İbrahim Maalouf sahnedeyken sadece var olanı sunmuyor bizlere, zihninde dönüp duran müzik hiç bir zaman sabit bir rayın üzerinde ilerlemiyor. Bir çok yol sunuyor dinleyicisine, birine doğru yürüyoruz ve nereden geldiğimizi düşünmeksizin yolda olmanın güzelliğini hissediyoruz.
Bir nehirde sadece duruyoruz ve akıntı huzur veriyor bize, nereye döküleceğimizi düşünmeden. Sahneyi seyirciyle paylaşıyor, bunu sadece « Beirut »’a ya da « InPressi »’ye eşlik ettiğimizde değil, tüm konser boyunca hissediyoruz, müzik bizimle konuşuyor. Bir grup insanın beraber müzik yapmaları enstrümanları vasıtasıyla sohbet etmeleriyse eğer, İbrahim Maalouf’un konserlerinde grubuyla ettiği muhabbete ortak olmak, duygularımızı serbest bıraktığımız ölçüde mümkün oluyor.
Ancak her ne kadar müziği bizimle konuşuyor olsa da, biz bir de İbrahim Maalouf’un müzik hakkında konuşmasını dinlemek istedik. Konserden iki saat önce yaptığımız bu röportajda, yaptığı müziğe hayranlık besleyen iki dinleyici olarak en amatör hallerimizle karşısına çıkmamıza rağmen, bizi kulisin kapısında meşhur pijamalarıyla karşılaması her şeyi biraz daha kolaylaştırdı. İbrahim Maalouf ile Pisagor’dan (Evet, geometriden hatırladığımız Pisagor ve hayır, geometri konuşmadık), kırmızı koltukların gerçeklik algımızdaki yerinden, (Kuliste kırmızı bir koltuk vardı. Bizce… ), Türkiye’nin doğu ile batının kesişim noktası oluşundan (Jeopolitik konum değil.)ve daha birçok konudan oluşan keyifli bir sohbet ettik. Buyrun.
Zınar Yılmaz: İlk olarak Oxmo Puccino’yla beraber gerçekleştirmekte olduğun son projeni sormak istiyoruz, Au Pays d’Alice albümünü. Biraz bahseder misin bu albümden?
İbrahim Maalouf: Biliyorsunuz albüm henüz piyasaya çıkmadı, yakın zaman içinde çıkmış olacak. İlk olarak 2011 yılında yarattığımız bir projeydi. Oxmo’ya beraber çalışmayı teklif ettim, çünkü müziğini gerçekten çok seviyorum. Biliyorsunuz kendisi bir rap şarkıcısı…
Ezgi Altun: Evet, beraber yaptığınız "Douce" parçasını biliyoruz.
Evet, "Douce"u yaptık beraber. Daha sonra tekrar beraber çalışmayı gerçekten çok istedim, bu sebeple de Alice Harikalar Diyarında kitabı üzerine yapacağım projede çalışmayı teklif ettim, o da kabul etti. Bir yıl süresince çalıştık ve bir konser gerçekleştirdik, ama hepsi bu kadardı. Ancak daha sonraları sürekli bu proje üzerine konuşuyorduk, Oxmo ile sürekli "Bu böyle bitemez, bir gün bununla ilgili bir şey yapmamız gerek, çünkü zaten başladık ve belirli bir yere geldik, devam etmezsek büyük bir kayıp olur." diyorduk. Zaman geçiyordu ve üç yıl sonra prodüktörlüğünü kendim yapmaya karar verdim. Projede çocuk korosu, klasik orkestra, bugün konserde de izleyeceğiniz grubum ve Oxmo var, bazen de trompetimle ben varım.
Pekiyi, bu albümü başta Illusions albümü olmak üzere diğer albümlerinle karşılaştırmanı istesek neler söyleyebilirsin?
Bambaşka bir dünya. Belki de benim diğer albümlerimle tek ortak noktası müziğin çok sinematografik olması. Film için yapılmış bir müziğe benziyor bir hayli. Bu noktada benziyor olabilir fakat daha önce yaptığım her şeyden tamamen farklı.
