1935 doğumlu Teresa Burga hiç şüphesiz bu yıl Basel fuarının bir başka hakkı teslim edilen kadın sanatçılarından olmalı. Geçtiğimiz sene Lynda Benglis’in muhteşem dönüşüne tanık olmuştuk. Bu yıl da Berlinli galeri Barbara Thumm’daki Perulu sanatçı Burga’nın 1960’lardan işlerinden oluşan solosunu görme şansını elde edeceğiz. Burga’yla Basel öncesi Berlin’de açtığı solosunda buluştuk. Sohbet ettik…
Teresa Burga’nın en büyük özelliği kendince kavramsallığı… Fikirdeki ısrarı ve kadın sanatçı olmanın bütün araştırıcılığı, radikalizmi ve sorgulayıcılığına sahip olmasında. Pentür yaparak başladığı üretimi giderek laboratuvar testlerinden kolajlara, üç boyutlu hazır nesne assemblage’lardan bir psikanalistle gerçekleştirdiği araştırmalara uzanıyor. Onun tarihi öte yandan Latin Amerika’da askeri rejim altında yaşayan bir kadının kişisel ama jestüel olmayan bir dil arayışının toplumsal öyküsü. Yaptıkları yeterince Perulu bulunmayan bir zamanların eleştiri oklarını yemiş ve adeta sanatını bu oklara göre daha dayanıklı kılmış sanatçıyla Berlin’de uzun uzun sergi açılışı sırasında konuştuk. Galiba konuşmamızın özeti şu sözlerinde, onun üretimine giden yolu da aydınlatıyor kesinlikle, “Bir Beatles bir Bach dinlerim. İkisinden de asla vazgeçemem.”
-Hakkınızın teslim edildiğini düşünüyor musunuz?
Hayır… Hiçbir zaman düşünmedim. Kadınlar için hayat hala zor. Kadın sanatçılar için daha da zor.
-Ama bu yıl Amerika büyük değişikliklere sahne oldu. Erkekler kadar kadınlara da sololar açıldı. Rakamlar yüz güldürdü. Bazı şeylerin değiştiğini düşündürdü…
Değişmedi ama… Bu konuda olumsuz düşünüyorum. Fazla kadın sanatçıya sergi açmak benim için bir gösterge olamaz. Rakamlar değil işleri konuşmalıyız. İşler güçlü olmalı. Oysa işleriniz güçlüyse işiniz de güçleşir. Hele bir kadın sanatçıysanız.
-1960’larda Peru’da sanat üretiminizi anlatmakta güçlük çektiniz mi?
Tabii ki çok güçlük çektim ben. Anlayamadığım bir direnç vardı ama hep ısrar ettim. Yaptığıma hep inandım. Chicago’dan döndüğümde neyimi görseler bu Peru değil deniyordu…
-Evet, tabii onu da soracağım… Lokal ve evrelsel gerilimi. Benim ülkemde de 1960’lara damgasını vurmuştur.
Bunun hiçbir önemi olduğunu düşünmüyordum. Ama birileri ne yaparsam Perulu değil bu, diyordu. Evrensel neydi lokal neydi… Bunlar hiç benim konum olmadı diyebilirim. Ben alabildiğimce aklıma geleni yapmaya çalışıyordum. Ve aklıma gelene tutunuyordum. 30 yıldır bunu yapıyorum. Bu son işlerim de öyle. Hiçbir zaman şunu yapacağım demem. Aklıma geldiği anda yaparım. Bir işi yaratmak için onun bir eser olduğunu düşünmemeniz gerekir. Ancak böyle yaratmaya devam edebilirsin ve bitmediğini düşünürsün. Bakın, sanat satılık ve sevimli bir şey değildir. Çoğu zaman saldırmalıdır.
-Bizim gazetemizin adı sanatatak… Atak demişken ülkenizde benim de kendi ülkemden çok aşina olduğum askeri rejimin sizin üzerinizdeki estetik yaptırımlarını da merak ediyorum. ‘Bu Perulu değil’de de tam bu askeri rejim estetiği beklentisi yok mu?
