Ferzan Özpetek’in ‘İstanbul Kırmızısı’ eskiyi özlerken, ağlamıyor! ‘Şarkısı’ herkesi sorumluluğa davet eden tonda.
Kırmızı İstanbul Aşağıda…
Bazı günbatımlarında ‘kırmızı ve mavinin birbirinde eridiği’ Boğaziçi…
‘İnsanda uçurtma olma arzusu yaratan kimi günlerin gökyüzü mavisiyle’ aynı renk: İznik çinilerine sarmalanmış Rüstem Paşa Camii.. Ayasofya, Topkapı Sarayı- Harem, Kapalıçarşı, vapurlar, martılar, Beyoğlu, Pera Palas.. ‘giysilerden, ayakkabılardan ve düşüncelerden sıyrılıp girilen nem, buhar ve sessizliğin’ mekanı, hamamlar.. ‘orada, denizin kenarında XIX. yüzyılın sonundan beri durmakta olan..- başyapıt’ Haydarpaşa.. Sıcak simit, ince belli çay bardakları ve onları bir zamanlar taşıyan turuncu- kırmızı küçük tabaklar, Avrupa’ya vakti zamanında ‘hediye edilmiş’ lale, kahve… Çeşmeler, türbeler, eski dönemlerin sokak satıcıları, sesler…
Bütün İstanbul. Yukarıda, uçakta…
Şehirdeki ‘kayıp zamanını’ sorgulayan bir adam. Tuttuğu, kenarları tırtıklı bir kartpostal, aklında ‘sırlarla saklı’ ailesi, arkadaşları, geçmiş aşkları.. Birden kayıverince elinden.. ‘Bu sizin galiba..’ diyerek ona uzatan: Anna olacak.. Aynı İstanbul’da onun tersine, geleceğini inşa edecek kadın.
Ferzan Özpetek, şimdiden 5. baskısını yapan, çevirisi Eren Cendey’e ait, ’İstanbul Kırmızısı’ adlı romanında önce şehrin hatıra defterini tutuyor. Bir zamanlar bir İmparatorluk başkenti olan güzel İstanbul.. sonrasındaki içe kapanma ve ardından gelen talihsiz dönemlerde neler kaybetti? ‘O eski halinden eser yok’ nicedir çünkü hayatının neredeyse bütün özel renkleri soldu. Kalan flu tonlar da zorlukla direnmekte… Bu kadar özel bir miras herkesin gözü önünde bunca sevgisiz ve özensiz nasıl pul oldu? Kim- ler yaptı bunu? Ve asıl önemlisi: Kim-ler yapılanı suskun seyretti? ‘İstanbul Kırmızısı’ insan hikayelerini anlatırken satır aralarında bu soruları da soruyor; özeleştiriyi ihmal etmeden…
Geçtiğimiz yıl verilen Emek Sineması mücadelesine ilişkin bölüme birlikte bakalım: ‘Şimdi birileri hayatımın ilk sineması olan Emek’i alışveriş merkezi yapmaya karar verdi. Artık perdede serüvenler, masallar, hayaller olmayacak; yalnızca neonlar altında ayakkabılar ve çantalar ve fiyat etiketleri görülecek. Buna nasıl izin verdik?’
‘Kayıp Zaman’dan güncele...
Gezi Süreci’ne dek evrilen bölümde ise, geçen yaz yaşananlar aktarılıyor: Birebir tanıklık şeklinde. Yaşadıkları şehrin son birkaç masalından birini kaybetmemek için sokaklara çıkan İstanbullular’la birlikte artık kahramanlarımız. Duvar yazıları, gaz bombaları, tazyikli su, TOMA lar, cop! ve dahası.. malum dekoru oluşturuyor.
Gerisi; aşk, dostluk, ayrılık, direniş, yüzleşme ve yeni yollar, yeni hayatlar…
Otobiyografik ögeler de var romanda. Belgesel nitelikte anekdotlar da.