Bugün burada Illusions albümü kapsamında bulunuyorsun. Senden bu albümün teması hakkında bir şeyler duyabilir miyiz?
Illusions albümünü bestelerken, gerçeklikle olan ilişkimi düşünüyordum. Biliyorsunuz, gerçeklik sabit bir şey değildir, hareket eder. Küçüklüğümden beri, bu beni çok etkiliyordu. Mesela bu koltuk; renginin kırmızı olduğunu söylüyoruz, ama belki de aynı şeyi görmüyoruz. Kırmızıdır diyoruz, çünkü küçüklüğümüzden beri bu rengi gördüğümüzde kırmızı diye adlandırıyoruz. İnsanların görme biçimleri arasında var olabilecek farklar, gerçekliğin ne olabileceği ve bundan ne yaratabileceğimiz -ikinci bir gerçeklik gibi- beni hep hayrete düşürürdü. Ve gerçeklikle ilgili olan her şey: sahtelik, sihir, yalan, tüm bunlar; bu müzik bunları anlatıyor.
Biraz kuantum fiziğini andırıyor.
Aslında kuantum fiziğini incelemenin müzikal bir yolu.
Farklı seviyelerde ve farklı tarzlar icra eden bir çok müzisyenle çalışıyorsun, nasıl bu kadar açık görüşlü olabiliyorsun?
Müzik, en azından benim için genel olarak sanat, hala istediğimiz her şeyi yapabildiğimiz yegane dünya. Bugünün toplumu her şeyin giderek yasaklanmaya başladığı bir bakış açısına doğru evriliyor. Şunu yapmak yasak, bunu konuşmak yasak, şöyle giyinmek yasak, ve bu beni gerçekten deli ediyor. Ben insanlara yasaklar konulan bir dünyadan ziyade onları serbest bırakan bir dünya istiyorum. Neden insanlara sürekli yasaklar koyalım ki? Bu her zaman bir baskı oluşturur. Özgürlüğün çok önemli olduğu bir ailede yetiştirildim ben. Söyleyecek bir sözünüz olduğunda ve kendinizi ifade etmek istediğinizde sesinizi yükseltebilmeniz önemlidir. Benim ailemde öncelik buydu. Müzik yaptığınızda, kendinize ve başkalarına saygınız olduğu müddetçe hiç bir yasak yoktur. O yüzden müzikle her şey mümkündür.
Birkaç gün önce, facebook sayfanda, isteyen herkesin katılabileceğini söylediğin "La Grande Improvisation" isimli büyük bir doğaçlama projesinin duyurusunu yaptın.
Evet, daha üç gün oldu ama şimdiden 300 kişi başvurdu.
Takip ediyoruz, Paris’te gerçekleşecekmiş..
Bizim için üzücü tabii..
(Gülerek) Gelin! Siz de gelin! Arkadaşlarınızı da alıp bir haftasonu için gelin.
Biraz zor olacaktır. Ama hala vakit var, neden olmasın? Şubattaydı değil mi?
Evet, 8 Şubat’ta. Herkes gelebilir, müzisyen olsanız da olmasanız da gelip bizimle doğaçlama yapabilirsiniz.
Bu da az önceki soruyla bağlantılı aslında, her şeye açıksın. Bu oldukça güzel, özellikle doğaçlama söz konusu olunca bu çok önemli sanırım, değil mi?
Bence önemli, evet, özellikle de klasik müzikte. İnsanlar artık doğaçlama yapmıyor, bu üzücü. Çünkü bir buçuk yüzyıl öncesine kadar herkes bunu yapıyordu. Beethoven, Mozart gibi bugün bildiğimiz tüm besteciler doğaçlama yapıyorlardı. Bestelerini böyle yapıyorlardı ve müziği başka bir yöne bu sayede çekebildiler. Klasik müzik bu yüzden canlıydı ve değişkendi. İnsanların bu zenginliği devam ettirmesi oldukça önemli. Doğaçlamayı okullara geri getirmek de aynı şekilde önemli.
