A password will be e-mailed to you.

Roger Rotmann, Philosopher ou Faire l’amour adlı son kitabı Grasset yayınlarından çıkan yazar, filozof Ruwen Ogien ile aşk üzerine konuşuyor. Selman Akıl’ın titiz çevirisiyle…

İsyan bugün sıklıkla gündemde olan bir konu ve eğer bu “isyancı” sınıfında bir filozof arıyorsak bu sınıfa en uygun isimlerden biri Ruwen Ogien olmalıdır. Bütün ideolojilere ve katı bir konsensüs oluşturmuş geleneksel ahlaka karşı durmak, bu duruşla birlikte aynı anda şen bir pratik, bir oyun kurgusu, biraz saygısızlık ve yıkıcı bir mizah gerektirir. Yeni denemesinde, bu defa, Ogien böyle bir ikilemi nasıl yanıtlıyor acaba? Kabaca söylersek: bir aşk felsefesi için Platon, Kant ya da Sade üzerine mi eğilmeli etraflıca, yoksa sevmek ve sevişmek üzerine mi? 

 Roger Rotmann: Kitabın, kendini “aşk felsefesine bir davet” olarak sunuyor. Bu son zamanlarda “garip bir şekilde çoğalan aşkı kutsamalar ve aşka övgü” yaklaşımlarından aynı zamanda bir kaygı ve tiksinme duymandan kaynaklanıyor olabilir mi?

 Ruwen Ogien: 17. yüzyıl ahlakçıları, tüm zamanların natüralistleri ve çağdaş feministlerin etkisiyle aşk felsefesi bir şüpheci ekol haline dönüşmüştü. Aşkı felsefi olarak incelemek onu en başta içi boş, aldatıcı, ideolojik ve çoğu yerde genel geçer, kadınları kurtarıcıları olacak “beyaz atlı prenslere” inandırmak karakterinden sıyırmak anlamına geliyordu. Ama kaç zamandan beri bu şüpheciliğin modası geçti. Bazı filozoflar, hem de iyi bilinenleri, aşkın erdemlerini yeniden keşfetti ve bunları kutsamak için birbirleriyle yarışır hale geldi.(1)

İlk bakışta, bu düşünürlerin dile getirmeyi istedikleri şeyin aşka övgü çerçevesinde modern bireyciliğin üstesinden gelmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarz bir bireycilik toplumsal bağların yıkımına, öteki için kaygılanmanın yok olmasına, birlikte bir yaşam için genel isteğin zayıflamasına, sanatın ve düşüncenin en ince biçimlerine olan saygıdaki giderek artan düşüşe göndermede bulunuyordu.(2) Dünya için varsaydıkları bu durum (sosyolojik gerçeklikle illa ki bir bağının olması gerekmeden) onlar için içler acısı ve zaruri olarak düzeltilmesi gereken bir durum: ötekilerle olan “bağları” yeniden kurmak gerekir, “umarsızlaşmış” ruhları yeniden değerli kılmak, yurttaşların kalplerine güzel şeylerin tadını, görüntüsünü, kalıcılığını, sadakatini yeniden yerleştirecek şeyleri cesaretlendirmek gerekir.

Bütün bu bakış açılarından bakınca aşk biricik bir ideal çare olarak görünüyor. Bu canlandırıcı söylem kuşkusuz savunulmaz değildir. Ama bu bize aşkın sadık, direnen ve uzun süreli çift fikrine esaretin dışında da algılanabilir olduğunu mükemmel bir şekilde unutturabilir. Daha da ötede, aşka böylesi övgüler cinsel özgürlüğün modern algısına karşı çıkmaya da hizmet eder. Muhafazakârlar örneğin aşkla birlikte seksi, seks için sekse yani aşkı özgürleştirmeye tercih ederler, çünkü onlar için sadece aşk cinsel ilişkileri psikolojik olarak tatminkâr ve ahlaki olarak “saygın” kılabilir.  “İnsanlığın saygınlığı” adına aşkın çapkınlık biçimlerine yöneltilen bu eleştirilerin püriten karakterini reddetmemek bana zor gelirdi. Şunu diyebilirim; açıkça bu eleştiri deneysel bir destekten yoksun: Aşk, cinsel arzuyla karışıp basitliğini ve açıklığını kaybettiğinde aşksız seksin psikolojik olarak aşkla yapılan seksten daha az doyurucu olduğu net olarak ileri sürülemez. Bu durumda aşk cinsel arzuyu yasaklamaya bile alet edilebilir. Teoriler, özellikle freudçuluğun terimlerinden paradoksal olarak esinlenenler, “anne” figürü (aşk bakımından) ve “fahişe” figürünün (cinsellik bakımından) arasında bir  uzlaşma olabileceğini düşünmeye kesin bir şekilde karşıt olanlar böyle bir eğilimi sergiliyor. 

