Suna, hayatını temizlikçilikle kazanan elli yaşlarında yalnız, yoksul ve erkek egemen dünyada tutunmaya çalışan bir kadındır. Evini uzun zaman önce kapatmış, bazen akrabalarının bazen de arkadaşlarının yanında kalmaktadır. Eski bir aile dostunun oğlu, dul kayınpederi Veysel ile Suna’nın evlenmelerine aracı olur. Suna, İstanbul’u terk edip imam nikâhıyla evlendirildiği Veysel’le birlikte ıssız bir köyde, eski bir evde yaşamaya başlar. Kocasının her hizmetini görmeye razı olan Suna, onunla aynı yatağa girmeye tahammül edemez. Aralarında bir yatak odası sorunu başlar. Psikolojisi bozulan Suna, Veysel’den gizli içki içmeye başlar ve kendisini nefes alabileceği sokaklara atar.
2022’de ilk olarak gösterimini yaptığı Adana Film Festivali’nden İzleyici Ödülü ile dönen Çiğdem Sezgin’in ikinci uzun metraj filmi “Suna”nın başrolü, Suna’ya can veren, onu oynamaktan çok adeta yaşayan Nurcan Eren ile Kanlıca’da güzel bir Eylül günü buluşup, söyleştik.
Merhaba Nurcan Hn. Ben sizi ilk olarak 2000’lerin ortası olmalı, tam tarihini hatırlayamadım, Harbiye Açıkhava’daki Sezen Aksu konserinde dinlemiştim, öncesinde Sezen’in vokalisti olduğunuzu biliyordum ama o güzel sesinizi o gün “keşfetmiştim”. Sonra da “Kavak Yelleri” dizisinde oyunculuğunuza şahit oldum ve nihayet İzmir Film ve Müzik Fest’de tanışıp bu röportajı yapmak için sözleştik. Teşekkür ederim her şeyden önce.
Ben de teşekkür ederim, çok mutlu oldum.
Sizden dinleyelim istiyorum, Nurcan Eren kimdir, neler yapar?
Sarıyerliyim, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Şan bölümü mezunuyum. Uzun yıllar caz gruplarıyla çalıştım, pop şarkıları söyledim, sonra yolum Sezen Aksu ile kesişti ve vokalistliğini yapmaya başladım. Akabinde de oyunculuk yapmama yine Sezen vesile oldu. Şimdi ise solo kariyerime ve oyunculuğa devam ediyorum.
“Beni Oyunculuğa Adeta İttiler!”
Oyunculuğa ilk olarak “Alacakaranlık” dizisiyle başladınız; hem enfes hem epey kalabalık bir kadrosu vardı hatırladığım kadarıyla Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Tuncel Kurtiz, Olgun Şimşek… Nasıl başladı o ilk serüven?
Beni ilk olarak aradıklarında dizinin müzikleriyle ilgili konuşacaklarını sandım. Uğur Yücel dizinin kadrosunu tamamlamış ama sadece bir kişi eksik kalmış. Sezen de “Nasıl birini arıyorsun?” demiş, Uğur Bey de “Eski Türk filmlerindeki gibi bir kadın arıyorum.” demiş. Sezen de “ O bende var.” demiş. Ben önce itiraz ettim, çok ayıp olur diye. Uğur Yücel de “Çok eğitimli birini aramıyorum, ben halledeceğim o işi.” dedi. Beni adeta ittiler bu işe. Çok da komik bir başlangıcı var, yatak odasından geçme mevzusu var çünkü. (Güler) Deneme çekimini Sezen’in stüdyoda yaptık, orada da normal oda olarak Sezen’in yatak odası vardı. İlk çekimimizi orada yaptık.
Kaç yılıydı?
2003.
Tam 20 yıl önce.
Ah, evet. O kadar olmuş. Uğur Yücel’in ekibi şahane bir ekipti, çok güzel günlerim geçti o sette. Daha sonra da Ihlamurlar Altında, Kavak Yelleri geldi.
