“Kız kardeş dediğin böyle bir şey yapabilir mi? Kız kardeşler arasında rekabet, ihanet ha!” (The Watsons, Jane Austen)
Önemli uyarı: Bu yazı What Ever Happened to Baby Jane? ve Biz Hep Şatoda Yaşadık’ın sürprizlerini bozacak ayrıntılar içermektedir.
Çocukluğumda beni etkileyen iki ayrı Külkedisi hikâyesi oldu. İlki Disney’nin kitaplarındandı. Masalın günümüzdeki popüler halini belirleyen Disney filminin çizgileriyle resmedilmiş kitabı benim nazarımda etkileyici kılan, “mutlu son”dan sonrasını anlatmasıydı. Külkedisi prensiyle evlenmiş, şatoya yerleşmişti. Dünyanın en iyi kalpli insanı olduğundan üvey ailesini de yanına almıştı.
İkinci Külkedisi’yle birkaç yıl sonra televizyonda karşılaştım. Alman yapımı bir filmdi bu ve Disney’nin cicili bicili dünyasından bambaşka bir gerçeklik sunuyordu izleyiciye. Soğuk taş ev, çıplak odalar, iyilik perisi yerine mezarın ötesinden kızına seslenen bir anne. Ama en önemli fark, kızlarını illa prensle evlendirmek isteyen üvey annenin hırsıydı. Anne, ayakları prensesi belirleyecek ayakkabıya sığsın diye bir kızına başparmağını, diğerine topuğunu kestiriyordu. Masalın, o zaman bana aklımın alamayacağı kadar vahşi gelen bu uyarlaması Grimm Kardeşler’in eserine dayanıyor. Aschenputtel’de prens başta üvey kardeşlere kanıyor, ancak güvercinlerin “ayakkabıda kan var” uyarısıyla ayılıyor. Güvercinler Külkedisi’nin düğününde gözlerini gagalayarak üvey kardeşleri kör ediyor.
Babanın, daha sonra da prensin ilgisi için anneyle yarış içinde olan bir genç kızı konu alan Külkedisi, Elektra kompleksi üzerinden yorumlanan bir masal. Ama burada ne Elektra ne de Oidipus kompleksinin üstünde durduğu bir başka ilişki, kardeş ilişkisi var. Üvey anne, babanın ilgisini Külkedisi’nden uzaklaştırırken sadece kendine değil kızlarına da çekmeye çalışıyor. Külkedisi’nin baloya gitmesini engellerken kızları prensin gözüne girsin diye uğraşıyor. Nitekim Aschenputtel’de ilahî adalet, sembolik ölüm, anneyi değil kızlarını buluyor. Bu kardeş, kız kardeş rekabeti sonucu iki kadının gözleri çıkarken merhametliliğiyle tanınan Külkedisi arkasına bile bakmadan prensiyle muradına erme yolunda ilerliyor.
Rus masalı Güzel Vasilisa’nın kahramanı da genç yaşta annesini yitiriyor. Babası tekrar evlendiğinde üvey annesi ile kardeşlerinin zulmüne maruz kalıyor. Ama Vasilisa saraydaki bir beyaz atlı prensin değil de ormanın derinliklerinde yaşayan bir cadının kucağına düşüyor. Vasilisa hareket etmeden önce hep annesinden yadigâr bir bebeğe danışıyor. Üvey ailesi Vasilisa’yı ateş gerektiği bahanesiyle Baba Yaga’ya yolladığında Vasilisa cadının imkânsız ödevlerini bebek sayesinde tamamlıyor ve ateş olarak kullanmak üzere gözleri alevli bir kafatası alıyor. Eve vardığında kafatası üvey anne ile kardeşleri uzun uzun süzüyor, ertesi sabah ise yakarak küle çeviriyor.
Hayatta tek arzusu baba sevgisi, tek hayali prensini bulmak olan Külkedisi bağımsızlıktan çekinen kadının sembolüne dönüşürken, Clarissa Pinkola Estés, Güzel Vasilisa’yı “kendi gücünün yönergeleriyle yürüme”yi öğrenişin hikâyesi olarak yorumluyor. [1] Masalın başında Külkedisi gibi iyi yürekli, saf bir genç kız olan Vasilisa annesinin sezgi gücünü temsil eden bebeği dinleyerek, Baba Yaga’nın ödevlerini yerine getirerek, korkmasına rağmen kafatasını bırakmayarak içgüdüsel benliğiyle bağlantı kurup olgunlaşıyor. Nihayetinde benliğine zarar verecek yıkıcı gölgeleri tanımayı öğreniyor, üvey ailesinin gerçek niyetiyle yüzleşiyor. Bu noktadan sonra da onlardan arınabilmek için yapılması gerekene, ölmesi gerekenin ölmesine izin verebiliyor.
