“Bugün bu yüzden her türlü bastırma girişimine karşı meydanın işlevini çok iyi anlatmak, tartışmak gerekli . Kime? Bu seçkincileştirme girişimlerinden güç alanlara, sınıflara değil öncelikle meydanın bu işlevini görüp onu emekçilerin, ezilenlerin bir alanı haline getirmeyi başaranlara. Bu hafızayı bugün koruyanlara. Olup bitenle yüzleşmeye, anlamaya ve hissetmeye çaba gösterilmesi, düşüncelerin tartışmaya açılması bu yüzden değerli. Bu rejimi değiştiren ise, Gezi Direnişi’nde olduğu gibi, farklı bir şey olması..”
Büyükşehir Belediyesi yönetiminin düzenlediği Taksim Yarışması’nda finale kalan 3 proje için halk oylaması başladı ya, tanıdıklarımdan sürekli telefonlar alıyorum. “Hangisine oy verelim, biz bu imajlardan pek bir şey anlayamıyoruz” gibi bir şeyler söylüyorlar.
İmajlara, yani projelerde ne gösterildiğine odaklanılıyor, doğal olarak. Gezi’de neler öngörülmüş? Tünel, otobüs durakları ne olacak? Beton döşemenin üzeri nasıl ağaçlandırılıyor? Meydan işlevini koruyor mu?..
Bu bir ilk. Ancak bu meydan (veya şehrin hiç bir yeri) bugüne kadar imajların üzerinde tartışılarak, anlaşmaya varılarak şekillenmedi. İmajlar hiç konuşulmadı. Çünkü imajları konuşmak bile mümkün olmadı. İmajlar kararlar alındıktan, uygulamalar başladıktan sonra inşaat panolarında sergilendi, yalnızca.
Çünkü imajlar işlevi ne yapıldığını perdelemek. Yani ulus-devlet içindeki iktidar mücadelesinin nasıl bir eşitsizlik yaratma işlevi olduğunu gizlemek. İmajların işlevi güç ilişkilerini gölgelemek. İmajlara odaklanmak bu nedenle yeterli değil.
Taksim İstanbul’un değil ulus-devletin meydanı
Çok amaçlı salonları, açık ve kapalı tiyatroları, sergi alanları, stadyumu ve operası ile 1939’da gerçekleştirilen bu düzenleme kültürün millileştirilmesi girişimi olarak da okunabilir. Tıpkı gaz, elektrik, su, toplu ulaşım hizmetlerinde olduğu gibi. 19. yüzyıl kapitalizminin geliştirdiği Pera’nın kozmopolit kültürüne karşı bir hamle, bir millileştirilme girişimi. Bu yüzden bugün de bir çekişme sahnesi. İktidar olmak, bu alanı işaretlemekten geçiyor. Bu sahneye son katılan imge cami. Seküler gibi gözüken AKM nasıl bir ulus-devlet idealini simgeliyorsa, o da öyle. Meydanın hafızasının çok katmanlı olduğundan söz edilse bile, birbirini silmeye dayanıyor: Osmanlı modernleşmesinin resmi tören alanını, Dolmabahçe’nin izlerini kazımak… Pera’daki kozmopolit kültürü kazımak… Ermeni mezarlarını, kışlayı, kiliseyi kazımak…
Taksim Camii ya da AKM’nin yıkılması gibi her yeni müdahaleyi de aynı zamanda görünmeyenin izleri, işaretleri olarak okumak da mümkün. Görünmeyeni görünene taşıyan işaretler, izler olarak. Her müdahale arkasında izler bıraktı. Her müdahalede sürekli bastırılan bir şey var.
Zannedersem buradaki en büyük tuzak bizim gibi iktidar gücünü kullanan sanatçılar, tasarımcılar için, yani seküler kesimler için kimlikçiliğin sorgulanmamış, görünmeyen bir özellik halini alması. Profesyonelliğin, meslekçi hareketin de gizli bir kimlikçilik hareketine dönüşmüş olması. Taksim Camii’nin merkeziyetçi devlet ideolojisi içindeki rolünü, işlevini görebiliyoruz. Ama mesela AKM’ninkini galiba o kadar kolay göremiyoruz. Oysa her ikisi de sekülerleşmemiş bir kültürel alana işaret ediyorlar. Bir tarafında yıkılan AKM, diğer tarafında inşa edilmekte olan bir cami olan bir meydandan söz ediyoruz, “Taksim” deyince. Bir kere burası şehrin değil, ulus-devletin temsil sahnesi. Bu gayet açık değil mi?
Geçmişte Taksim’deki tünellerin uygulama projelerini hazırlayan ve kamu gücünü arkasına alan uzmanlarla tartışırken açıkçası hep bunu düşünmüştüm. “Ulaşım bilimsel bir konudur, sizin konuşmaya/tartışmaya hakkınız yok” deyip duruyorlardı.
Kendilerinden o kadar emindiler ki.
Gezi Direnişi Topçu Kışlası replikası ya da Taksim Camii nedeniyle değil, asıl onların “tartışılmaz” diye buyurdukları bu abuk ulaşım projeleri nedeniyle gerçekleşti.
Kimlerdi Taksim’i tünelli otoyol kavşağına ve AVM’ye çevirmeye çalışanlar? Maçka Parkı’nı betonlayıp, mahvedenler?
