A password will be e-mailed to you.

Thomas Schlesser, geçtiğimiz haftalarda Türkçeye çevrilen kitabı Mona’nın Gözleri’nde sanat tarihine bir yolculuk yapıyor; birçok önemli tablonun, heykel ve mozaiğin hikâyesinin peşinden gidiyor. Mona ile büyükbabası/büyükannesi üzerinden gelişen, merkezinde Paris’teki üç önemli müzesinin (Louvre, Orsay ve Pompidou) yer aldığı roman, okurlara sanat ile iç içe geçmiş bir dünya vadediyor.

Abdullah Ezik, Thomas Schlesser ile Mona’nın Gözleri, edebiyat ve sanat arasındaki ilişki, kitabın serüveni üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: Mona’nın Gözleri, okuru sanat tarihiyle buluşturan, bu anlamda edebiyat ile sanatı iç içe geçiren bir roman. Öncelikle bu fikir sizde nasıl doğdu? Sanat tarihini bir edebi metin üzerinden ortaya koyma düşüncesi sizde nasıl gelişti?

Thomas Schlesser: Sanat tarihi üzerine birçok makale yazdım. Sergilerin küratörlüğünü yaptım ve kataloglara, sempozyumlara ve bilimsel dergilere onlarca yazı yazdım. Ancak bu son derece geniş bir okur kitlesine yönelik bir roman. Bu, sanat tarihine girişten çok daha fazlası, sanat ve sanat tarihi aracılığıyla hayata bir giriş niteliğinde. Yani bu benim için acı verici bir kişisel hikâyeden ilham alan tamamen farklı bir proje: Bir çocuğun “gelmemesi”, ve eğer kusura bakmazsanız bu konuda daha fazla konuşmayacağım. Bu romana 2013 yılında, başına hem çok kötü bir şey (yani hastalık ve sağlıksal tehdit) gelen, hem de güler yüzlü ve büyüleyici dedesiyle birlikte çok iyi bir şeyle tanışan (büyüleyici bir sanat deneyimi) olağanüstü bir küçük kız yaratma ihtiyacını hissettiğim zor bir kişisel olayın ardından başlayan süreçte başladım. Şaşırtıcı bir şekilde, bunu yazmaya başlamak için 2003’te yayınlanan ilk romanımdan sonra on yıl beklemiştim. Tam da on yaşında bir çocuğun hikâyesi olan bu romanı bitirmem de yine 10 yıl sürdü…

A.E.: Mona’nın Gözleri, bir ilk roman olmanın çok ötesine geçerek okur ile kurduğu bağ ile kendisine farklı bir yer edindi. Metnin kurmaca ile kurmaca dışını buluşturduğu nokta bu açıdan çok kıymetli. Öte taraftan bir sanat tarihçisi olarak bunu sizin yapmanız da ayrıca önemli. Peki siz bu ilk roman üzerinde çalışırken kendinize nasıl bir yol haritası belirlediniz? Sizi yönlendiren, ilham veren özel bir yazar, sanatçı veya metin oldu mu?

T.S.: Mona’nın büyükbabasıyla birlikte müzelerde aldığı derslerin ardındaki fikir, her şeyden önce sembolü gerçeklikten, temsili hakikatten ayırmaktır. Ne yazık ki imaja doymuş toplumlarımızda bu çok önemli bir konu hâline geldi.

Bu kitabı sanat tarihi derslerinin hayat derslerine dönüşmesini sağlayacak şekilde hazırladım. Mona, Marguerite Gérard’ın L’élève intéressante (“İlginç Öğrenci”) adlı tablosunun önünde “zayıf cinsiyet diye bir şeyin olmadığını” öğrendiğinde, bir sonraki bölümde çok sevdiği kolyesinin altına düştüğü havalandırmayı yırtıyor. Mona, çocukluğu geride bıraktığımız kritik dönem olan ergenlik öncesi dönemdedir. Büyükbabası, kör olursa yanında götüreceği tek şeyin çocuklukta geçirdiğimiz bilinçsiz süre olacağından korkar, bu yüzden güzel anılar yaratmak ve sanat aracılığıyla hayatı öğrenmek için onu müzeye götürmeye karar verir.