Tabii aşinasınız ve doğru düşündünüz. Hiç unutmuyorum. Bir festival için işimi götürüp gösterdiğim generaller “Biz bunu değil, Biz Perulu sanat isteriz” demişlerdi. “Bunda hiç Peru yok” diye eleştirmişlerdi. Onların istedikleri köylüler ve meyvalar yapmamızdı. Benim kuşağım ne çok meyva resmi yapmıştır bir bilseniz…
-Bununla birlikte resim ve kavramsal sanat ayrımına da maruz kaldınız mı?
Evet, böyle formüle etmem ama resimde yaptıklarım resimde yapılanlara benzemiyordu diyeyim. Benim için ama resim önemli değildir. Resim yaparım. Ressamları severim ama resim değil fikir vardır benim için. Fikirlerdir yaptıklarım resimler değil. Ben hep zevktan kaçtım. Sanatçı zevki dedikleri şeyden…. Hani öznel kişisel soyutlamalar filan… Sanatçının yapacağı hayatta en kötü şey izleyicisini memnun etmeye çalışmaktır. Duchamp ne demiştir, ‘yaptığınız işi sevdiğiniz an, olayı tamamen yanlış anlamışsınız demektir…’
.-Sizde resme karşı bir ilgi var… Kimi seversiniz ressamlardan?
Var. Rothko’yu severim. Warhol’u ve Lichtenstein’ı da çok severim.
-Arte Nuevo grup 1966 yılında kuruluyor ve bir manifesto yazıyor. Son derece kavramsal bir manifesto bu… Bugün ne kadar taze olduğunu düşünüyorsunuz?
Sonuçta manifesto işte… Yani laflar… Bir sürü laf.
-Hakkınızın tam anlamıyla teslim edildiğini düşünüyor musunuz geçmiş 30 yılınızı düşündüğünüzde?
Yani… Daha farklı. Ben sanat yapmaya ilk başladığımda çok satıyordum. Çünkü geleneksel ekspresyonist işler yapıyordum. Sonra yaptığımdan ne zaman uzaklaştım? İşte sorunlar o zaman başladı. Figüratif resmi terk ettim. Tuvali bıraktım kağıda geçtim. Bütün bir hayat işlerime girdi. Sonra herkes beni eleştirir oldu. Ama sonra bu değişti
.
-Tam ne zamandan beri?
1980’lerin ortasında işte gençler çıktı ortaya ve benim işlerimle ilgilenmeye başladılar. Onlar anladılar. Olumlu tepki gösterdiler. İstanbul’a gelmem de genç bir küratör sayesinde oldu. Adriano Pedrosa, benim bir işimi gördü ve beni bienale götürmeye karar verdi. Ben de peki dedim.
-İstanbul’u nasıl buldunuz?
Doğrusu ben çok criminal bir şehir bekliyordum. Tehlikeli bir şehir. Hep öyle düşündüm. Filmlerden etkilenmiş olmalıyım. O bir film vardı. Geceyarısı Ekspresi… Ondan. Ama öyle çıkmadı. Ayasofya, Sultan’ın müzesi… Çok etkilendim. Kadınların kapalı olacağını düşünmüştüm. O da öyle olmadı. Ama galiba kapatmak isteyen bir lideriniz var…
-Peki bu değişimi nasıl buluyorsunuz? Galerilerin çoğalması, fuarlar, bienaller, sanat dünyasının bu kadar genişlemesi büyümesini olumlu mu buluyorsunuz?
Evet, neden olmasın? Bence bir sakıncası yok. Bana faydası bile oldu. Ama kimse sanat dünyası büyüdü diye star olmaz. İyiyse olur. Bir sanatçı iyiyse iyidir.
-Optimist biri misiniz?
Elbette. Hayatta insanı tek kurtaran şey optimizmi. Askı takdirde insan, çok acı çeker. Kadın daha çok…
-Hiç evlenmediniz. Çocuğunuz da yok… Pişman mısınız?
Evlenmediğime hiç pişman değilim ama çocuğum olmasını isterdim. Ama belki çocuğum olsa işlerimi üretebilir miydim? Evliliğe hiç inanmıyorum. Hiç de inanamam. Evli kadınların hepsi evli oldukları kocalarından çekiniyor. Bu korkunç.
Teresa Burga’nın solosu ve görselleri için galeri linki :
http://www.bthumm.de/