Ayrıca vurgulanması gereken şu:
‘İstanbul Kırmızısı’ eskiyi özlerken, ağlamıyor!
‘Şarkısı’ herkesi sorumluluğa davet eden tonda.
Aynaya bakmasını bilen, gördüğünden rahatsız ama değişim için umutlu bir anlatıcının kaleminden okuyoruz realiteyi.. Kurgu ise, sanki sinema!
Notlar:
-Hamam malum; Ferzan Özpetek sinemasının en özel mekanlarından ve romanda da elbette övgüyle anılıyor yine. Bu noktada ilk nota şunu yazmak neredeyse mecburiyet şeklinde. Bu satırlar Bursa’dan yazılıyor. Bursa, Osmanlı’nın en değerli miraslarından olan hamam kültürü açısından çok talihli bir şehir. Şifalı- kaynar sular, büyülü buhar, belli belirsiz kükürt kokusu, mermer taşlar ve kurnalar, gökkubbe formatındaki tavanda dünyanın en doğal ve güzel akustiğiyle yankılanan sesler, mekanın kendine özel malum ‘gardrob’ objeleri.. yanı sıra; bol sabun- köpük, masaj, kese. ‘Arslanbaşı’ kaynar havuz. Sauna. Sohbet. Sıcak çay. Buz gibi gazoz…ve sonuç: Çıktığınızda aynı kişi değilsiniz artık.. Yalnızca bedeniniz değil, ruhunuz da arındı çünkü ve.. tecrübeyle sabit bilgi ile bitecekse bu not.. şunu söylemek gerekiyor: Bir kere yolunuz düştü mü.. biliniz ki; ikinciye ‘müptela’ olarak geleceksiniz.. ve bir daha asla vazgeçemeyeceksiniz!
-Şu satırlar altı çizilecek kıymette: ‘Dedesi sürekli, “Çiçeklerden ders al,” derdi. “Sabırlı olmayı, beklemeyi çiçeklerden öğren.” Çünkü çiçekler dondurucu kışın ardından ilkbaharın geleceğini bilirler. Sadece biraz sabırlı olmak, kendine güvenmek gereklidir..’
-Ferzan Özpetek deyince… aklımıza ilk gelenlerden biri de malum: Üzeri ve etrafı kalabalık masalar. ‘İstanbul Kırmızısı’nın ‘kokteyl masası’ şöyle: Konyak, Cinzano, nane likörü, gazoz, mercimek çorbası, patlamış mısır, köfte, patates turtası, Viyana şnitzeli, sandviç, ekmek kadayıfı, peşmelba, frigo ve çeşitli pastalar… Bütün bu lezzetler hangi nedenle burada ve masanın etrafında kimler var?.. sorusunun yanıtı ise, elbette romanda. Yine romandan; bu defa, hayat bilgisi dersi: ‘.. Gül onu düşüncelerinden ayırarak, “Biliyor muydun, Japonya’da kırık seramikleri onarırken kırığı örtmeye çalışmazlar, tam tersine onu vurgulamak için kırık yeri altınla doldurarak düzeltirler” diyor. “Çünkü bir şey zarar gördüyse, bir öyküsü varsa bu daha güzel sayılır.” Hayatın seni unufak ettiyse onu altınla onar!’
-Ve aşk: ‘Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim: o çok, çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader, belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin varolduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir gizemin içine girmek gibidir: sınırı aşmak eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu gizemde mümkün olduğunca uzun kalmayı denemektir.’
-‘İstanbul Kırmızısı’nın, ‘Masumiyet Müzesi’nin en özel objesi: Gondol. Öyküsü, uzun ve hazin. Geçtiğimiz yıllarda iki opera eseri de yöneten Özpetek’in romanının müzikal detayı da yine kendi yönettiği bir operadan: La Traviata.
-Ve.. Son not, romandan sıkı bir soru: ‘When was the last time you did something for the first tıme?’ – ‘En son ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?-