"Wilde’ı Wilde yapan da kum tanesi olduğunu bilmesiydi…"
Özlem Ünaldı: Zımba gibi bir yaz geçirdik…
Sevinç Erbulak: Evet! Evet!
Bu yazın üstüne, sezona nasıl başlıyorsun? Bu sezon seyircimiz hangi projelerde görecek seni?
Şu anda net olan; Kumbaracı50′ de çalıştığımız proje: Bekleme Odası… Kumbaracı 50, mayıs ayının son günlerinde Yiğit Sertdemir’in yazdığı bütün oyunlardan oluşan bir karnaval haftası yaşattı seyirciye… Yiğit’in ilk yazdığı oyundan sonuncusuna kadar hepsini, ilk kastları yenileyerek tekrar seyirciyle buluşturdular. Bunlardan biriydi Bekleme Odası; Beyti Engin ve bana bu oyunu teklif etti. Çok büyük bir gururdu; çünkü ben Kumbaracı50’nin seyircisi olmaktan da gurur duyuyorum… Tiyatroda sahneye çıkmak benim için zaten harika bir şeyken, bir de hayal ettiğin bir yerde sahneye çıkmak bana çok iyi geldi. Bazı tiyatrolar için , “iyi ki var, bu olsun lütfen hayatımda” dersin ya… ve bu çok sayıda yer için hissedilemez bir duygudur; işte Kumbaracı50 benim için öyle yerlerin başında geliyordu… Yiğit’le çalışmak ayrı bir serüven, Beyti’ yle çalışmak ayrı bir serüven… Üç, çok farklı anlayışın oyuncularıyız…
Kumbaracı50’nin mayıs ayındaki neşeli takviminden önce röportaj yapmıştık. O halde seyirciye müjdeyi verebiliriz: Ekim ayından itibaren karnaval haftası oyunları devam ediyor!
Evet!
Televizyonda bir proje var mı?
Evet, televizyonda çok yeni başladığım bir proje var: Bebek İşi … Murat Akkoyunlu ile “Overlok ailesi” olarak girdik diziye… Nostaljik bir vosvosla “Hanımlar overlokçunuz ayağınıza geldi!” diye sesleneceğiz; çok komik ve eğlenceli olacak bence…
Bu yaz makro ve mikro düzeyde hepimiz için çok acayip bir süreç oldu. Bu yazın sonunda nasıl biri oldu Sevinç?
Çok farklı bir Sevinç değilim. Sadece bu yazla da ilgili değil, hem bu yaz hem bu yaşla ilgili belki… Yirmili yaşlarımdayken korktuğum yaşlara geldim; ama kendim geldiğim zaman o kadar da korkulacak yaşlar olmadığını anladım.
Kendi gözlerinle görünce korkun geçti.
Aynen öyle. Büyümek hiç de korkunç bir şey değilmiş. Hem yazın etkisiyle, içimden geçtiğimiz her şeyin etkisi hem de bireysel kararlarımla ilgili bu… Bu önemli kararlardan biri, çok geç kaldığımı düşünsem de yogaya başladım. O da beni çok dönüştürdü. Keşke daha önce başlasaydım…
Biz mesleğimiz gereği çok düşünüyoruz, ayrıntıları kurcalıyoruz, aynı anda her şeyi yoluna koymaya, düzeltmeye çalışıyoruz… Artık bu cümle benim için “çalışıyorduk” diye bitiyor. Şimdi biraz daha gamsız bir Sevinç var… Çözemedikleriyle daha barışık biriyim artık… Bu yaşlarımı sevmeye başladım.
Her yeni projeyi, kitabı, oyuncuyu, tiyatroyu vs. takip ediyorsun… Yeni şeylerin hep içindesin, bizim tanışmamız da öyle oldu… Meslektaşlarımızda sık rastlanan ego hastalığı sende asla yok; ben bunun baş şahidiyim.
İyi ki yok.
Bu hastalık hayatı kendin ve birlikte çalıştığın herkes için zorlaştırıyor. Diyelim ki hayatlarımız değersiz, çıkan işin rengini bozuyor… Bu hastalığa yakalanmış meslektaşlarımıza ne söylersin bu ayak bağından kurtulmaları için?
