Çok kıymetli yazar (onun hakkında kıymetli yazarken bile onun Türkçe’yi arılaştırma çabasından ötürü titreyerek suçluluk duyduğumuz) Tahsin Yücel gitti. Ardında Yalan, Peygamberin Son Beş Günü gibi büyük romanlar bırakarak… Tahsin Yücel’i yazarımız Serpil Gülgün’ün yazarla 2004 yılında yaptığı dil üzerine bir konuşmayla uğurluyoruz…
"Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Bu durum yıllardan beri beni üzüyordu. Bir gün birdenbire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre; geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmemeyim dedim ve yaşam öykümü yazmaya karar verdim”. Şurası gerçek ki Sümerli şair ve yazar Ludingirra’nın korkusu hiç de yersiz değilmiş, binlerce yıl Sümer uygarlığı ve dili saklı kalmış. İşin acı ve ironik yanı bugün ne Sümer dili var ne de onu tarihten silen Akadca. Ne de Akadca’nın yerini alan Aramice (Bu dili konuşan, Irak ve Suriye’de yaşayan birkaç bin Nasturi’yi saymazsak.)
Serpil Gülgün: Peki, bir gün bu, Türkçenin de başına gelebilir mi?
Tahsin Yücel: Kuşkusuz, geleceğe doğru 4 bin yıllık bir sıçrama yapmak ve bu sorunun yanıtını aramak fantezi ötesi olur. Ama şu da var: Kimbilir belki de o kadar yıl uzağa gitmeye gerek bile yok. Bir yüzyıl sonrasını düşünmek yeterli. Yüksek öğrenimin önemli bir bölümünün İngilizce yapıldığı bir coğrafyada kaçınılmaz son yaklaşıyor mu? Gerçekten de 100 yıl bile değil belki de 50 yıl içinde Ludingirra gibi bir şair ve yazarın, ”Dilimiz unutuluyor, artık gençler Türkçe konuşmak istemiyorlar, ne yapacağımı bilemiyorum” diye hayıflanması çok uzak bir fantezi mi?
Özellikle de bütün dünya dillerinin neredeyse hızla tek ve ortak bir dile, İngilizceye doğru evrildiği günümüzde.
-Bundan 4 bin yıl önce Sümerli bir yazar ”Dilimiz unutuluyor, acı çekiyorum,” diye yazmış. Bir gün Türkçenin de başına gelir mi böyle bir şey?
Tarihe baktığımız zaman birçok dilin öldüğünü görüyoruz. Hatta yalnızca tarihe değil günümüze baktığımızda da… Bugün kimilerine göre 5 bin dolayında yaşayan dil var, kimilerine göre bu sayı daha az. Ama dillerin sayısının azaldığı bir gerçek. Birçok küçük topluluk daha büyük topluluklar arasında eriyor, dillerini yitiriyorlar.
-Bunda dilin değişmesinin payı var mı peki? Örneğin şu an Halit Ziya’yı okuyup anlayamıyoruz.
Halit Ziya kendine rağmen -sonradan yapıtlarını kendisi arılaştırdığına göre- gene de anlaşılmıyor. Buna karşın halk ozanlarına bakın, 13. yy. ya da 15. yy. ozanlarına… Pırıl pırıl bir dille yazmışlar, bugün de anlaşılıyorlar. Halk Türkiye’de hiçbir zaman Osmanlıcayı konuşmamıştır. Saray çevresinde, yönetimde yazı diliydi Osmanlıca. Osmanlıca tam da Osmanlıcadan kurtulmalıyız denildiği bir zamanda, Tanzimat’ta, okulların açılışıyla, gazetenin ilk yayımlanışıyla birlikte yaygınlaşmıştır. Dilde arılaşmayı savunan Ziya Gökalp bile -tabii dil konusunda çok yanlışları vardır- Arapçadan, Farsçadan, hatta Türkçeden yeni sözcükler üretmeliyiz, diyor. Türkçeyi neredeyse ikinci dil olarak görüyor. Üstün kültürün saray kültürü olduğuna inanmanın payı var tabii bunda.
-Arılaşmada da aşırıya gidilmedi mi peki?
Çok doğru düşünceleri içerse bile hiçbir zaman yüzde yüz arı bir dil arayışına girmemek gerekir. Kuşkusuz diller arası alışverişler kaçınılmazdır. Öte yandan dilimizde yerleşmiş, birtakım sözcükleri attık. Ama bugün düzgün bir Türkçemiz varsa bunu Ataç’a borçluyuz. Bütün köktenciliğine karşın gene de Ataç bugün anlaşılırdır. Bir de tarihi unutmamak gerekir. 1950’den beri dil devriminin önlenmesi için her şey yapıldı. DP’nin iktidara gelir gelmez Türkçe ezanı kaldırması, ay adlarını Osmanlıcaya ve anayasayı 1924 anayasası diline çevirmesi… 12 Eylül’ü de unutmamak gerekir. Sözcüklerin yasaklanmasını, Türk Dil Kurumu’nun kaldırılışını…
-Artık bütün dünya İngilizceye doğru evriliyor gibi…
Benim gençliğimde yabancı dil denilince akla Fransızca gelirdi. Şimdi ise İngilizce… Aslında değişik diller okutabilseydik okullarımızda, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Farsça ya da Arapça; daha çok kültürle bağıntıya geçmiş olurduk. Ufkumuz daha çok açılırdı. Dil, bir kültür aracıdır ve her dilin kendi mantığı vardır. Ama işte politik nedenler, ekonomik nedenler bunu önledi, önlüyor. Neredeyse Babil öncesine gideceğiz. Söylence Babil Kulesi yıkılır ve diller çoğalır, insanlar birbirini anlamaya başlar. Şimdiki gidişe bakılırsa Babil Kulesi’nin yıkılmasından önceki evrenin gerçekleşmesi düşünülemeyecek bir şey değil. Günün birinde bütün toplumlar tek bir dil konuşuyor olabilirler. Böylece Tanrı’ya karşı da öçlerini almış olabilirler. Ne var ki, bu uzak bir olasılık gene de. Olabilir de, olmayabilir de. Kim bilebilir ki 50 yıl sonra İngilizce’nin yerini Fransızca ya da Çince almayacak?
-Bugünkü romancılığı Türkçe açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bazen kendi kendime soruyorum: Acaba özellikle bilerek mi yanlışlar yapıyor romancılarımız? Bir ödül dolayısıyla 20 – 30 romanı üst üste, gözden geçirmek durumunda kaldım. Bu romanların en belirgin özelliği dillerinin kötü olmasıydı. Yanlış vurgular, yanlış deyimler. Kapkara bir siyahlık gibi… Önlerindeki yanlış, büyük örneğe bakarak, Türkçeyi kötü kullanırsak daha çok okur toplarız diye mi düşünüyorlar, bilemiyorum.
-Ne hissediyorsunuz peki bütün bunlar karşısında?
Yalnızlık duygusu. Bereket, yalnızlık duygusu derken herkes yanlış kullanıyor Türkçeyi, bir ben doğru kullanıyorum demiyorum. Elbette, düzgün, nitelikli dil kullanan yazarlarımız da var. Ama kötü kullananların sayısı gittikçe artıyor.