Kavak Yelleri sizi daha geniş kitlelere tanıttı diye düşünüyorum.
Evet, epey de uzun soluklu olan, güzel bir gençlik dizisiydi, hâlâ tekrarları oynatılıyor.
Hem rol alıp hem müziklerini yaptığınız yapımlar oldu mu?
Birkaç işte oldu. “Alacakaranlık”ta sahne gereği söyledim. Ayrıca şarkıcıyı oynayanın şarkılarını da ben söyledim.
Son olarak da Çiğdem Sezgin’in “Suna” filminde izledik sizi. Yönetmenin ilk filmi “Kasap Havası”nda da yer almıştınız ama yardımcı rolde. Çiğdem Hn.’la olan dostluğunuzu biliyorum, ilk olarak orada mı tanışmıştınız?
Evet, o film vesilesiyle tanıştık. Çok zaman geçirdik Çiğdem’le, çok ağladık, çok güldük. Çok komiktir Çiğdem, gizli komiklerdendir.
Ben Suna’yı geçtiğimiz Nisan ayında İstanbul FF’de izleyebildim ve attığım tweette –ki siz de gördünüz- şüpheye gram yer bırakmayacak şekilde en iyi kadın oyuncu ödülünü hak eden tek bir ismin olduğunu yazdım, o da sizdiniz. Pek çok kişi böyle düşündüğü için yeniden ifade etmek istiyorum siz adeta Suna’yı oynamak için doğmuşsunuz sanki. Festivallerde hakkınızın yenildiğini düşünüyor musunuz? Ben kesinlikle düşünüyorum da.
İşin doğrusu bu konulara çok hakim değilim, nasıl yürür bu işler, jüri kimdir, hakkım yendi mi yenmedi mi bilmiyorum; benim bildiğim tek şey ben sadece işimi yaptım.
“Suna’nın Her Hareketinde Başka Bir Kadın Var;
Komşumdan, Ailemden, Hatta Kendimden…”
Bir yönetmenin mimikleriyle, tonlamasıyla, ifadesiyle bildiği ve üstelik de dostu olan bir oyuncuyla çalışması kendisi ve film adına büyük avantaj. Sizin oyuncu olarak bir rolü kabul etmeniz için gerekli kıstaslarınız neler? Kadın hikâyelerinin çok az yer aldığı sinemamızda “Suna”, film olarak da karakter olarak da çok değerli bir yer edindi kendisine. Siz Suna’yı oynamayı neden istediniz?
Suna’yı önceden biliyordum. Çiğdem Hocayla hep sohbet ettiğimiz için Suna’nın senaryosunun hemen hemen tüm versiyonlarından haberdardım. Suna hem bildiğim bir iş hem de bildiğim bir kadındı. Ayrıca Suna tek bir kadın da değildi, Suna’nın her hareketinde başka bir kadın var; komşumdan, ailemden, hatta kendimden… Tanıdığım pek çok kadını Suna’da gördüm. Suna heyecanlandıran bir işti, bu yüzden kabul ettim.
Kıstas derken kabul etmeyeceğim şeyleri kast ediyorsanız ben biraz çıplaklığa karşıyım, kendi adıma söylüyorum bunu tabii. Sevişme ya da öpüşme sahnelerini gereksiz buluyorum, daha doğrusu estetik bulmuyorum. Benim yaptığım sahici durmaz, bu sebeple içime de sinmez, istemem.
Sezgin’in bir sonraki filmi “Bir Mart Günü”nde de olacak mısınız, teklif geldi mi?
Ona yaşım tutmuyor benim. (güler) Belki olurum bilmiyorum, bir şekilde olmak isterim.
“Öyle Bir An Geldi Ki Suna’ya Yardım Etmek İstedim”
Filmde kullanılan metaforlardan biri de kafes. Yönetmen Çiğdem Sezgin, Suna’yı eve, odasına sığınmış/kapanmış bir kadını simgelemesi açısından kafesle özdeşleştirdiğini söylemişti. Ama Suna bu kafese dar gelen bir kadın ve onun gibi kadınlar çok fazla. Suna’yı oynarken daha çok onu anlamaya mı gayret ettiniz yoksa kızdınız mı?
