…İsmet Doğan bu kez Selman Akıl’ın küratörlüğünde Labirent Sanat Galerisi’nde “Hiçbir Yerdeyiz” diyor. Çoğul birinci şahısla kurulan cümle bir tür ortaklık kurarak herkesi işin içine katıyor…
Bir İsmet Doğan eseriyle karşılaşmak ne demektir? Bana kalırsa her türden hesaplaşmanın kendini var etmek – kalma adına ürünleridir. Hiçbir şekilde uzlaşıya mahal vermek istemeyen bir arzunun dışavurumları olarak okunabilir. Eğer öyleyse ihlal etmek, sınırları zorlamak ve sınır durumları yaratmak kaçınılmaz olacaktır. Ki öyledir de zaten. Babayla, ulusal, modernizmle, imgeyle, temsiller ve tabii bedenle sonu gelmez bir hesaplaşma içindedir. Ama bütün bunlar bir cephe açmak için değil, var olan cepheleri kapatmak içindir. Açılmış cephelere başka cepheler açarak karşı konulabilir ama kapatmaya çalışmak da başka türlü bir strateji olsa gerek.
Buradan anlaşılacağı üzere bakana kucak dolusu çiçekler sunmaz. Genizde kekre bir tat bırakır. Yaralıdır. Yarasının yerini bilir. Bu yarayı onarmak için yeri gelirse o yarığı kanırta kanırta dikmesini de bilir. “Tininin Çığlıkları“nı duymamak imkansızdır. Aynalar, “sonsuz dışarıda olan yüzün” ve boşlukta olan ben’in hiçbir şekilde giderilemeyecek “eksikliğinin”, “olmamışlığının” ve tamamlanmamışlığının yansımalarıdır. Hiçbir şekilde susturulamayacak çığlıkların yüzeyde duyulmasını sağlayan sanrılarıdır. Onun kimi eserleri erotiktir. Bataille‘cı anlayışla ölüme kadar yaşamı olumlamak içindir.
Bütün bunları yanına alarak ve daha fazlasını ekleyerek İsmet Doğan bu kez Selman Akıl‘ın küratörlüğünde Labirent Sanat Galerisi‘nde “Hiçbir Yerdeyiz” diyor. Çoğul birinci şahısla kurulan cümle bir tür ortaklık kurarak herkesi işin içine katıyor. Kimi işler yaslandığı kavrama sıkı sıkıya bir halat gibi bağlanıyor. Birbirine kapı aralayan, birbiriyle paslaşan işler kavramın yarattığı çağrışımları genişletirken kimi yerde ise bu halat kopacak şekilde görülüyor. Bir tür gerilim, sanrı, temsiller, temsillerin temsili ve onun da temsili giderek mekanda büyüleyici bir etki bırakıyor. Bütün bunlarda 90’lı yıllardan beri kullandığı aynaların payı hiç yadsınamayacak derecede.
Böylece, nerede, hangi uzamda olduğumuzun duyumsanması ortadan kalkıyor. Kendi imgemizi aynalarda tam olarak yakaladığımızda ki bu ender bir durum olarak arz ediyor, “İşte buradayım” diyebiliyor insan. Aynayla göz göze gelindiğinde yerden hayli bir uzaklaşmak isteği uyanıyor. Haliyle yerden göğe doğru uzaklaşınca veyahut göğe doğru yaklaşınca irtifa kaybı yaşanmaması kaçınılmaz oluyor. Ama sorun nasıl bir iniş yaptığımızla alakalıdır. Sert bir düşüş veyahut yumuşak bir iniş baş gösterebilir. Ama düşünsün şekli yerle ve yerleşik olmayla kurduğumuz yaşanmışlıkla alakalı olduğu ileri sürülebilir.
Ciddi sorunları büyüten bir sergi
O zaman ciddi sorunları büyüten bir sergiyle karşı karşıya olduğumuz gerçeği kendini açığa vuruyor. İsmet Doğan sergi boyunca bir öneri sunuyor. Belki de bir olanak yaratma çabasında. “Hiçbir yerdelik” ve onun ortaya çıkardığı duygulanımın bedende nasıl bir etki bırakacağı ve bu etkinin olası sonuçlarının neler olabileceğine dair bir aura oluşturma ihtiyacı içinde. Ama daha böyle bir karşılaşma anına geçmeden önce sözcüğün kendisi bir soru ve sorun olarak devreye giriyor. Bir yeri imlemeyen bir cümle ne türden bir imkân sunar? Örneğin geleceğe ve bir yere yönelik yeni tahayyülleri yaşama geçirme arzusu olan ütopyanın böyle bir özelliği var. Yakın zamana kadar önemsenen ütopyacı bir itkiden bahsetmek günümüzde neredeyse olanaksız hale gelse de onun sundukları hâlâ önemli.
Ütopya, gelecek tahayyülünü, bir araya gelerek bir şeyleri yapabileceğimizin çünkü sonsuza kadar dünyanın gidişatının böyle olmayacağını, bir yerde bu gidişatta büyük bir kesinti ve kesik yaratarak başka türlü bir yaşam oluşturma isteğini her zaman saklı tutar. Ama İsmet Doğan böyle bir itkiyle hareket etmiyor. Distopik bir dünyada olduğumuzu da vurgulamıyor. Tam da hiç olmadığımız kadar gerçekliğin dışına çıktığımızı ve bunun nedeninin de temsiller olduğunun altını çiziyor. Veyahut hiç olmadığımız kadar temsillere battığımızı vurguluyor.
