bir düzenlemeden ziyade, kendimi en yalın haliyle resmetmeyi tercih ettim. Kendime dair belki de en yalın çıplak halim. Kendimi bu kadar samimi bir şekilde ortaya koymam benim için tabii ki büyük bir kırılma noktasıydı. Ama ortamın da kaldıramayacağı kadar çıplaktı. Sonrasında olanları zaten biliyorsunuz. Üniversiteden atılmam, yayınlanan dergilerin toplatılması, Sekizinci İstanbul Bienali’ne davet edilmem…
‘İki An Arasındaki Zamansız Nokta’
C.M.: Manolyalı Yârim’den beri resminizde bir dönüşümden söz ediyorsunuz. Andaki hareketin çeşitli olasılıklara açılması ve izleyicinin bir tür yönetmen gibi rol üstlenmesi gibi bir farklılaşma… Son işiniz ‘Bugünü Resmetmek’ sergisinde yer alan ‘Kulüp’ de bu dönüşümün habercisi işlerden. Resminizde bu geçişe nasıl hazırlandınız?
T.C.: Bu bahsettiğim şey aslında bütün resimlerimde üç aşağı beş yukarı yakalamaya çalıştığım şey. En başından beri vardı. ‘Beyaz Merkez’ resmini düşünün veya ‘1881’i. İki an arasındaki zamansız bir nokta… Her şeye gebe bir alan. Ama bunu o kadar hayat dolu ve vital hissettim ki ‘Manolyalı Yarim’de… Baktığım anda o karenin, sahnenin içinde oluverdim. Şimdi bugünden geçmişe baktığım zaman, mesela 2000’lerde yaptığım ‘Balo’ resmim de son yaptığım ‘Kulüp’e çok benziyor. Ama arada ciddi farklar var. Alan derinliği, dondurulmuş hareket enstantaneleri gibi. Burada tabi yapay zekanın etkisini de inkâr edemeyeceğim. Çok farklı yapay zekâ programları kullanmaya başladım, resmimim kompozisyonu oluştururken. Arzu ettiğim bir nesneyi saatlerce arayıp eklemek zorunda kalmıyorum artık veya dumanlı bir atmosfer istediğimiz zaman bunu en doğru şekilde koymama yardımcı oluyor. Bu noktada çok heyecanlanıyorum tabii ki. Beynimin içindeki kıvrımlarda sıkışıp kalmış, aktarılmayı bekleyen sahneler dolu.
C.M.: Gareth Harris izleyenler için sanatınızdaki homoerotik odağın sıradan, günlük bir hal alıp alamayacağını soruyordu. Sizce homoerotik temsiller sıradanlaşacak gibi duruyor mu?
T.C.: Dünyanın geneli için bir şey söylemek çok doğru değil, kimi yerlerde çok sıradan bir hal aldı bile. Kimi yerdeyse hala ütopik bir durum. Feminizm gibi düşünün. Ortadoğu’daki ve Avrupa’daki karşılıkları bambaşka. Benim kişisel çabam ise gündelik hayatımda bunu sıradanlaştırabilmek…
‘Tenimin Yerini Tuval Aldı’
C.M.: Agamben, çıplaklığı tamamlanmış biçimine asla ulaşılamayan bir olay, gerçekleşmesi durumunda tam olarak kavranmaya izin vermeyen bir biçim olarak tarifliyor. Sunulduğu bakışı asla doyuramayan, bakışın açgözlülükle aradığı bir an olarak çıplaklık… Çıplak figürlerinizin hep süren ve tamamlanmayan bir arayışa ait olduğunu düşünüyor musunuz?
T.C.: Katılıyorum tabii ki… Dünya güzel sanatlar akademilerinde, genel olarak insan bedeni temel sanat eğitiminde en ciddi eğitim olarak yerini hâlâ korur. Desen eğitiminde, çıplak bedenin en küçük uzva kadar detaylıca resmedilmesi öğretilir. Çünkü evrensel estetik normlarının en tepesine konumlandırılmıştır. Ve tekrar tekrar üretilmiştir. Gotik’ten Rönesans’a, Barok’tan Neoklasisizm’e, Empresyonizm’den Kübizm’e, Post-modernizm’den Meta-modernizm’e kadar. Bu böyle de devam edecektir. Çünkü çevremizde kurduğumuz tek iletişim aracı bedenimizdir. Onun koşullarına ve şartlarına bağlıyız. Sonuçta benim için tuval, tenimin yerini aldı. Bedenimle dünyayı algılıyorum. Onun aracılığıyla da yeni tenler ve bedenler yaratıyorum.
‘Kuir Sanatı Okumak İçin Alfabeye Hakim Olmak Gerek’
C.M.: Kuir sanata dair konuşmadan önce belki de biraz sanat tarihini konuşmamız gerekir. Sanat tarihinde çeşitli cinsel kimliklerin kendine has şifrelerle belli bir dizge oluşturduğunu savunuyorsunuz. Sizce sanat tarihi egemenin tarihi olmaktan kurtulmaya dair emarelere sahip mi? Apaçık kuir bir sanat tarihi okumasına yakınlaşabiliyor muyuz?