Öyle bir an geldi ki Suna’ya yardım etmek istedim. Suna çaresiz, çaresizlik dediğim şey fakirlik, fakir bir kadın. “Değil” diyoruz ama her şey artık para bu devirde. Maalesef bu böyle. Parası yok, bu sebeple çaresiz. Ben bu sebeple mutlaka ama mutlaka eğitime önem verilmesini, kadınların okumasını ve sonrasında da istihdam edilmelerini önemsiyorum. Bunların dışında kadına bakış açısı adına ailelerin de eğitilmesi gerek. Millet Mars’tan yer alıyor biz hala kadınların kılık-kıyafetiyle uğraşıyoruz. Bu artık boğucu bir hale geldi.
Suna sığıntı diyebileceğimiz biri, ya akrabalarının ya da arkadaşlarının evinde kalıyor ama neticede yalnız bir kadın; yoksulluk da yalnızlığı, izole olmayı, evlere kapanmayı mecbur kılıyor ekseriyetle. Suna nefeslenmek için kendini sokaklara vurduğu bir gün sahildeki bir bara gidiyor, içkisini içiyor ve orada barın sahibi adam (Erdem Akakçe) için “kolay kadın” olarak görülüyor ve darpla karışık bir tecavüz olayı yaşanıyor.
Tecavüz değil, gönlü var aslında. İçkinin de etkisiyle o da adamla birlikte olmak istiyor ama anladığım kadarıyla filmde bunu veremedik sanırım. Daha önce de böyle yorumlayanlar oldu. Çünkü olay kadrajın dışında kaldığı için yoruma da açık bir sahne; darp var ama tecavüz yok.
Sevişmenin sonunda bir de darp ekleniyor bu durumda.
Evet. Sert sevişmeyi seviyor adam ve “Hoşuna gidiyor mu böyle?” diyor.
Ve bunu en başta Suna’ya sormadan, sevişmenin sonuna doğru canı öyle istediği için yapıyor. Tek başına karar vermesi keyfiyet. Evet, sevişmek Suna’nın da istediği bir şey ama dayak değil.
Asla değil, istemediği bir şeye zorluyor.
Ben de bu sebeple tecavüz olarak adlandırıyorum.
Evet doğru aslında, bu da tecavüz. Bir erkek olarak fiziksel anlamda kadının karşı koyamayacağını bilme ve bundan güç alma durumu var. Kadının bunu istememe hakkına tecavüz diyebiliriz.
Evde de istemediği halde imam nikâhlı kocası (Tarık Pabuççuoğlu) onunla zorla sevişmek istiyor. Aslında burada varmak istediğim her ikisinin de benzer durumlar olduğuna dikkat çekmek, ikisinde de Suna’nın rızası yok. Farklı gerekçelerle birlikte/bir arada olduğumuz/bulunduğumuz erkeklerin kadınlarla ilgili olan bu keyfiyetini neye bağlıyorsunuz?
Kocasıyla yaşadığı şey için tecavüz demek daha doğru bana göre, o adamla beraber olmayı hiç istemiyor Suna. Ben bu keyfiyeti erkeklerin fiziksel gücüne bağlıyorum. Başka bir güç görüyorlar kendilerinde, bunu da cehalete bağlıyorum.
Nasıl bir cehaletten bahsediyorsunuz? Çünkü üniversite mezunu kadınların daha fazla şiddete uğradığını biliyoruz ya da çok eğitimli, profesör titrli ya da sanatçı-aydın kesiminde bildiğimiz erkeklerin de birlikte oldukları kadınlara uyguladıkları şiddeti okuyoruz, duyuyoruz. Hatta 8 Mart’ı da ilk bunlar kutlar!