Ben de eskiden o hastalığa kapılmış olabilirim. Yargıladığım bir durum değil kesinlikle insanca bir şey… Çünkü zaten bir tek insanın hayatını zorlaştırıyor o da kişinin kendisi…
Kesinlike!… İnsani bir durum olduğunu kabul ederek anahtar cümleyi vereceğiz…
Milliyet Sanat’ın bir anketinde “bir daha dünyaya gelseniz ne olmak isterdiniz?” diye bir soru vardı. Birkaç yıl önce bu soruya “Çekov olmak isterdim, Oscar Wilde olmak isterdim, Savaş Dinçel olmak isterdim” derdim… Çünkü kalbime ve hayatıma dokunmuş isimleri düşünürdüm… Fakat şimdiki cevabım, sadece herhangi bir karınca olmak isterdim… İçten cevabım artık bu; çalışkan olduğu için falan değil, sadece basit bir karınca olmak istediğim için… Hem karıncaların merakımı cezbeden bir yaşam stili var…
Tadına baktın mı hiç?
Hayır
Ben de… (Yalan)
Ama onlarla çok uğraştım; kanat takmak vs… Sonuçta 90’larda çocuktum, yapmadığımız şey kalmadı.
Oralara çok girmeden ego konusunda döneyim. (Gülüşmeler) Söyleyeceğim tek şey; herkes kendinin bir kum tanesi olduğunun farkına varırsa hiç bir sorun kalmaz…
Zaten bence Wilde’ı Wilde yapan da kum tanesi olduğunu bilmesiydi…
Herkes başından geçen ve geçecek olaylara bir de buradan bakmayı becerirse hayat kolaylaşıyor. Ben dünyanın düşük yapan ilk kadını oldum, terk edilen ilk kadın oldum, evinden ölü çıkan tek insan bendim… Bunların hepsi insan özgü, sadece sizin başınızdan geçmiyor… Fakat şunu da biliyorum; insana bazı şeyleri ancak kendi öğrenebiliyor. İnsanların birbirine, öğrencilerine öğretemeyeceği şeyler var; bu da onlardan biri… Hiçbir şey anlamadan bir ömrü yaşayıp bitiren insanlar da var… Anlama özel bir şey… “Akışına bırakmak” benim için artık bir kitap adı değil de hayatın kuvvet veren bir yanı… Hayata artık daha kolay tahammül edebiliyorum. Tahammülsüzken kendimi benzersiz hissediyordum ama iyi ki benzersiz değilim… İnsan kendini hep ötekileştirmek istiyor, iyi bir anlamda tabii… Hepimiz kum tanesiyiz işte; hepimizin yeri kendine özel…
Gezi olayları sırasında sanatsal patlamalar yaşandı ve müthişti! Gezerken kuvvetli sanatsal söylemlerden biriydi. Peki seni etkileyen sanatsal söylemler hangileriydi?
Gezerken, Gezi’den çıkmış bir eserse tamamen hiçbir şey söylememeye dayalı bir eser… Bunun dışında mizah havuzuna düşen her şey benim için çok özeldi… Özellikle aklımda kalan… Anne-baba aralarında konuşuyor; baba, anneye diyor ki: “Bizim kızın birlikte biber gazı yediği biri mi var?”… “Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye” var… Benim için Gezi’ den çıkan her bir kelime sanat ürünüdür… Zaten hepsinin içinde aşk var… Gezi bence aşktır… Aşkın her türlüsü hem de! İlk defa yaşadığım ülke dünyayı değiştirdi… Biz eski kuşaklardan hep hikâyeler dinledik; anlayamadan. Şimdi ise bu Gezi masalının figüranları olduk; büyük bir şans…
Gezerken‘i az önce izledim; sokak lambasının altında oynuyorsunuz, seyirci ilk kez parkta tiyatro izliyor… Eserden biraz bahseder misin?
Gezerken, sadece şunu yapan bir eser: “Merhaba, bakın bunlar yaşandı. Bu olayları ben böyle yaşadım, sen nasıl yaşadın? Paylaşalım mı?” diye sohbet ediyor seyirciyle… Gezi, duymaya ve dinlemeye yönelik yeni kapılar açtı hayatımızda. Gezi’ ye kadar duymadan, anlamadan yargılıyorduk. Artık öyle değil. Nefret ediyor, eleştiriyor, ötekileştiriyorduk. İnkarlarımız vardı…Bence Gezerken bu anlamda bir şey söylememek üzerine yazılmış değerli bir eser oldu. 4 farklı yazar, 4 farklı bakış açısı: Özen Yula, Yiğit Sertdemir, Cem Uslu, Mirza Metin… Ben, Serkan Altıntaş, Sermet Yeşil ve Erdem Akakçe sahnedeyiz… Bu oyunda Toma konuşuyor; Toma dile gelmiş, daha ne olsun ki!