İMP’yi kuranların bu yapının şirket altında oluşturulmasını eleştirdiğimizde güçlü kurumları temsil ettiklerini ve iktidara, yönetime bağımlı olmadıklarını söylediklerini hatırlıyorum. Bu güçle hemen bir anda bir çok çalışmaya giriştiler, planlama, projelendirme ve restorasyon çalışmaları…
Bu seküler görünümlü resmi programla rekabet içinde olan popülizmi ve siyasal sermayeyi motive ediyorlar. Kimlikten söz ederken siyasetçiler de imajları kullanıyorlar. AKM için “bizim kültürümüz değil, opera. Biz kendimize ait olanı yapmalıyız.” Ya da söylendiği gibi “kendi değerlerimize uygun bir kültür yaratamadık, bu konuda başarılı olamadık” derken basbayağı imkansız bir durumdan söz ediyorlar. Tıpkı “çırpındıkça bataklıkta daha çok batmak” gibi.
Görünmeyen tuzak: Seküler kimlik altında gizli kimlikçilik hareketi
Resmi-özel karışımı pozisyonlarda kamu gücünü kullanmak, arkasına almak bir takım kişilerde bir şeyleri çözüyorum hissi uyandırır. Ne güzel değil mi? Hem kamu, hem sivil… Tıpkı kendi özel işini yapıyormuş gibi kamu gücünü kullanmak, kimseyle tartışmadan istediğine iş vermek, kariyer fırsatları yaratmak ve kullanmak, hatta projeler yapmak…
Bizden mi, değil mi? Profesyonel hayatımız boyunca bu bağımlı düşünce ortamı çıktı karşımıza. İmajlarla uğraşılıyormuş gibi yapılıyor, ama ne yaptıkları tartışılmıyor. İmtiyaz alanlarına dokununca fena halde rahatsız oluyorlar. Eleştiriden de “düşmanlık yapmak” gibi bir şey anlıyorlar. Bu yüzden kamu tarafında olmanın ne anlama geldiğinin farkında değiller.
Otokratik yöntemler her ne kadar işleri kolaylaştırıyor gibi gözükseler de fakirleştirirler. Tıpkı kendi özel işini yapıyormuş gibi kamu gücünü kullanmak, kimseyle tartışmadan istediğine iş yaptırmak, karar almak kimi zaman keyif verir.
“…yarışmanın “kolaylaştırıcısı” bir şirket. Yani ister istemez yönetme bağımlı bir kuruluş. Bence tartışacaksak, bunları tartışmalıyız.”
Bu yüzden imajların ne gösterdiğine değil, ne göstermediğine odaklanmak gerekir diye düşünüyorum. Yarışmanın “kolaylaştırıcısı” bir şirket. Yani ister istemez yönetme bağımlı bir kuruluş. Bence tartışacaksak, bunları tartışmalıyız. Mesela bir “Şehir Enstitüsü”nden söz ediliyor ya, belki de yarışmadan önce onu tartışmak, özerk bir yapıda kurumsallaştırmak iyi olur” falan diyorum. Çünkü bu tür yapıların süreklilik gösteren çalışmaları ile yarışmalar falan daha etkili olur, meydan şehirselleştirilir. Önce bu tür kurumları kurtarmaya, yarışmaya açmak lazım. Yoksa yönetim kendisi “sivil toplumculuk” oynamaya başlar ve geçmiştekilerin devamı gibi olur.
İşte bu nedenle AKM’nin karşısına Taksim Camii dikilebiliyor. Gösterenlerin nasıl bir işlev gördüğü ile yüzleşilmediği için sürekli gösterilenlerle, imajlarla uğraşılıyor. Kurumsal kapasitelerin, imtiyaz alanlarının farkına varılmadığı için seküler olmayan bir “estetik rejimi” kurumsallaşıyor.
Eğer bu kamusallık biçiminde bir değişiklik olacaksa, bu hangi imajların (gösterilenlerin) baskın geleceği değil, onu yaratan yapıların, güç ilişkilerinin anlamaya ve dönüştürmeye çaba gösterilmesi ile olabilir. Tıpkı Gezi Direnişi’nin bize gösterdiği gibi: Mekanın sınıfsal üretim tarzını dönüştüren, farklı kimlikleri kapsayan, şiddet içermeyen bir dönüşüm…
Eleştiri olmadan iyileşmek mümkün değil
Eleştiri her zaman yararlıdır. Disiplin gerektiren bürokratik, bağımlı süreçlerin dışına çıkılmasını, kamusal alanın genişlemesini, nefes almasını sağlar. Yöneticiler de her şey kendi patronajları altında olmadığı için çok daha rahatlamış ve fikir açısından zenginleşmiş olurlar.
Bu yüzden Taksim meselesini tartışmak önemli. Her siyasal yönetimin bu konuda bir hafızası var. Kamu alanlarını tasarlama ideallerinin arkasında toplulukları kontrol etme hayalleri var.
Bunu da yapması gereken elbette ki siyasetçiler değil, tek başlarına. Bağımsız, yani bir sipariş almadan çalışması gereken üniversiteler, STK’lar… Eleştiriden korkulursa kamusal alan buharlaşır. Bu nedenle Taksim meselesinde bu resmi hafızayla hesaplaşılması gerekiyor. Çünkü hafızayı özgürleştirmeden iyileşmek mümkün değil.
Bu yüzden birilerinin eleştirinin bir “nimet” olduğunu anlaması ve anlatması şart. Kimlere? Yalnızca yöneticilere değil, kamuoyuna. Özellikle de bu seçkincileştirici şiddetin mağdurlarına.