A password will be e-mailed to you.

Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14.İstanbul Bienali. Bienallerin her geçen gün arttığı, arttıkça büyüdükçe ve her seferinde bir Star tarafından küreyt edildikçe çoğalan endişelerimizi gözden geçirtircesine üstelik…

Denizi,sonsuz olanı düşün artık. 

Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak, 

Güzelsen soyabilirsin çırılçıplak; 

Oradayım hep ben, orada derinde, 
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.

 Ahmet Muhip Dranas

 

Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14.İstanbul Bienali.

Bienallerin her geçen gün arttığı, arttıkça büyüdükçe ve her seferinde bir Star tarafından küreyt edildikçe çoğalan endişelerimizi gözden geçirtircesine üstelik…

Geçtiğimiz Venedik Bienali’ni deneyimlerken -bu fiili sevmesem de sevimsizliğiyle tecrübedeki aşkını içermemesiyle özellikle kullanıyorum-, fark ettiğim artık bütün bu para ve sermaye ve işte kişiden ziyade kurumların işin içine girmesiyle bienalin de bir İş/Business olmasıyla bir makine yarattığımızdı.

Bu makineyi deneyimlemek ise imkansızdı.

Eğer bir makine değilsek.

Hatta onun düşünü görmüştüm arkadaşımın otel hakkım bitip de sığındığım evinde.

Bienali gezen makinaların Venedik neminden bozulmalarıyla uyanmıştım.

Bir espressoyla kendime gelmiştim.

İşte Venedik’te de tecrübe ettiğimiz bu büyük makinaya zıt insani, deneyime açık ve uçuk, İş’in içine görünmeyen, denizin altında işleri ve kapısı kapalı mekanları dahil eden bir sergi var karşımızda ne mutlu ki…

İş değil de sergi ve bienal gibi duruyor bu yüzden.

Eskisi gibi…

Eskilerden onun gibi olan Paolo Colombo’nun Tutku ve Dalga’sını anımsatıyor.

Eskisi gibi, İstanbul bütün heybeti, dekadanlığı, suçlulukları, suyu ve en mühimiyle sesiyle başrolde.

İstanbul sabitlenmeye çalışılan bir imge değil bu kez… Hatırlattıkları, geçmiş zaman hikayeleri ve bir kültürel işaret ve bir psikolojik gölge gibi işlerin içinde, işlerin rehberi, işlerin susturucusu, işlerin tetikçisi.

Açık, onlarca pencereli ve imgeli, her sanat eserini bir filtreyle önce kendimizin sonra herkesin ve tabii ki instagramın kıldığımız yetmezmiş gibi iki boyutlu bir görünürlüğe tedavül ettiğimiz zamanlarda yakalanması güç imgeleri olan bir bienal, başka tür bir varoluş sergiliyor Tuzlu Su.

O yüzden ender bir şekilde filozofik…

Agamben’in ‘çağdaşlık, evrenin genişlemesiyle görmemizin mümkün olmadığı başka gezegenlerin ışıklarını görmektir’ deyişini hissettiriyor.

İstanbul’un şimdisine, İstanbul büyüdüğü için görmediğimiz görmekten vazgeçtiğimiz, ulus devlet olmak için kör kaldığımız geçmişlerin, gezegenlerin ışıklarını gördürüyor.

Büyükada’nın dekadan köşkündeki Ed Atkins videosundaki bireyden ne farkımız var bu tarihin ve bu kentin içinde?

Hangimiz Ed Atkins’in Fellini’ye zıt bir anlayışla mitleştirdiği yatağının içinde yatarken bir delikte kaybolan dünya dışı, mekan dışı zaman dışı kahramanına benzemiyoruz ki?

Ve belki de bu kahraman, en çok Dante’nin İlahi Komedyası’nı hatırlatarak, katmanlı mekansızlığı, trajedi içindeki kaybolmuşluğuyla yakınması ve olmayan bir yere gitmesiyle izleyicinin en çok özdeşleşmeye açık kahramanı.

Maruz kaldığımız göçmen fotoğraflarıyla, gofret alarak kendimizi kandırdığımız mülteci dilencilerle, Suruç katliamını unutuşumuzla, iç savaşın yeniden hareketlenmesiyle o yatakta hep düşüyor da düşüyoruz.

Büyükada’daki konuşmasında Orhan Pamuk sordu Bakargiev’e mikrofonunu teslim ederken “sanat bütün bu sorunları çözebilir mi?”

Yanıtı yine Büyükada’daki Kentridge’in filminde olabilir.

Troçki rolünde William Kentridge’in sekreterine yazdırdığı yazılara rağmen sular altında kalacak olması, gündelik politik krizlerle kendi krizlerimizi ertelediğimiz, unuttuğumuz bu coğrafyada bu şehrin pek çok defa sular altında kalıp tuzlu suyun kaldırma kuvvetiyle pek çok defa kalktığını yine kalkacağını müjdeliyor adeta.

Deniz Gül’ün şiltesine uzanıp işaretler oldukça kaybolmamanın-define avcıları sağolsun-  mümkün olduğunu kendimize hatırlatabiliriz. Tıpkı Aslı Cavusoglu’nun kıymetli kırmızı böcek boyasıyla ürettirdiği resimlerin yerinde bir gün gelip yeller eseceğini bilmek gibi… 

İşlerin çoğunun içindeki Ses bu zamanaşırılığının en güçlü destekçisi.