T.C.: Bir sanat nesnesinin sanat yapıtına dönüşmesinin bazı koşulları var benim için. En önemli koşul da tüm alt metinlerden ve sanatçısının imzasından arındırılmış şekilde kendisini ne kadar var ediyor, maddi olmayan değeri nedir? Yani şöyle düşünün, karşınıza ne zaman kimin yaptığı belli olmayan bir eser geldi. Ve buna her türlü değeri biçmeniz gerekiyor. Burada eserde bakılacak en son şey, konusudur. Bu aşamayı geçtikten sonra konuya bakarım: nasıl ele almış, derinliği nedir? Nasıl ki natürmort, peyzaj, enteriyör, figür, soyut varsa; kuir sanat da var. Bu çok belirleyici değil. Belirleyici olan, niteliğidir. Temel niteliklere sahip olmayan çalışmalar propaganda nesnesinden öteye geçemiyor. Böylelikle hem galerilere hem müzelere hem de uluslararası dolaşıma giremiyorlar. Rafael’in bir resmine baktığınız zaman, spiritüeldir, Rönesans ekolüdür, alegoriktir ve de kuirdir. Aynı şekilde Christian Shad veya Andy Warhol… Tek bir katmandan bakılmamalı. Örneğin Avni Lifij de paleti ve duygusuyla kuirdir benim için. Kuir sanat her zaman vardı. Sadece okumak için gerekli alfabeye hâkim olmak gerekiyor. Sorun egemen sanat tarihinde değil, egemenin bakışından bakıldığı için okunamıyor. Bu da değişiyor nitekim. Örneğin, bu bakışa sahip olan bu yılki Venedik Bienali’nin küratörü Adriano Pedrosa bienal seçkisinde Louis Fratino gibi kuir sanatçılara çok geniş yer ayırdı.
‘İstanbul’da Kuir Rönesansı’
C.M.: Çalışmalarınızın merkezinde duran cinsellik, pek çok kapının üzerinize kapanmasına gerekçe olarak gösterildi. O yıllardan farklı olarak, bugün Türkiye kültür-sanat ekosisteminde LGBTİ+’lar hem çok daha görünür, hem de bu ekosistem dünün koşullarına göre daha güvenli. Bu alanda bir çok zorluğa maruz kalmış bir sanatçı olarak ekosistemin kuirdostu olma çabasını nasıl takip ettiniz?
T.C.: Benim gördüğüm, tek bir LGBTİ+ topluluğundan bahsedilemez. Topluluklar ve cemaatler oluştu. Tabii ki aktivizmin etkisi var. Olmalı da… Bunca çaba ve acı karşılığını almak zorunda. Tam da bu dönemde İstanbul’da Kuir Rönesansı’nın yaşanması boşuna değil. Şahane karakterler ortaya çıktı. Özellikle drag ve dans dünyasında. Keza edebiyatta da durum çok umut verici: Yiğit Karaahmet’in ‘Deniz Ne Kadar Güzel’ romanı Thomas Mann’ın ‘Venedik’te Ölüm’ kitabının intikamını alıyor. Üstelik bunu buradan yapıyor. Sporda da keza… Buna rağmen nefes alması çok zor bir ortam. Haklı olarak çoğu yurt dışına çıktı veya o gayrette. Ekosistemin kuirdostu olma çabasının bazı nedenleri var. Tabi öncelikle kendi alanını yaratan, inatla var olma çabasını gösteren LGBTİ+ bireyler sayesinde oldu. Diğer taraftan da genelleyecek olursam, sistem ekonomik getirisinin farkına vardı. Şayet satıyorsanız ne olduğunuzun önemi yok. Bir diğer neden de birçok sektörde LGBTİ+ bireyler yönetici konumunda artık. Bu da işleri ve pozisyonları esnetiyor ve alan açıyor. Özellikle eğlence sektöründe. Her şeye rağmen gerçekçi olmak zorundayız. Hâlâ LGBTİ+ bireyler için kolay olmayan bir ortamdayız.
CM: LGBTİ+’ların şeytanlaştırıldığı, yok sayıldığı, nefret örgütlenmelerinin hız kesmediği bir dönemden geçiyoruz. Bundan birkaç sene önce binlerce insan onur yürüyüşlerinde bir araya gelebilirken bugün artık yasaklarla boğuşuluyor. Translara karşı saldırılar, aile yürüyüşleri, nefret cinayetleri… Ama dolaptan da çıkıldı bir kere. Dolayısıyla her şeye rağmen ‘I Love You’ oto portrenizdeki asiliğinizi koruyor musunuz?
T.C.: Sadece LGBTİ+’lar değil, heteroseksüeller için de kolay bir dünya değil burası. Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve en önemlisi doğa büyük zorbalıkla karşı karşıya. Diğer taraftan baktığın zaman gezegenimiz insanlık tarihindeki en barış dolu zamanından geçiyor. İnsanın olduğu yerde anlaşılan bunların hepsi olacak, yaşanacak. Çok karmaşık bir yapıya sahibiz. İyiye ve kötüye, güzele ve çirkine, şiddete ve barışa aynı anda ihtiyacımız var gibi görünüyor. Ben her daim umut doluyum. Bu döngünün bitmeyeceğini bilmeme rağmen bir anlık mutluluğun bütün bir ömrüme yayılabileceğini bildiğim gibi. Etimizdeki küçük bir acının bütün hayatımızı o an için kapladığı gibi…
* Kapak Fotoğrafı: Emel Ernalbant’a aittir.