A tabii tabii! Erkekliğin zır cahil olma hali diyebilirim. Bu bir aile eğitimi, aileden, anneden başlıyor. Kodları böyle kurulmuş bunun, maalesef genlerini de değiştiremeyeceğimize göre… Bilemiyorum ki nasıl engelleyeceğimizi.
“Suna Sadece Cesaret Gösterip, Sevdiğini Söyledi”
Konuştuğumuz bu erkeklerin aksine dünyada iyi, namuslu, zarif, dost da olabileceğimizi gösteren erkekleri temsilen yazılmış bir Can (Fırat Tanış) karakteri var. Suna onun evine gidiyor, viski içiyor, uyuyor, entelektüel sohbette bulunabiliyor, sonra da “Ben sana aşık” oldum diyor. Can’dan bir karşılık bulmuyor ya da filmin sonunda ona sığınmıyor. Ama diyelim ki film Suna evden çıktıktan sonra da devam etseydi Suna, Can’a gider miydi sizce?
Gitmezdi. Suna’nın derdi biriyle olmak değil ve Can’la devam edemeyeceğini bilebilecek bir kadın.
Cevabını aldı değil mi Suna?
Cevabını bildiği bir şeydi, sadece cesaret gösterip söyledi. Bunun karşılığının olmayacağını bilerek ama Can’dan da zarar gelmeyeceğini bilerek sadece söylemek istedi. Beklentisiz…
Bence de sevdiğimiz zaman söylemeliyiz.
Bence de. (gülüşmeler)
Suna’nın evliliği de sinema eleştirmeni Can’a olan aşkı da aynı köyde -neredeyse- aynı zamanlarda başlıyor ve bitiyor. Suna, Can gibi bir adamı mı istiyordu hayatında yoksa o güne dek karşılaştıklarından farklı biri olduğu için mi cezbetti onu? Suna gerçekten Can’a aşık oldu mu? Çünkü ben emin değilim bu konuda.
Belki bir kıyaslamaya gitti ve aşık oldu. Evet, her zaman rastlamadığı, iyi, kibar biriyle karşılaşınca aşık olduğunu zannetmiş de olabilir ama Suna’nın bir erkek beklentisi yok, onun derdi sığınabileceği bir ev bulabilmek. Evsiz kalmış, yoksul kalmış bir kadın. Yoksulluğunu imam nikahlı bir adamla evlenerek, yoksunluğunu da gayet düzgün, saygılı davranan bir adamla gidermeye çalışıyor.
Bildiğim kadarıyla oyunculuk eğitiminiz yok. Rollerinize nasıl hazırlanıyorsunuz, var mı bir metodunuz? Sadece tekste yazılana mı razısınız yoksa üzerine bir şeyler koyup işin yönetmeniyle paslaşmayı mı tercih edersiniz?
Karşımda böyle bir talep varsa yapmaya gayret ederim, muhakkak tüm senaryoyu ezberliyorum. Yani tümünü neredeyse ezberlemiş bir halde senaryoya hakim olmaya çalışıyorum, karşımdaki oyuncunun repliklerini de ezberlerim.
Harika, ezberiniz iyi demek ki
Şarkıcı olduğum için ezber pratiğim kolaylaştırıyor tabii. Oynadığım kişi günlük hayatın içine nasıl davranır diye kafa yoruyorum; sokakta nasıl yürür, şimdi buna nasıl cevap verir… gibi.
Gözlem, fazlasıyla yaptığınız bir şey o zaman?
Çooook, çocukluğumdan beri hem de.
“Suna’dan Önce” ve “Suna’dan Sonra” Olacak
“Suna” hem sizin kendi kariyerinizde hem de seyirci ya da eleştirmen nezdinde Nurcan Eren’in oyunculuğu adına mihenk taşı olacak diye düşünüyorum; “Suna’dan Önce” ve “Suna’dan Sonra” olacak sanki. Ne dersiniz?
Bana da öyle geliyor. Bu çok heyecan verici, aynı zamanda riskli de benim adıma. Bundan sonra nasıl bir rol gelir, ne yaparım bilmiyorum ama komediyi çok isterim.