Biz de sana doğaçlamanın müzikteki rolünü sormak istiyorduk aslında bu proje vasıtasıyla.
Özgürlüktür. Genç insanların hayal gücünü geliştirir. Mesela bir çocuğu arabayla oynarken gördüğünüzde (mırıldanıyor) "Garaja gidiyorum/Sonra da yemeğe gideceğim" diye şarkı söylediğini görürsünüz, ve çocuklar bunu yapar. Çünkü özgürdürler. Çünkü toplum, ebeveynleri ve öğretmenleri onlara henüz "Hey, kes sesini! Bir şeyler uydurmayı bırak!" dememiştir. Ama büyüdüklerinde, ebeveynleri, arkadaşları ve onları seven insanlar, farkına bile varmadan bunu yaparlar. Dans etmeye gittiğinizde, biraz şapşal dans ediyorsanız insanlar size gülerler. Size bir noktada dans etmeyi bıraktıran bu baskıdır, eğer kafanızın içinde güçlü değilseniz, dans etmeyi bırakırsınız. Mesela benim kızım beş yaşında ve deli gibi dans ediyor, ne yaptığını bilmiyor ama dans ediyor. O yüzden ona "bunu yapmaya devam et, büyüdüğünde daha iyi yapmayı öğrenebileceksin ama devam et, çünkü bu harika." demeliyiz. Müzik için de doğaçlama aynen böyledir, bir piyanonun ya da herhangi bir enstrümanın başına oturduğunuzda ve öylesine notalara bastığınızda, insanlar size "Dur, konservatuara gidip solfej öğrenmelisin sonra nasıl çalınacağını öğrenirsin." der. Bu çok büyük bir hatadır. Bu çocuklarımıza karşı yaptığımız en büyük hatalardan biridir, çünkü onlara özgürlüğü yasaklarız. Onlara müziğin okul gibi olduğunu söyleriz ki bu yanlıştır. Müzik başka bir şeydir. Kendi kendinize yaratmanız gereken bir dil gibidir. Kendinizi ifade etmek için özgün yollar bulursunuz. Profesyonel olmak isterseniz, bu daha farklıdır. Belki başka şeyler öğrenmeniz gerekebilir; bazı kurallar, müzik tarihi, müzik analizi, repertuarlar ya da teknik. Bu farklıdır. Ama bence hepimiz müzisyenler, dansçılar ve sanatçılar olmalıyız çünkü özgürlük tam olarak da budur.
Bir bakıma öyleyiz. Sokakta yürürken bile, ritimle yürüyoruz.
Evet, ritim her yerdedir, kalbindedir.
Aynen öyle, hepimiz müzikle doğduk.
Ritimle doğduk. Pisagor’u bilirsiniz. Kendisi sesin içinde farklı notaların olduğunu bilimsel olarak ilk inceleyen kişidir. Örneğin bunu yaptığımda (duvara vuruyor) çıkan sesin tek bir notadan değil, farklı notalardan oluştuğunu keşfediyor. Çekiç kullanan birini dinliyor, çıkan sesin 200 metreden farklı, 400 metreden farklı duyulduğunu fark ediyor. Bunu ilginç buluyor, "Çekiç aynı olduğu halde sesi neden farklı olsun ki?" diye düşünüyor. Sonra incelemeye başlıyor ve sesin hızını hesaplayarak bir notanın içinde bizim duymadığımız başka notalar olduğu tespitini yapıyor. Ancak başka bir mesafeden bu seslerin bir kısmını duyabileceğimizi söylüyor. Şans eseri, Pisagor bunu doğaçlayarak buluyor. Kağıdın kalemin başına oturup "Şimdi sesin analizini yapacağım." demiyor, sadece bir şey fark ettiğini düşünüyor ve bunun üstüne gidiyor. Bu da bir doğaçlama şeklidir. Pisagor’dan bu yana insanlar zaten doğaçlama müzik yapıyorlar, müziği öğrenilecek bir şey olarak düşünmüyorlar. Bence müzik bunun için vardır, tabii dediğim gibi eğer müzik tarihi ve kültürü öğrenmek istiyorsanız bu başka bir konu.