Kardeşi Öldürme Dürtüsü
Çocukken yetişkinin kafasını çevirdiği anlarda kardeşe yapılan eziyetler eş dost arasında esprili sohbetlere konu olur. Kardeşini odaya kilitleyenler, sevme bahanesiyle sıkıp sıkıştıranlar, üstüne kaynar su dökmeye kalkanlar, hatta yastıkla boğmaya çalışanlar. Bunlar gülünecek çocukluk hali olarak anlatılsa da hikâyelerin temelindeki kardeş öldürme dürtüsü gayet gerçektir. Yeni bebek eskinin hükümranlığını elinden alırken “eski”, ebeveynin nazarında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Çocuk, bu tehditten korunmak adına ilk saldıran taraf olmak ister. Külkedisi’nin de, Vasilisa’nın da üvey kardeşleri sonradan çıkageliyor, ikisinin de “evin kadını” konumunu sarsılıyor. Üstüne üstlük aynı cinsten kardeşler, kızlar, aynı erkeklerin ilgisi için yarışıyor. Başlangıçta benzer bir kaderi paylaşan bu iki genç kadın şuursuz hareketlerle de olsa üvey kardeşlerini yok ediyor: Aschenputtel’in kardeşlerinin ayakları kesiliyor, gözleri çıkıyor; Vasilisa’nın üvey ailesi yanarak ölüyor.
Her ne kadar Külkedisi’yle Vasilisa bize saf nefreti anlatsa da, aslında kardeşler birbirlerine karşı aynı anda hem sevgi hem nefret duyarlar. Çocuk, doğmak üzere olan kardeşini, kısmen tekrar kendisiyle karşılaşacağına inandığı için büyük bir heyecanla bekler. Ama onunla birlikte “öteki”yle karşı karşıya olduğu algısı geliştikçe kendisini yok edeni öldürme arzusuyla dolar. “… Ancak bu öldürücülüğe bir kez direnildiğinde sevgi yeni bir biçimde geri gelir.”[2] Bir dönüşüm, “tersine çevirme” yaşanır ve şiddet, sevgi biçimini alır. Kardeşler arasında ileri yaşlarda da süren çatışmalı ilişki, bir yandan kardeşinden bunalma, bir yandan onsuz bir hayat tahayyül edememe, bu “atsan atılmaz satsan satılmaz” hali belki de çocukluktaki bu çift değerli duygunun insanın üstünden kalkmayan gölgesidir.
What Ever Happened to Baby Jane? de hayatları boyunca birbirlerine duydukları sevgi ve nefret hislerini çözümleyemeyen iki kız kardeşin hikâyesini anlatıyor. Sıradan bir aile düzeni içinde Blanche zaten kardeşi Jane’i yerini aldığı için istemeyecek, onu yok etmeye çalışacak. Ama üstüne üstlük Jane ülke çapında “bebek” olarak tanınan, yeteneğiyle herkesi büyüleyen bir kardeş. Blanche, Robert Aldrich’in sahnelerinde sadece mecazen değil, gerçekten gölgelerden seyrediyor ailenin bebeğinin alkış tufanına tutulup sevgi seline kapılmasını.