Komedi mi? Of çok yakışır size
Ama hüzünlü bakıyorum diye gelmiyor herhalde.
Hüzün kesinlikle var yüzünüzde ve inanın karşınızdakine de geçiyor
Aynada yüzüme baktığımda ya da videolarda izlediğimde şaşkın bir ifadem de var ve bu bana komik geliyor ama sadece bana komik geliyor galiba. (güler)
Suna gibi bir rolün altından kalkmak bir yandan da oyuncu olarak iştahınızı açmış olmalı. Başka şeyler de oynamayı çok istiyorsunuz belli ki
Kesinlikle istiyorum. “Fi” dizisinde konsomatrisi oynadım, “Atiye”de dengbej oynadım ve bunun için Kürtçe çalıştım. Tayfun Pirselimoğlu’nun “Rıza” filminde oynadım ve Ankara Film Festivali’nden ödül aldım. “Suna” rolümle de ödüller aldım. Suna çok güzel bir rol, bundan sonra da güzel karakterler gelecek, inanıyorum ve bekliyorum.
En sevdiğiniz set hangisi oldu şimdiye dek?
“Alacakaranlık” seti oldu. Şahane bir setti; kafa dengi bir sürü insanın bir arada olduğu, gece gündüz neredeyse ayrılmadığımız, çok eğlendiğimiz bir setti ve ilk setimdi.
Var mı anlatmak istediğiniz bir set anısı?
Ah çok komik bir şey var! Yine “Alacakaranlık” seti, ablamızı oynayan Emine Şans Umar’la sahnemiz var, onun repliği çok uzun, ben de koltuğun üzerinde perde asıyorum. Onun yakını çekiliyor ve ben oyun veriyorum, perdeyi takıp aşağı ineceğim ki o da gözüyle beni takip etsin. Benim üstümdeki hırka duvardaki çiviye takıldı ve ben asılı kaldım. (kahkahalar) Sahne de çok acıklı, Emine ağlıyor falan, gözlerinden 2 damla yaş süzülmüş, tekrar da edemeyiz, bitirmemiz lazım, ben debeleniyorum çividen kurtulmak için, sesli çekim diye ekiptekiler gülemiyor ama herkes kırmızıya kesmiş bir halde beni izliyor. Ben kendimi çividen kurtarıp koltuğa attım pat diye, düştüm adeta! Emine’nin kafa da pat diye aşağı düştü.
(Kahkahalar)
“Komedi Oynamayı Çok İstiyorum”
Yakın zamanda yine bir set gözüküyor mu sizin için?
Şu an netleşen bir proje yok ama seti özledim bile. “Suna”yı çekeli üç sene oldu. E, epey olmuş, bir an önce yeni bir proje olsun diyeyim ve bu, komedi olursa ne güzel olur.
Umarım dilediğiniz gibi olur. Oyunculuk yapıyorsunuz ama asıl mesleğiniz müzisyenlik. Sezen Aksu’yla tanışma hikâyenizi anlatır mısınız?
Ben İstanbul’dan biraz sıkılmıştım ve Antalya’ya orada yaşayan ablamın yanına gitmiştim. Bir teklif de gelmişti ve hoş bir kulüpte sahne alıyordum. Sezen Aksu da kabare hazırlığındaydı; Işın Karaca, Cihan Okan, Burak Kut benden bahsediyorlarmış kendi aralarında, “Biraz küstü İstanbul’a o.” diyorlar benim için. Sezen de “Öyle şey mi olur, gelsin.” diyor.
Hiç tanımayıp, dinlemeden?
Evet, evet tanımıyor, beni hiç dinlememiş ama gelsin diyor.
Sonra?
E, gittim ben de. Kuruçeşme’de Ece Bar vardı, grubumu da kurmuş, “Haftanın belli günleri program yaparsınız ama ben seni hiç dinlemedim, nasıl olacak bu iş?” diyor. (güler) Ben de evine gittim, Levent (Yüksel) de okul arkadaşımdır benim, o da gitarıyla gelmişti. “Gesi Bağları”nı söyledim ve o şekilde dinletmiş oldum kendimi. Ece Bar, sonrasında da kabarede, Efendy Show Theatre’da başlamış oldum.