 ÖZCÜLÜK VE TEPKİ

 Brigitte Fontaine’nin bir şarkısının sözlerini hareket noktası olarak seçiyorsun: “Kaval: aşk, aşk, aşk/ Hep aynı eski masal / Fareli köyün kavalcısı aşk / Safları ona hep inanır.” Bu sorunu zaten çok önceden çözülmüş olarak görmek anlamına gelmiyor mu? Diğer taraftan kendine daha başka bir amaç veriyorsun “aşk fikrini hapsedildiği aklın hücrelerinden kurtarıp özgürleştirmek.” Sonuçta peki aşk fikrini kurtarmalı mıyız yoksa onu olduğu gibi saflara mı bırakmalıyız?

 Hiçbir ayrıcalığı yok Brigitte Fontaine’nin şarkısının. Bu şarkı “umutsuzların” aşk vizyonuna ait,  konu popüler şarkılarda belki de konuya dair felsefi düşünceden bile çok daha derin olarak yaygın. Bana kalırsa bir ironi yapıyor burada Brigitte Fontaine, burada söz konusu olan aşk değil ama bu konudaki en yaygın algılayışımız; yani benim iyi düşünülmeden yapılandırılmış olduğunu söylediğim aşk üzerine temel fikir ve sezgiler: Aşk her şeyden önemlidir; hiçbir şey sevilmenin yerini dolduramaz; mantıklı bir açıklaması yoktur aşkın; iyinin ve kötünün ötesindedir aşk; aşka emir verilemez; sonsuz olmayan aşk hakiki aşk değildir gibi. Benim amacımsa, diğer taraftan, burada durmak değil, daha çok bu düşünsel prangaları aşılabilecek bir aşk algısının mükemmel bir şekilde yeniden düşünülebileceğini göstermek. Bu bağlamda, ben sadece yeni olası yolları işaret ediyorum: çiftten çok-aşklılığa geçiş (aynı anda ve aynı yoğunlukta birden fazla kişinin sevilebileceği prensibinden çıkan bir pratik), biseksüel ve trans-cinsel arayışlar tarafından baskın heteroseksüel aşkın sorunsallaştırılması, “no sex” ya da sonucu katlanılmış bakirelik, cinsel sözleşmeler kuşağı (sadomazoşist ilişki, fahişelik vb.) yeni iletişim modeliyle gelişen internetteki tanışma siteleri üzerinden oluşmuş yeni “cinsel piyasa.” Sosyologlar bu yeni pratiklere “müzakere edilen cinsellik”(4) adını veriyorlar. Bunlar eskilerinin yerini kapmış yeni aşk biçimleri olarak savunulabilir. Aşkın geleneksel tanımlarında (aşkın şu olması ya da bu olması gerekir gibi) yer alan özcülüğü, aşkın temeline dair fikirlere karşı tepkisel bir kullanım olarak, (bu fikirler çoğu zaman geleneksek biçimiyle heteroseksüel aileyi meşrulaştırmaya hizmet ederler) pratik olarak bir kenara atma biçimleridir.

Hayal kırıklığına uğratma riskiyle aşka bir tanım vermeyi reddediyorsun. Böylesi bir yöntem tepkisel bir eğilimi beslemek adına arındırılmış ve sağlam nasıl görünebiliyor?