Kardeş yüzünden varlığı silinen büyük çocuk içgüdüsel olarak kardeşini öldürme tepkisi veriyor ama bir yasakla karşılaşıyor: “Erkek kardeşin Habil’i öldürmemelisin. Öldürmek yerine kardeşini (komşunu) kendin gibi sevmelisin. Şiddet sevgiye dönüşmelidir.” [3] Kardeş nefretinin eyleme geçirilmemesini emreden, bu yasayı koruyan anne, Blanche’a küçük yaşta bunu aşılamaya çalışıyor. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Jane’in yıldızı sönüyor, Blanche müthiş bir üne kavuşuyor. Jane filmlerde artık sadece Blanche stüdyoya karşı kardeşini kolladığı için oynayabiliyor. Ama bu gerçekten de küçükken duyulan nefretin sevgiye dönüşmesi mi? Kendisine psikolojik şiddet uygulayıp zulmeden üvey ailesini prensle evlendikten sonra saraya, yanına alan “Disney Külkedisi” misali Blanche da çocukluğunda babasını elinden alan Jane’i aslında merhametle öldürüyor. Küçük bir çocukken istediği zaman istediği kadar dondurma yiyebilen, büyüklerine kulak asmak zorunda olmayan kızın hayatı ablasının bir sözleşme maddesine bağlı oluyor. Jane, ablasının avucuna düşüyor. Abla, kendini yerinden eden kardeşi tahtından indirerek hiçe indirgemeyi, yok etmeyi başarıyor. Bu yüzden, belki de ölümün mutlaklığını anlayamayan bir çocuğun kardeşini yastıkla boğmaya kalkışması gibi Jane, sarhoş olduğu bir gece ablasını arabayla ezerek kötürüm bırakıyor.
Blanche yirmi yedi yılın ardından yıldızı sönmüş, bir odaya hapsolmuş haldeyken bile hiçbir zaman yasa koyucusu olmayan Jane nefreti sevgiye, şefkate dönüştüremiyor. Ona muhtaç kaldığı, kendisiyle birlikte onun da evde çürümesine sebep olduğu için Blanche’a içerliyor; başarısızlığından onu sorumlu tutuyor. Bu öfke, ablasını kötürüm bırakmış olmanın suçluluğu, otuz yıl boyunca bu suçluluk hissinin vücut bulmuş haliyle bir evde kapalı kalıp ona bakma zorunluluğu… Kimsesizlik, unutulmuş, yaşlılık… Zaten dengesiz olan Jane uçurumun kenarından yuvarlanıyor. Ablasına yemekte evcil kuşunun leşini servis ederken aslında her şeye rağmen zarafetini koruyan, neşesini yitirmeyen Blanche’ı da kendi karanlığına çekmeye çalışıyor. Ablası da onun kadar mutsuz olsun, ablası da onun kadar perişan olsun, onunla kardeşçe duygular içinde olsun istiyor.
Başta eşek şakası biçimini alan bu sapkınca yakınlık kurma çabası Jane’in psikozu içinde elbette sınırları aşıyor. Bir kez daha ablasını öldürmeye kalkışıyor Jane ama bu seferki cinayet teşebbüsüyle sadece sembolik olarak değil, kelimenin gerçek anlamıyla da onun yerini almayı planlıyor. Ablasını yavaş yavaş öldürürken kendisi de yavaş yavaş onun imzasını atmayı, onun sesiyle konuşmayı öğreniyor. Kurbanının kanını emen bir vampir ya da hayat ışığıyla beslenen bir cadı misali, ablası güçten düştükçe kendisi dinçleşiyor. Filmin sonunda Blanche’ın sahilde aç susuz, güneşten kuruyup solmuş halde yaptığı itirafla tüm dinamik bir anda değişiyor: Esasında Blanche kardeşini ezmeye çalışırken kendini kötürüm bırakmış, sarhoş Jane korkuyla kaçtıktan sonra da onu itham etmek için sürünerek arabanın önüne geçmiştir. Az sonra, kumsalda kalabalık çevrelerini sarınca kendisini seyretmeye geldiklerini sanarak fırıl fırıl dönmeye başlayacak olan Jane, filmin belki de en vurucu cümlesini sarf ediyor: “Yani bunca zamandır aslında arkadaş olabilir miydik?”
Blanche’ın kardeşini öldürmek istemesinin sebebi Jane’in o gece partide Blanche’ı konuklarına aşağılaması. Çünkü Blanche, sonradan çıkagelip spot ışığını üstüne çeken kardeşinin bir kez olsun ablasına saygı göstermesini istiyor. (Baby Jane’in çekim sürecinde başrol oynayan iki kadının birbirlerine olan düşmanlığını anlatan Feud dizisinde Joan Crawford karakteri de Bette Davis için, “Ondan bugüne dek istediğim tek şey bana saygı göstermesi oldu,” diyor. İki kadının gerçek ilişkilerinin filmde canlandırdıkları kız kardeşlerin ilişkisine yakınlığı gerçekten tuhaf.) Blanche’ın acımasızlığa şefkatle yanıt vermesinin ardındaki gerçek bir anda aydınlanırken Jane’in bu yürek dağlayan sözü aslında kardeşlerin birbirlerinin desteğine, sevgisine, kardeşliğine ne kadar muhtaç olduklarını gösteriyor.