Victoire de la Musique ödül töreninde kazandığın ödülle ilgili kısaca fikrini almak istiyoruz bir de. Sanatın farklı dallarında verilen ödüller hakkında ne düşünüyorsun bilmiyoruz, belki o kadar da önem vermiyorsun ya da veriyorsundur…
Bence gayet önemliler. Ödüller biraz şöyledir: kazandığınız zaman mutlu olursunuz, kazanmadığınız zaman umurunuzda olmadığını söylersiniz.
Bu soruyu sormamızın bir sebebi de, senin bunu aynı zamanda enstrümantal müziğin bir zaferi olarak görmen. Bu açıdan bakarsak, neler söylemek istersin bu ödülle ilgili?
Fransa’da, müzik ödülleri tarihinde ilk kez enstrümantal bir projeye ödül verildi. Bana kalırsa bu önemli çünkü bir müzisyen olarak, tıpkı diğer müzisyenler gibi enstrümanın durduğu yerle ilgili kendimi sorumlu hissediyorum. Genellikle bizim gibi enstrümantalistler hep arka plandadır, şarkıcıya eşlik etmek için vardır. Şarkı söylenmesini seviyorum, dediğiniz gibi bir çok şarkıcıyla da çalıştım ancak bence insanların, müziğin diğer yönünü keşfedememesi üzücü. Radyoların ve televizyonların önemli bir kısmı enstrümantal müziği sadece dizi, reklam ve film müziği olarak görüyor. Tek başına dinlediğinizde beğenip takdir edebileceğiniz bir şey olarak görmüyor. Bu sebeple bize bu ödülü vermeleri bu sınırlamaların ve kalıpların etkisini azaltmak ve dinleyicilere "Artık enstrümantal müziğe bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor, bakın burada bir örneği var, sizi etkileyebilecek bir örnek, kimse şarkı söylemediği halde beğenebileceğiniz bir örnek." mesajını vermek açısından bence çok anlamlıydı.
İnsanlar senin müziğinden bahsederken doğu-batı sentezi olduğunu söylüyorlar. Sence doğu ezgileri ile batı ezgileri arasındaki sınır nerede duruyor? Sen bu sınırı nasıl çiziyorsun?
Ben sınırları silmeye çalışıyorum. Ben kendimi doğu ve batı sentezi yapmaya çalışan biri olarak görmüyorum. Lübnan’da doğdum ve Avrupa’da büyüdüm. O yüzden sizin gibi, çoğu insan gibi ben de doğu ile batı arasındaki bir uzlaşı noktasında duruyorum. Müzisyen olarak yarattığım şey, benim kim olduğumla alakalı. Bu yüzden müziğim bir sentez ama ben bunun için özel bir çaba göstermiyorum. Ama kesinlikle sınırlar çizmiyorum. Dediğim gibi ben çoğunlukla sınırları silmeye çalışan bir insanım.
Türkiyeli izleyici ile olan ilişkini merak ediyoruz. Konserlerinde nasıl hissediyorsun?