Oyunculuk ve müzisyenlik, ikisinde de sahnedesiniz. Sizin için birbirini besleyici alanlar yaratıyor mu?
Yaratıyor tabii, ikisi de birbirine çok uzak değil işin matematiğine baktığımızda. İkisi de zor ama oyuncu olarak kameralar karşısında tekrar etme şansınız var. Canlı bir performans sergilerken bu mümkün olmuyor, bazen riskli de oluyor. Ama şarkı söylerken hata da yapsanız orası bir başka, orasının verdiği keyif çok başka.
Bundan sonra da bu iki işi birlikte mi götüreceksiniz?
Evet. Ben sevdim ikisini de, zaten müzisyenim, oyunculuğu da çok sevdim.
“Sadece Bir Kişiye Aşık Oldum. Evlilik İnsanı Değilim”
Biraz filmden uzaklaşalım istiyorum. Siz hiç aşık oldunuz mu ya da evli misiniz/ hiç evlendiniz mi? Evlilik meselesi ya da kadın-erkek ilişkilerine dair neler düşünüyorsunuz?
Sadece bir kişiye aşık oldum hayatımda, onu da iki senelik bir birliktelikten sonra trafik kazasında kaybettim. Hiç evlenmedim, işimden ve biraz da yapımdan dolayı evlilik taraftarı değilim. Aynı evin içinde yapamayacağımı biliyorum, düzenli bir şekilde evlilik hayatını götüremem, çocuk sahibi olma fikri de hiç cazip gelmedi. Çünkü o sorumluluğu alamam, bir insan yetiştirmek çok zor bir şey, ayrıca bakalım benim öyle bir ehliyetim var mı? Akıl sağlığım yerinde mi? Öyle bir yeteneğim var mı acaba, tamam şarkı söyleyip oyunculuk yapıyorum da çocuk yetiştirme yeteneğim var mı? Bu söylediklerim de birilerinin kulağına gitsin isterim.
“O Şarkıyı Ağlaya Ağlaya Yazdım”
2017’de çıkardığınız “TİN” belki çok popüler olmadı ama bence çok özel bir albüm, “Ruhum Kanıyor” şarkısı ise favorim. Sözleri sizin mi?
“Ruhum Kanıyor” mu favoriniz? Birkaç kişinin daha favorisi o şarkı, benimkiyse “Nerdeyse” Evet, “Ruhum Kanıyor”un sözleri benim, bestesi de Türkiye’nin en iyi gitaristlerinden biri olan Erdinç Şenyaylar’ın. Ben daha önce de söz yazmıştım onun bestelerine. Aslında Erdinç gitar için bestelemişti ve bana dinletmişti “Ruhum Kanıyor”u, ben de yapıştım, istedim, o da beni kırmadı ve verdi. Toplam 30-40 dakikada ağlaya ağlaya yazdım o sözleri.
Çok yakın zamanda kaybettiğim eşimle olan hayat hikâyemi birine “yaz” desem ancak bu şarkı çıkardı. O yüzden çok etkilendim ve çok sahiplendim şarkıyı. Siz hangi duygularla yazdınız? Yaşanmadan yazılır mı o dizeler?
Yaşanmadan yazılır mı?… Doğru, yaşanmışlıklar, biriktirdiklerim elbette etkiliyor ama bana daha çok müzik yazdırıyor. “Ruhum Kanıyor” da böyleydi, dinlediğimde çok sevdim ve yazmak istedim.
O zaman ben bu söyleşiyi size teşekkür ederek bitirirken, şarkıyı da Sanatatak okuyucularına armağan etmek isterim.
Ne güzel olur. Ben de çok teşekkür ederim, çok güzel bir sohbet oldu benim için. İyi ki geldiniz.