Kardeşe Sığınma İhtiyacı
Elbette her kardeş birbirinden nefret etmez. Birçokları için yerinden edilmenin yarattığı çocukluk travması aşılır, çözülür. İlişki karmaşık olmayı sürdürse de, özellikle yaş ilerledikçe ve aile büyükleri kaybedildikçe kardeşler birbirlerinin sığınağı haline gelir. Belki birkaç dost harici çocukluk yıllarımızı, aile hayatımızı bilen tek kişiler kardeşler kalır ve dünyayı kasıp kavuran fırtınaların göbeğinde bize dayanak olur, ayağımızı yere sağlam basmamızı sağlarlar.
Baby Jane’de fırtınaları iki kız kardeş çıkarırken Biz Hep Şatoda Yaşadık’taki kardeşler tam da bu şekilde birbirlerine sığınak oluyorlar. Tüm ailesi bir felakete kurban gittikten sonra ablası ve hasta amcasıyla baş başa kalan Merricat Blackwood kendini dünyaya kapatıyor. Aslında ailesi hayattayken de neredeyse herkese ve her şeye öfke duyan Merricat, korunaklı evlerinde sürdükleri yaşamı dış dünyaya karşı kilitler ve tılsımlarla koruma ihtiyacı duyuyor.
On yedi yaşındaki Merricat de, Blanche ve Jane Hudson gibi baskın bir babanın yanında etkisiz bir anneye sahip; ama aktris kardeşlerden farklı olarak, o nefret etmek yerine ablasını anneyle karıştırıyor, yasa koyucu olarak Constance’ı belliyor. [4] Köygöçüren mantarı gibi birtakım tuhaf zevkler, çoğunlukla kedisiyle baş başa kalmayı içeren oyunlar dışında hiçbir şeyden hoşlanmayan Merricat, içindeki fırtınayı kendini Constance’a zincirleyerek dizginliyor. “Şato”larını adeta bir kaleye dönüştürüyor ve bu küçük, tuhaf aileden başka kimseye ihtiyaç duymuyor. Yemekleri yapan, evi bir anne gibi çekip çeviren kişi Constance olsa da felaketten sonra ruhen zayıf düştüğünden o da manevi destek için Merricat’e ihtiyaç duyuyor. Böylece Blackwood kardeşler, mecburiyetten bir eve kapanan ve birbirlerinden kurtulmak için sabırsızlanan Hudson kardeşlerle kusursuz bir tezat oluşturuyor.
Hal böyleyken Merricat için “yeni gelen bebek”, bir günde kaleyi istila ediveren Kuzen Charles sayılıyor. Constance, vekil anne, giderek bağımsızlaşıyor, daha doğrusu kardeşinden kopup Charles’a bağlanıyor. Merricat, beklenmedik bir anda çıkagelip Constance’ın tüm ilgisini üstünde toplayan kuzenine istenmeyen kardeş muamelesi yapıyor ve “histeriğin, duygusal açıdan davetsiz misafiri kabul etmeye gücü yetme”diğinden onu, “farklılığı” kovmak [5] için elinden geleni ardına koymuyor. Merricat tılsımları, sihirli sözcükleri, türlü numaraları etkisiz kalınca eski düzene dönebilmek için Jane gibi, uç bir çözüme başvuruyor. Evini, koruyabilmek için yakıyor.
Daha sonra öğreneceğimiz üzere, Merricat’in öteki düşmanlığının en aşırı örneği değil bu yangın. Merricat’in ablası dışında insanlara duyduğu hınç inanılmaz şiddetli. Her alışverişe gidişinde kasabalıların cesetlerini çiğnediğini, başlarına bin türlü felaketin geldiğini hayal ediyor: “Kelimeler boğazlarını cayır cayır yakacak ve midelerinde aynı anda bin tane yangın çıkmış gibi acıyla kıvranacaklar.”[6] Ev halkı için temennileri ise aksine bir o kadar şefkatli ve çocuksu: “Bugün kanatlı atım geliyor, hepinizi Ay’a götüreceğim, Ay’da gül yaprakları yiyeceğiz.”[7] Yani Merricat için ablası öldürülmesi, etkisizleştirilmesi gereken bir hasım değil, bilakis dünyadaki herkes yok edilirken sırtını yaslayabileceği bir dayanak. Öyle ki, Külkedisi istemsiz, Jane istemli bir şekilde ablalarını yok ederken Merricat, Constance dışında tüm ailesini zehirliyor. Üstelik ölümün mutlaklığını anlamayan küçük bir çocuk gibi, sadece cezalandırılıp akşam yemeği yemeden odasına gönderilmesinin hışmıyla.