Lacan‘yen anlamda öznenin kurulmasında çok önemli bir yeri olan temsillerin her şeyiyle özneyi ele geçiremediğiyle ilgileniyor. Tavrını o yönde belirliyor. Hayatın kurucu öğeleri, “logos”, “baba” kurulan bir yer olan mekân ve kurulan bir yapı olan olan dil ve temsiller üreten bu yapılarla yeniden bir hesaplaşma içine giriyor. Ben’in kendi eksikliğinin farkını açığa çıkarırken bütün bu öğeler aşıldığında uzamımızdan kurtulabileceğimizin işaret fişeklerini yakıyor. O zaman başka bir yaklaşımla, ontolojiye, zamana ve mekana yaklaşma denemesi içerisine girmemesi olanaksız hale geliyor.
“Hiçbir yer” veya “hiçbir yerdelik” ne türden bir olanak yaratabilir?
“Hiçbir yer” veya “hiçbir yerdelik” ne türden bir olanak yaratabilir? Onun buna kudreti veya kuvveti var mıdır? Verili olan “şimdi” ve “buradalık” söz konusuyken hiçbir yerdelik ve onun kattığı duygu arasında bir paradoksa mı işaret ediliyor?
Şimdi ve burada olanın içine gizlenmiş iktidar, sınıf ve tarihsellik gibi durumların ötesine geçmek mi arzulanıyor? Hiç olmadığımız kadar şimdi ve burada olduğumuzun da bilincini ve bakışını aşılamak da isteyebilir. Çünkü onun yarattığı basınç çok etkili. Hem yaşamsal düzeyde etkisi bir o kadar artıyken sancısı da bir kadar fazla. Ancak onun bilincinde olduğumuzda onun yarattığı durumların ötesine geçme gözü pekliğini gösterebiliriz.
Bir yerde olmak bir yerli olmak uzamsal olarak sınırlandırılmıştır. Bütün bundan ibaret olsa iyi… Yerleşikliğin tüm durumlarını içinde barındırır. Yerleşiklik ise bir form işidir. Kendi hiyerarşisini, sınırını, kurallarını ve ideolojisini o yer dayatır. Çünkü yapılandırılmıştır. Ortak akıl ve sağ duyu gerektirir. Bir başka yerle arasında sınır çeker. Oralarda iktidarlar kurulur ve dağılır. Muktedirler sürekli bir yer bulmak ve oraya kazık çakmak ister. Sonra bir bedeni o yere ait kılmanın koşullarını yaratırlar. En çok arzuladıkları ona tabii kılınmaktır. Bir fırça darbesi gibidir. Fırça darbeleri arttıkça yüzeyde silinmez izler bırakır. Bir de nasıl, hangi yöntem, strateji ve akılla o darbeyi yaptığına bağlıdır. İsmet Doğan, artık darbelerden ve boyadan eriyen, eskiyen, kuruyan bir fırçayı tam da işlevsel yeri olan kıllarından keserek fırçayı ikiye bölüyor. Bu durumu bir tür kesintiye uğratıyor. Her ne kadar kesintiye uğrarsa da tam da bu işin altında yazılan “logos” yani kaosu düzene getiren aklın yarattığı etki bitmeyeceğe benziyor.
Harfler uğulduyor ama bir sözcük haline gelemiyor
Bir başka yerleşiklik, kök salma biçimi “baba” yani ataerki. Makro ve mikro boyutta enine olmayı keserek dikine bir hiyerarşi kuran; simgesel, imgesel, fiziksel ve her türlü şiddet halidir. Sürekli bir yerdelik halidir. Bir şekilde sızmıştır. O, bir şekilde sızandır. Sergi boyunca iç bükey ve dış bükey aynalardan yansıyan bir kelime olarak tabii İsmet Doğan’ın elinde yapı bozumuna uğrayarak yani “BA AB” şeklinde insanın karşısında, yanında yöresinde ve arkasında bitiyor. Onun varlığı ve yapı bozuma uğramış hali bir yerde dengesizliğe neden oluyor. Tam kendini özgür hissettiğinde onun varlığı bu özgürlüğün yaşanmamasına yol açıyor. Ama bir seçim yapmaya zorluyor.
Şeylerin uğuldaması olan harfler bir araya geldiklerinde bir sözcük oluştururlar. Bir sözcük en nihayetinde bir şeyi, bir yeri ve bir nesneyi imler. Dil, yapısı gereği temsiller üretir. Ama İsmet Doğan böyle bir yapılanmayı henüz boy vermeden durduruyor. Harfler uğulduyor ama bir sözcük haline gelemiyor. “Logos”, “baba” “dil” ile girdiği mücadeleden sonra mekanın fotoğrafik temsili onunda temsilini içeren bir dizi iç içe geçen çalışmaya yer veriyor. Birbirinin temsili olan ve iç içe geçen görüntüler galeri mekânında gerçekten yer olarak bir temsil daha üretiyor. Ama fotoğrafik temsilde sapasağlam yer alan masa veya televizyon galeri mekânında tuzla buz oluyor. Böyle bir mücadeleden sonra da kanlı ellerini gökgörültü seslerinin olduğu bir videoda yıkayarak temizliyor.
En nihayetinde “Hiçbir yerdelik” halinin dolaysız bir şekilde yaşanabilmesi için bene etki eden etmeleri ortadan kaldıracak cüreti göstermek gerektiği kendini açığa vuruyor. Belki de tam da şimdide ve buradanın içine doğru bir genişleme, yayılmaya, dağılmayla gerçekleştirebilecek bir yaşamsal kuvvetin kıvrımlarına ihtiyaç duyduğumuz gerçeğiyle hareket etmemizin elzem olduğu vurgulanıyor.
İLGİLİ HABERLER
Taşların Uğultusu: Oyuklar ve Höyükler Göbeklitepe’ye Bir Bakış