Az önce de doğu ve batı arasındaki uzlaşı noktasından bahsediyorduk. Bence Türkiye her zaman bu uzlaşı noktasında olmaya çalışmış bir ülke. Eğer dünya üzerinde, tüm tarihi boyunca doğu ve batı arasında bir yerde durmaya çalışmış bir ülke varsa o da burasıdır. Burada tanıştığım insanlarla ne zaman konuşsam, tarihe ve geleneğe karşı çok saygılı olduklarını görüyorum. Türkiye halkı olarak genellikle kültürünüzle çok gurur duyuyorsunuz, bence bu iyi bir şey. Ancak aynı zamanda dünyanın geri kalanına açılmak için de güçlü bir isteğiniz var, kendi kapalı kutunuzda kalmak istemiyorsunuz. Bu dünyayı algılamanın harika bir yolu. Benim için, müziğim için bu, olabilecek en iyi izleyici tipi. Buradaki izleyici beni diğer konser verdiğim ülkelerdekilerden daha iyi anlıyor. Eskiden, Lübnan’da da böyle hissederdim. Ama Lübnan’da işler yolunda gitmediğinden, insanlar geleceğin nasıl olacağı konusunda endişelenmekle meşguller ve artık o kadar da müzik dinlemiyorlar. Hayatlarının tadını çıkaramıyorlar. Nasıl kaçacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, nasıl mücadele edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden benim için İstanbul’da, buradaki gençliğe çalmak barış içindeki bir Lübnan’da çalmak gibi. Kendimi evimde gibi hissediyorum ancak ne yazık ki Türkçe konuşamıyorum. Ama aslına bakarsanız Türkçe ile Lübnancanın bir çok ortak noktası var. Örneğin biz konuşurken çok fazla "yani" deriz. Ve Lübnanca konuştuğumda bir şeyi tarif ederken kullandığım akıl yürütme sizinkine çok benziyor. Kültürlerimiz çok yakın. Yediğimiz şeylerden dinlediğimiz müziğe kadar benzeşiyoruz, biz de rakı içiyoruz mesela. Burada evimdeymişim gibi hissediyorum ama dediğim gibi, tek fark Türkçe konuşmuyor olmam.
Pekiyi Türkiye’den dinlediğin müzisyenler var mı? Bir kaç isim vermek ister misin?
İsim vermeyi pek sevmiyorum, çünkü aralarından bir seçim yapmak gibi oluyor. Biraz önce ilk kez Kudsi Ergüner’le tanıştım, çok onur duydum. Kendisini hep dinlemişimdir. Benim için, kendisi gerçekten de gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerden biridir. Bir de Laço Tayfa var, onları da çok dinledim. Müziklerini severim. Hüsnü (Şenlendirici) tanrılarımdan biridir. Bir de New York’ta yeni bir grup var, New York Gypsy All Stars, ve gerçekten çok iyi, bence bir göz atmalısınız. Bir diğer hoşuma giden şey de, Türkiye’de televizyonu açtığımda, popüler müziğin iyi olduğunu görüyorum. Türk popunu seviyorum çünkü zevkli bir pop olduğunu düşünüyorum. Tabii ki ticari bir müzik, çünkü pop ticaridir. Demek istediğim pop müziğin amacı budur, öncelikle ticari bir iştir. Ama örneğin Türk popunu Lübnan popuna yahut Fransız popuna tercih ederim.
Altyapı iyi olduğu için mi?
Altyapı ve prodüksiyon iyi olduğu için. Bir de, daha önce de söylediğim gibi, modernite ile gelenekselliğin bir karışımı gibi. Sadece diğer ülkeleri kopyalamıyor. Burada, pop müzisyenleri Avrupa’da ve Amerika’da olanı kopyalamıyor sadece. Bir şekilde bir şeyleri kopyalarken geleneği de içlerine katabiliyorlar. Bunu gerçekten takdir ediyorum. Gerçekten zevkli bir şey bu.
Son sorumuza geldik. Babanın müziğine olan etkisini anlatır mısın? Tabii anneninkini de… Aslına bakarsan genel olarak ailenin müziğine olan etkisi nasıl oldu?
Bu cevaplaması kolay bir soru. Basitçe söylemek gerekirse babam bana her şeyimi veren kişi. Klasik müzik, arap müziği, trompet, aynı zamanda yaşama gücü. Bir çok şey. Annem müzikte özgürlüğü verdi bana ve geriye kalan her şeyi: sevgi, şefkat, genellikle annelerin verdiği her şeyi. Ancak müzik adına konuşacak olursak, gerçekten de her şeyimi babama borçluyum. Bugün yaptığım her şeyin kökleri babama uzanıyor.