Merricat tüm Blackwood gururuna rağmen ablası ve kendisi dışında herkesi –annesini de kahvenin sahibi kadını da– aynı kefeye koyuyor. “Psikopat, şatonun efendisi olmak için herkesin aynı düzeyde olduğu bir dünyada yaşamak zorundadır.”[8] Ama elbette, ne olursa olsun ablasıyla ilişkisinde de birbirlerini eşit görmüyor. Sonradan gelen kardeş olmasına rağmen, belki kendisinden de sonra bir erkek kardeş gelerek onu tahtından indirdiği, en özelliksiz ortanca kardeş konumuna soktuğu için kendini Ay’ın efendisi sayıyor. “Tapılası Mary Katherine’imizin önünde eğilin.” [9] Nitekim Merricat, akşam yemeğinde aile büyükleriyle beraber henüz bir çocuk olan Thomas’ı da zehirlemekten hiç çekinmeyerek yine bir kardeş katiline dönüşüyor.
***
Sayıca fazla denilemez belki ama edebiyata damgasını vurmuş başka önemli kız kardeşler de var. Alcott’ın March, Austen’ın Dashwood ve Bennet, Atwood’un Chase, Williams’ın Dubois, Eugenides’in Lisbon ve Çehov’un Prozorov kardeşleri bunların başında geliyor. Sinemada da –aslında kısmen Hudson ve Lisbon’lar gibi kitap uyarlaması olsalar da– Chinatown’daki gibi birtakım çarpıcı kız kardeş hikâyeleri sayılabilir. Bunlar kardeş çatışmaları, anlaşmazlıkları, hasetleri içerse de genelde günün sonunda kız kardeşlerin birbirine yaslandığı, en kötü ihtimalle birbirlerine mesafeli durdukları hikâyeler. Oysa Baby Jane ile Şato insan ruhunun daha derinlerine iniyor, Külkedisi ile Vasilisa gibi masalların yazıldığı daha eski zamanlara dönüyor, daha ham duyguları ele alıyor. Bizi yüzleşmekten korktuğumuz karanlık bir dürtüyle, Kral Oidipus efsanesinin göz ardı edilen kısmıyla, kardeş katliyle karşı karşıya getiriyor.
Kral Oidipus’un çocukları/kardeşleri, krallığı paylaşamadıkları için birbirlerini öldürüyorlar. Gerçekten de güç, toprak, hükümdarlık adına kardeşlerini, çocuklarını öldüren erkeklerle doludur dünya tarihi. Ama Aschenputtel’de, Baby Jane’de ablaya verilen zararın ardında somut bir güç kazanımı yatmıyor. Evet, prensle evlenen Külkedisi oluyor, Jane ablasının yerine geçmeye çabalıyor ama kardeşlerinin canlarını acıtma güdüsünün altında aslında haset ve intikam arzusu yatıyor. Merricat de bir yandan ablasını bağışlarken bir yandan erkek kardeşi dahil olmak üzere tüm aileyi benzer hislerle katlediyor. Böylece bu metinler insanlığın özüne iniyor; en başa, Kabil ile Habil’e, Yusuf’a dönüyor ve sihirli ayakkabılar, hayvan leşleri, köygöçüren mantarları aracılığıyla kardeşliğin karanlık yüzünü, kardeşin kardeşe yapabileceklerini, yapmasa bile yapmak istediklerini hatırlatıyor.
Notlar:
1- Clarissa Pinkola Estés, Kurtlarla Koşan Kadınlar, çev. Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları, s. 125
2- Juliet Mitchell, Kardeşler: Cinsellik ve Şiddet, çev. Pınar Padar, Billur C. Yılmazyiğit, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 3.
3- Age, s. 44.
4- Age, s. 63.
5- Age, s. 146.
6- Shirley Jackson, Biz Hep Şatoda Yaşadık, çev. Berrak Göçer, Siren Yayınları, İstanbul, 2017, s. 26.
7- Age, s. 77.
8- Kardeşler, s. 27.
9- Biz Hep Şatoda Yaşadık, s. 121.