“’Sona Doğru’yu özellikle filmin mitolojik tabanlı finalini de göz önünde bulundurursak bir ‘hayatla bağlarını koparma’ filmi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.”
2011 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi Oyunun Sonu ile takip edilmesi gereken bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı J.C. Chandor! Birbirinden ünlü oyuculardan oluşan dev kadrosundan iyi performanslar elde etmiş ve tamamı diyalog üzerine kurulu bir gerilim yaratmayı başarmıştı. Geçtiğimiz hafta vizyona giren yeni filmi Sona Doğru ile ise yönetmen, ilk filmine kıyasla tamamen aksi bir yöne gitmeyi tercih etmiş. Bu kez tek bir oyuncuyla, diyalogsuz bir film çıkarmış ortaya.
Sinema filmleri için “hayatta kalma” hikayelerinin son yıllarda oldukça sağlam bir malzeme oluşturduğu ortada. Robert Zemeckis’in Yeni Hayat’ı ya da Danny Boyle’un 127 Saat’i özellikle 2000’li yıllarda öne çıkan bu eğilimin en popüler örnekleri sayılabilir. Merkezine bir “hayatta kalma” öyküsü yerleştiren tüm bu filmlerin kullandığı hikâye yapıları ise genelde birbirleriyle oldukça aynıdır. Bu filmlerin kahramanları, dünyanın sadece onların etrafında döndükleri illüzyonu içinde kaybolmuş benmerkezci karakterlerdir. Yaşadıkları bir kaza sonucuyla ise bir hiçliğin ortasında sıkışırlar. Şayet buradan sağ çıkabilirlerse de biz biliriz ki artık eskisi gibi olmayacaklardır. İşte bu hikâye yapısı Hollywood sinemasından çıkan ve bir “hayatta kalma” öyküsü anlatan neredeyse her filmde kullanılıyor artık. Senaryonun bir matematik işi olduğuna inanan bir ülke sineması için gayet normal bir tercih bu aslında. Nitekim Hollywood’un bir senaryoda istediği her türlü malzemeyi sağlıyor bu hikâyeler. Güçlü bir geçmiş öyküsü, kahramanın önüne çıkan engel(ler), olmazsa olmaz bir karakter değişimi. Dolayısıyla elde böylesine verimli bir şablon oluşmuşken –bu filmlerin artık bir alt-tür olarak sayıldığını bile söyleyebiliriz– ürettikçe üretiyor Hollywood. İşte, Chandor’un filmi Sona Doğru’nun da bir “hayatta kalma” hikayesi anlattığını öğrendiğimde yine aynı malzemeyi kullanan, artık ezbere bildiğimiz bu filmlerden bir yenisi ile karşılaşacağımdan emindim ki fena halde yanıldım! Çünkü Sona Doğru, tüm bu bahsettiğim klasik yapıyı kullanmayı adeta reddeden bir film. Bu da onu benzerlerinden ayırıyor ve dikkate değer kılıyor.
Hint Okyanusu’nun ortasında bir yerlerde küçük bir monologla açılıyor film. Bu monolog oldukça önemli çünkü film boyunca Robert Redford’un canlandırdığı “adamımız”ın kurduğu en uzun cümleler bunlar. Geri kalan süre boyunca bir daha küçük bir yardım çağrısı ve birkaç serzeniş dışında hiç konuşma duymuyoruz. Dolayısıyla filmin henüz başında işittiğimiz bu sözler hem filmin son virajından bize bir kesit göstermesi, hem de “adamımız”ın geçmişine ait elimizdeki tek bilgi kırıntısı olması açısından oldukça önemli. Bu açılıştan hemen sonraysa 8 gün önceye sıçrıyor film ve “adamımız”ın umutlarının nasıl yavaş yavaş tükendiğini izlemeye başlıyoruz. Sona Doğru’nun kurduğu bu konuşmayan ve seyirciye sadece gördükleriyle yetinmesini söyleyen yapının bahsettiğimiz “hayatta kalma” filmleri arasında onu oldukça özel bir yere koyduğu kesin. Zira Chandor’un filmi, ne sık sık geri dönüşlere başvurarak bize ana karakteri Aron Ralston’u yavaş yavaş açan 127 Saat’e, ne de bize zaten hikayenin başında uzun uzun Chuck Noland’ı tanıtan Yeni Hayat’a benziyor. Chandor, sanki ana karakterinin geçmiş öyküsünü sadece kendine saklamak istermişçesine bu adamın kim olduğu, bir ailesi olup olmadığı ya da en başta bu yolculuğa neden çıktığı gibi bilgileri bilinçli bir biçimde bizden saklıyor. “Adamımız”a dair elimizde olan sarılabileceğimiz tek bilgi, filmin başında duyduğumuz pişmanlık dolu monolog. Bu monoloğa sarılıp bir seyirci içgüdüsüyle ana karakterle bir özdeşlik kurmaya giriştiğimizde ise ister istemez ilginç bir tablo çıkıyor karşımıza. Çünkü Chandor’un bu saklamacı tavrı, Sona Doğru’nun kendi türü içinde sinemanın ana karakter-seyirci özdeşliği durumuyla ilgili yeni bir oluşum kurmayı başarmasını sağlıyor. “Adamımız”ın kimliğine veya geçmiş öyküsüne dair hiçbir ayrıntının seyirciyle paylaşılmaması, seyircinin perdede gördüğü adama kendi pişmanlıklarını yüklemesine vesile oluyor ve film bu sayede farklı bir izleme deneyimi yaratmış oluyor.
Elbette Sona Doğru’yu kendi türü içinde farklı kılan tek öğe, sadece ana karakterini hiç konuşturmaması ya da onun geçmişine dair bize hiç bilgi vermemesi gibi tercihleri değil! Filmi benzerlerinden farklı kılan temelde daha keskin bir gerçek var. Sona Doğru, her ne kadar temelde yapısal olarak “hayatta kalma” filmleri ile akraba olsa da aslında bu filmlerden bir yenisi değil. Sona Doğru’yu özellikle filmin mitolojik tabanlı finalini de göz önünde bulundurursak bir “hayatla bağlarını koparma” filmi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Çünkü yine türe ait aynı filmlerden referans vermek gerekirse ne Yeni Hayat’ta Chuck Noland’ın kendine bir voleybol topundan arkadaş yaratması gibi ne de 127 Saat’teki Aron Ralston’un konuşmalarını kameraya kaydetmesi gibi bir yaşama istediği yok “adamımız”ın. Olsa olsa bir kurtulma çabası var; ama bu kesinlikle bir yaşama isteği değil. Tüm bu taşları yerine koyduğumuzda ise Sona Doğru’nun bir alt-türün içinde bir alt-tür yaratmaya çalıştığını bile söylebiliriz belki.
Sonuçta, sadece cesur tercihleri için bile izlenebilecek bir film var perdede. Chandor’un adını takip edilmesi gerekenler arasına almamızın kesinlikle doğru bir tercih olduğunu kanıtlayan, usta oyuncu Redford’un ise yıllar sonra en sağlam performansıyla karşımıza çıktığı bir iş Sona Doğru. Bir filmin birşeyler söylemesi için ise illa konuşmaya ihtiyacı olmadığının da yeni bir kanıtı!