Üslup olarak Ligne Claire (çizgi romanlarda söylendiği gibi) ailesine ait olduğumu düşünüyorum. Jargondan korkuyorum ve soyut şeylerin (örneğin bir kavramın) ve somut şeylerin (gerçek bir anlatı gibi) veya ikisinin karışımının (bir duygunun) tüm anlamlarıyla ortaya konulmasına izin veren bir dil için çabalıyorum.

A.E.:Romanın merkezinde görme yetisini kaybetmek üzere olan on yaşındaki bir bir kız çocuğu olan Mona yer alıyor. Mona’nın duyguları, dünya ile kurduğu bağ ve sanatın onun için ifade ettiği anlam her şeye biçim veren temel duygulanım olarak ön plana çıkıyor. Mona karakterine biçim verirken bir edim olarak görme ile sanatın kesişim alanını nasıl inşa ettiniz? Mona’nın karakteri nasıl şekillendi?

T.S.: Mona tam da hayallerdeki gibi ideal bir torun: yaramaz, meraklı, mütevazı, zeki, eğlenceli, güçlü ama kırılgan. Üzerinde gizemli bir bela var: Kör olabilir. Yaydığı sevimli nitelikler ile köşede gizlenen tehlike arasındaki bu gerilim, romana lezzetini verdiğini umuyorum.

A.E.: Mona’nın Gözleri, bir kuşaklararası metin. Romanın merkezinde bir dede/büyükanne ile torunu arasındaki iletişim, yakınlık var. Dedenin torununu Paris’teki en büyük üç müzeye (Louvre, Orsay ve Pompidou) götürmeye karar vermesi ile gelişen olaylar bir süre sonra farklı bağlamlarda yeni sorgulamaları beraberinde getirir. Bu açıdan roman okura farklı kuşakların sanata ve hayata bakışı üzerinden neler anlatır?

T.S.: Kitabım “dünyadaki tüm büyükanne ve büyükbabalara” ithaf edilmiştir. Kendiminkilere hayran olmam tesadüf değil. Kardeşim ve ben, yetiştirilme tarzımızın büyük bir kısmını onlara borçluyuz ve büyükannemin ya da büyük amcamın adı anıldığında hisli bir şekilde ağlıyoruz. Ama onları kesinlikle karakterlerim için kalıp olarak kullanmadım. Bilgili, olgun, deneyimli büyükbaba Henry ile onun bilgisiz, saf torunu Mona arasında bir diyalektik kurdum. Aralarında alışveriş oldukça fazla. Bizi bilinç yoluna götüren “spontane” duygularımızdan ödün vermeden, çocuksu reflekslerimizi bilgimizle örerek, bu iki kutbu zihnimizde birleştirmeye, bu alternatif sesleri birbiriyle buluşturmaya, hatta yakınlaştırmaya çalışmalıyız. Bu bizi analiz ve tefekkür etme zevkine götürecektir. İki parçadan oluşmasına rağmen beynimiz benzersizdir. Duygu ve akıl her zaman iç içe geçer.

A.E.: Roman boyunca birçok önemli esere değiniyor, her bir tabloya, heykele, sanat eserine farklı bir perspektif üzerinden yaklaşıyorsunuz. Bu noktada sizin için çarpıcı olan ve romana dâhil ettiğiniz sanatçı ve sanat eserlerine nasıl karar verdiniz? Nasıl bir düşünce ile hareket ettiniz?