 Aşkın “gerçek doğasını”, onun “özünü” açıklama niyetiyle ileri sürülecek bir tanım doğru bir sonuca ulaşmayacaktır bana göre. Aşkın zaten çok sayıda birbirleriyle yarışan tanımlamaları (örneğin “aşk sahip olunmayan şeyi vermek istenilmeyen bir kimseye vermektir”; “aşk farklılıklardan çıkan dünyayı deneyimlemek ve onu yaşamaktır” ve daha da soyut daha birçok tanım) söz konusu, bu tanımları kendi aralarında geleneksel felsefi bir metotla yontmanın imkânsızlığı beni bu kanıya vardırdı. Doğrusu, elbette bunlar sonsuz sayıda değiller ve hiçbir şey bir takım kriterlerle bunlar arasından en kötüleri eleyip böyle bir araştırmada ayakta kalanları muhafaza etmeye engel değil. Ama buna karşın aşkın herkes tarafından onaylanabilecek bir tanımın yapılmasının mümkünlüğüne dair şüpheciliğimi korumam için hala yeterince neden var. Bazı noktalarda bana rasyonel bir araştırmayla yeterince açık görünen bazı tanımlamalara karşı duruyorum: örneğin tanıma odaklı(“ sevmek, öteki için iyiyi istemektir ” ve duygulanım odaklı (“sevmek, ötekinin orada oluşundan haz almaktır”). Bunuysa bu iki tanımlamanın da kusurlu olduğunu göstermek için yapıyorum. Ötekinin iyiliğini istemeksizin de onu sevebiliriz mesela ya da bir kimseyi onun orada oluşundan haz almaksızın da sevebiliriz. Temelde reddettiğim şey aşkın “doğru” tek bir algısının olacağı fikri. Bu fikir Platon’nun meşhur Şölen’ine kadar gider: Hakikat, açık bir şekilde Sokrat’ın ağzından çıkıp kendi aşk üzerine tanımlamalarını yarıştıran diğer misafirlerin söylediklerini mıhlar. Benim tepkim bu noktada ortaya çıkıyor, bu tek hakikate dayalı anlayış aşka dair bütün bir tarihi dışladı ve aşkın yeni biçimlerinin gerçekleşmesinin olasılığını ortadan kaldırdı.

 

KUVVETLENDİRİCİ AŞK 

Genel olarak aşkın “daha çok diğer bütün duyguların kuvvetlendiricisi” olduğu hipoteziyle ilerliyorsun. Aşka dair sevimli tanım bu olamaz mı, diğerler tanımlardan daha dayanıklı?

Bahsettiğimiz tanıma odaklı ve duygulanım odaklı bu iki algılayış üzerine araştırmamda bu bağlamda mümkün olandan çok daha ötelere gittim. Duygulanım odaklı anlayış şöyle der: aşk hayranlığa ve tapınmaya dayalı saf ve mistik bir histir. Bu algılayış tanıma odaklı anlayışın aksine sevilen kimse üzerine hiçbir olumlu yön yüklemez. Ama nedir bu duygu? Bu herhalde bir ayak parmağı kırıldığında duyulan acı gibi saf bir duyu değildir. Tipik düşünsel nedenleri olan karmaşık bir duygu (aşağılanma duygusu, kaba bir köpekten korkma gibi) ve tipik davranışsal reaksiyonlardır (kaçma, sinirlenme gibi) bu. Bana göre aşk bu tipik nedenler ve davranışlardan kaynaklı basit bir duygu. Gerçekten de aşk haz ve acıyı, kaçma ya da birleşme arzusunu kışkırtabilir. Bundan dolayı aşkı kuvvetlendirici bir duygulanım olarak karakterleştirme eğiliminde bulundum. Ama bu bir aşk tanımı değil sadece sınırlarını gösterdiğim duygulanım odaklı tanımlamayı belirginleştirme.

 

Bütün olası âşıklara “fiziki, günü birlik, demokratik”; “kutsanmamış, sonsuzluk gerekliliğinden azade” neredeyse “müzakere edilen aşklarla,” aynı biçimi almış aşklarla tanışmalarını öneriyorsun. Bu tür bir yaklaşıma ilişkin tereddütler onun bir takım ahlakçılık dayatmasından; ama zaten böyle bir aşka olan sitemimiz onun yoğunluktan yoksun olmasından kaynaklanmıyor mu? Tutkunun tekelini ahlakçılara bırakmak ne kadar doğru?