Francis Alys’in siyah beyaz Ani’de çektiği filmde de, Cevdet Erek’in otoparkında da, Susan Philipsz’de de, Kentridge’in Seyyun Hanım vokali, Georgia Sagri’in farklı dinlerden müzisyenleri aynı anda çalıp söylemesini sağladığı beste, Aya Triada Ermeni kilise korosu gibi…

Gece yarısı şiir okumaları toplantıları, sabaha karşı çıkılan tekne turlarındaki caz sessionlarıyla elle tutulan gözle görülmeyebilecek eserleri bir araya getirerek, piyasaya gömülmüş çağdaş sanat dünyasına kuvvetli bir öneri, bir bakıma bir temenni 14. İstanbul Bienali.

Her şeyin aslında fikirle başladığını, isterse eserle devam edebileceğini kulağımıza küpe ediyor. Baştan, a priori tam olarak gezilmesinin mümkün olmadığının altını çizen bir bienal… Fikriyle de gezilebilir olduğunun…

Hala satılık olmayan şeylerin, sesin, şiirin, tedavülü imkansız imgelerin olabileceğini olsa olsa düşüncenin bir forma sahip olabileceğini idida ediyor. Görünmeyenin peşine düşmesiyle, sekülerlik gibi bir iddia taşımamasıyla, inançlı inançsızı aşkınlıkta buluşturmasıyla, eser ve galeri odaklı, piyasaya göz kırpmak gibi dert taşımaması ve bu şehirle analitik bizim kendimizle, bastırdıklarımızla psikanalitik ilişki kurmamızı sağladığı için şükran. Lakin bu bir monarşi ve belki de bu yüzden bunu yapması mümkün ironik bir şekilde.  Bakargiev krallığı kesinlikle Shakespeareyen nitelendirilmeyi hak ediyor.

Monarşinin ayak sesleri nelerde saklı listelemem gerekirse…

-Robert Smithson’ın arazi sanatından küratörün elleriyle topladığı taşlarda…

-Troçki’nin küratöre ait Osmanlı baskısı kitabında…

-Füsun Onur’dan ödünç aldığı Bedri Rahmi’nin bir resmini genç sanatçının- Elmas Deniz- yanına getirişinde…

-Fahrünnissa Zeid’i aborjin sanatıyla öpüştürüşünde…

-Bienal öncesi Aborjin halkının mücadelesini Anadolu halklarıyla "bağlamak" istiyorum dese de bize göre düğümlemek arzusunda …

 -İtalyan ressam Volpedo’yu Taner Ceylan’a kopyalatarak, Ceylan’ı dışlayıp ellerini bienale dahil edişinde ama feminist Teosofist  Annie Besant’ın çizimlerini kime kopya ettirmesine rağmen kime kopya yaptırdığını belirtmeyerek kataloğa şöyle not düşüşünde: “… ve onları kopyaladı.”

-Orhan Pamuk’un hiç de ilginç olmayan resimlerini cam altı muhafaza edişinde….

-Her şeyi kendine göre ölçüp biçmesi ama basın toplantısında hiç iş seçmedim, seçmek fiilinin iptalini talep edişinde…

-Türk bilimadamlarını gri takım elbiseleri sayfalarca anlaması imkansız notlarıyla ünlü feminist kuramcılarla, zengin evlerine yaptığı dikey bahçeleriyle krokodil ayakkabılar giyen Fransız bahçeciyle panellerde yan yana getirişinde…

-Splendid Otel’in göbeğindeki o harikulade serin avluda sinestetik mutfak anlatan bir Amerikalıya sözü verişinde… Ne renk yemeğin üzerimizde ne etki yaptığını hakikaten merak etmemizi sağlayışında…

-Küratörün kuramcı, bilim adamı, gurme, bahçeci gibi personalarla birlikte yer aldığı panellerde onlar hızlı konuştuğunda lütfen sözüne başvurmadan “daha yavaş” demesinde…

-Art Nouveau akımıyla biyomimarlık arasında hortlattığı ekolojik hassasiyeti gereği sergilediği Karl Blossfeldt fotogravürlerinde…

Aborjinlerin sanatını göstermekle yetinmeyip bana göre son derece mahrem kalması gereken Avustralya hükümetiyle yaptıkları yazışmalarını seyirlik hatta meta hale getirişinde…

Sergideki bu belgeler bile başlı başına denizin altına dahi iş yerleştiren Pierre Hughe’i davet eden küratörü, küratriçe olarak anmamız için yeter.

Hele rehberlerin İstanbul Modern’in bu işlerin olduğu yeri “burası da Aborjin köşesi” diye anlatmaya koyuluşları..

 İşte bunlar hep Krallık. Kaldi ki Bakargiev monarşisine itirazım yok. Zaten hiç yaşamadığın bir ülkenin kalbinde büyük bir sergi yapmanın demokratik olamayacağına yıllar içinde defalarca tanık olmadık mı?

Belki de Dali haklıydı. Ölmeden önceki son sözlerinde:

“Yaşasın Kral, Yaşasın Monarchia!”

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 13:41:10