T.S.: İlk başta, tarih öncesi eserlerden film görüntülerine, Ming vazolarından düzinelerce tabloya kadar, hepsi dünyanın her yerindeki müzelerden alınmış yüz kadar eseri kâğıda dökmüştüm. Ve sonra, olay örgüsünü sulandırmamak, bit seyahat günlüğüne çevirmemek ve trajik havasını sürdürmek için zaman (bir yıl) ve yer (Paris) bütünlüğüne ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Bu nedenle daha küçük kronolojik ve coğrafi ölçeklere sahip üç müzeye (Louvre, Orsay, Beaubourg) odaklandım. Daha sonra seçimi benden ziyade Henry (karakterinin tutarlılığına göre) yaptı.

A.E.: Geçmişten bugüne sanat tarihinde yolculuk yapmak bir açıdan insanlık tarihini farklı bir bağlamda ele alma fikriyle de örtüşüyor bana kalırsa. Bu anlamda siz sanat tarihini yeniden yorumlarken bunu insanlık tarihi ve insanlığın/dünyanın gelişimiyle nasıl bütünleştirdiniz?

T.S.: Propagandaya veya dogmatizme dönüşebilen doğrudan eğitim fikrinden korkuyorum. Ama şunu söyleyelim ki, sanat herkes için genellikle çirkin, siyah ve tekdüze bir gerçeklikten kaçış olanağı sunar. Güzelliğin özgürleştirici gücüne inanıyorum. Politik olarak sanat aynı zamanda ruhun özerkliğini de teşvik eder. Sadece bu işi yapanlardan değil, aynı zamanda halktan da bahsediyorum. Müzede, içeriğinin bir ifade mi, bir söylenti mi, bir söylev mi, bir hikâye mi, iyi bir fikir mi ya da kötü bir fikir mi olduğunu bilmediğim bir eserle olan münasebetimi kimse kontrol edemez.  Genellikle çok basit şekilde ilerleyen “hoşuma gitti / hoşuma gitmedi” tartışmasında bile yararlı bir şey söz konusu: Demokrasinin embriyosu gibi görülmesi ve beslenmesi gereken bir fikir ayrılığı.

A.E.: Son bir soru olarak sizi özellikle Louvre, Orsay ve Pompidou üzerine yoğunlaştıran ne oldu? Söz konusu bu müzeler günümüzde sanat tarihine dair neler söyler?

T.S.: Paris’in bu üç büyük müzesi çok farklı dönemleri ve tarzları bir araya getiriyor. Ve kitaptaki müzelerin en azından herkesin bildiği, tarihi ve kültürel yankıları olan müzeler olmasını istedim. Müzeler geçmişin bugünün yüzeyine çıkmasını sağlar. Müzelerin aktardığı geçmiş, görüntülerle dolu bir geçmiştir, somut bir geçmiştir, kavrayabildiğimiz, içinde yürüyebildiğimiz, neredeyse dokunabildiğimiz, ulaşılabilir bir geçmiştir. Dahası, geçmişe yapılan bu yolculukta müzeler, kendi nüansları, çelişkileri ve karşıtlıklarıyla birlikte farklı geçmişlerin yığınlarını sergiliyor. Size bir örnek vereyim: 18. yüzyılın sonlarında, kendisi eseri olan Horace Yemini’ndeki kadim idealden ilham alan Jacques-Louis David’in siyasi ve devrimci katılığı var; ama ayrıca yakınlık, suç ortaklığı, oyun oynayan hayvanlar ya da ortalıkta uzanan nesneler gördüğümüz eserler de var. Örneğin Marguerite Gérard’ın L’élève interessante’sinde bir kadının, bir antika dükkanının ortasında, ustası Fragonard tarafından yapılmış bir tablonun tadını çıkardığını görürüz. Çağımız hafıza yüzleşmelerine çok duyarlı. Bence geçmişten gelen sanat, birbiriyle örtüşen pek çok anı olduğunu doğrulamanın iyi bir yolu.

Daha fazla yazı yok
2024-07-07 23:27:02