Neden fiziki, günü birlik, demokratik, kutsanmamış, sonsuzluk gereğinden azade bir aşk antik çağın mutluluk fikrine göre oluşmuş, dinsel bir sonsuzluk fikrinden esinlenmiş ve yüksek perdeden düşünen bir elite ait bir aşk fikrinden daha az yoğun olsun?

Bana özellikle başarılı gibi gelen “prototip” kavramına biraz daha değinebilir misin? Antik felsefenin katılığını aşmak için kullandığın bir kavram, değil mi bu?

Bunun altında yatan fikir, adına aşk dediğimiz bir takım tipik imgelere sahip olduğumuz, aşağı yukarı bu imgeye yapışmış bir takım aşk biçimlerinin var olması. Biraz saçma bir biçimde şu veya bu aşk biçiminin bu imgelerle bağlantısıyla (bir çocuk için anne babanın aşkı örneğin) diğerlerine göre (kısa ömürlü bir etkilenme) daha aşktır. Bu fikrin başat entelektüel atfı bizi tüm ya da hiç (bu ya aşktır ya da değildir) kavramlarının tanımlarından az ya da çok kavramlarına (kısa ömürlü bir etkilenme anne ve babanın aşkından daha az bir aşktır ama yine de aşktır aynı zamanda) getirir.  Çağdaş psikoloji terminolojisinde de yer alan bu “prototip” kavramını Wittgenstein’a borçluyuz. Bu derinlemesine kavram analitik felsefeye de ait.

 

Sevilenin yeridoldurulamazlığı aşk felsefesinde merkezi yeri kaplar. Ama sen ne tasvircilerin ne de tarihsel-nedencilerin cevaplarından tatmin olmuyorsun. Sevilen gerçekten de “aşağı yukarı yeri doldurulamaz” olabilir mi? “Yeri doldurulamazlığın stratejik algısı” nedir?  

Gerçekten de modern semantiğin araçlarını eski bir soruyu yenilemek için kullanmayı denedim: bir kimseyi kaliteleri için mi severiz (güzelliği, gücü, zekâsı); en az bu kimse kadar kaliteli ya da belki daha kaliteli biri söz konusu olduğunda bu kimse hala yeri doldurulamaz bir kimse midir? Yoksa bir kimseyi bütünüyle kendine özgü biri olduğu için mi severiz, yani bu kalite özelliklerinden bağımsız olarak yeri doldurulamaz olduğundan? Bu indirgenemez karşıtlıktan çıkmayı öneriyorum “stratejik” bir “üçüncü yol” sayesinde. Asla yeri doldurulamaz değiliz ancak şantaj, kriz, tehdit, şiddet vb. toplumsal stratejileri kullandığımızda öyle olabiliyoruz. Bunun aşkın sinik bir vizyonu olduğunu söylemiyorum, ama yeterince gerçekçi bu.

1)   Alain Badiou (Nicolas Truong ile), Aşka Övgü, Flammarion,2009; Luc Ferry, Aşkın devrimi, Plon, 2010; Alain Finkielkraut, Aşk eğer sürseydi?, Stock, 2011; Allan Bloom, Aşk ve Dostluk, Le livre de poche, 2003

2)     Allan Bloom, Aşk ve dostluk, Le livre de poche, 2003

3)     Alain Badiou, “ Aşk, inatçı bir serüven” Le Monde 9 Kasım 2012

4)     “Müzakere edilmiş Cinsellik” Ethnologie française, no 3, Temmuz 2013

 

Ruwen Ogien, CNRS’de felsefe araştırma direktörü. Özellikle ilgilendiği alan ahlak felsefesi. Ogien ayrıca Centre Pompidou kültürel gelişim departmanı direktör yardımcısı.

Yazının orijinali ArtPress dergisi Kasım 2014’te yer aldı.

http://www.jukebox.fr/brigitte-fontaine/clip,l-amour-c-est-du-pipeau,sqs3f.html

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:27:05