Hayatımda gördüğüm en tatlı tomasın…
Evet, öyle söylüyor herkes…
Artık hayatımızda “Geziden önce, geziden sonra” diye bir şey var yani… Özel bir tarihin karakterleri oluverdik… Çok kişinin hayatı değişti, çok kişi de değişimi bilmeden değişti… Bu sezon çok farklı bir sanatla ve hatta seyirciyle karşılaşacağımızı hissediyorum. Sen ne düşünüyorsun?
Bunu parklarda birebir yaşadığım için içim rahat. Seyirciler arasından “Sizi çok yalnız bıraktık, tiyatrodan çok uzak yerlerde durduk” diyenler oldu… Herkes sadede kendini ilgilendiren tehditlere tepki veriyordu. Artık her zaman her yerde birbirimize destek olacağımızı biliyorum. Müthiş doğumlar olacağını düşünüyorum; heykelde, sinemada, tiyatroda, şiirde… Olmalı diye düşünüyorum. Çünkü sanat kendi içinde zaten o kadar muhalif bir kavram ki 2013/2014 sezonunda tiyatroda bence bunu çok net göreceğiz. Gezerken bunun güzel örneklerinden biri…
Yeni dizilerin ilk bölümlerine göz attın mı? Standart iyice yükselmiş gibi görünüyor. Açıkçası ben “hep beraber bu işi güzel yapmayı öğreniyoruz.” diye sevindim. Sen ne düşünüyorsun?
Göz attım geneline. Bazıları gerçekten özel işler. “Umarım devam eder, bu işte gerçekten insan anlatılıyor.” dediğim işler var… Artık temcit pilavı olmuş hikâyelerden kurtulmaya başladık galiba… Tabii ki yepyeni ve her şeye açık bir oyuncu kuşağı geliyor, bunun da büyük etkisi var. Bu yeni işlerden ne kadarı hayatta kalacak bilmiyorum ama güzel örnekler var en azından… Komedi zekâsı yükseldi ekranda, oyuncuların ve yazarların bunda etkisi büyük bence… Hepimiz öğrenme konusunda tüm kapılarımızı açtık… Riskleri göze alıyoruz…
Yeni oyunculardan bahsetmişken, cesaret verdiğin her yeni oyuncu adına sana teşekkür etmek istiyorum. Bunlardan biri benim, tatlı yaklaşımınla insanın içini açıyorsun, sağ ol şekerim…
Ne demek… Biz mesleğimizi paylaşarak bütün dünyayı paylaşıyoruz… Eskiden birlikte oynamak istediğim oyuncuları sayardım ve hemen biterdi; şimdi o kadar çok kişiyle çalışmak için heyecanlanıyorum ki… Beni sahnede karşımdaki oyuncu arkadaşımla ilgili hayaller kurarken yakalayabilir seyirci… Sevdiğim oyuncuları taparcasına seviyorum çünkü… Arsızca “şu yazarla, şu oyuncuyla, şu yönetmenle bir araya gelmek istiyorum.” dediğim çok isim var artık. Elbette ki herkese karşı bunu hissetmiyorum. Yıllardır kurum sanatçısıyım; birlikte terlemekten, hata yapmaktan, sahnedeki hayatı yaşamaktan büyük haz duyduğum meslektaşlarım var. Hepsine ayrı hayranım… aniden “Ya bu Özlem ne kadar iyi oynuyor” diye düşüncelere dalıp gezegen değiştirebilirim.
Bu söylediklerin çok özel şeyler. Sakın sıradan zannetme…
Elbette “lütfen bu oyuncuyla birlikte çalışmayayım” dediğim oyuncular da var…
Bu soruyu çok kez yanıtladığına eminim. Sanatçı anne-babanın çocuğu olmak elbette büyük şans. Dezavantajları da var mı bu durumun?
Hem de çok… Bence dünyaya benimki gibi bir ailenin içinden doğuyorsan mutlaka özel bir durumun oluyor. Umarım Kavin de benim gibi hisseder. 20li yaşlarıma kadar söylenen her şeyi kafama çok takıyordum. Yaptığım ve sahip olduğum her şey, kazandığım her sınav, seçildiğim her audition, işittiğim her güzel şey benim hak ettiğim değil de, ailem sayesinde önüme düşmüş birer hediye gibi görüldü. Doğruluk payı vardır tabii, ailemiz bizim olumlu ya da olumsuz bağımızdır hayatla… Bir ressamın eserine baktığımızda sanatçının ismini, ailesini düşünmeyiz; eserle baş başayızdır. Seyirci de, eş dost da zamanla benimle birebir bir ilişkiye geçti… Ben dezavantajları avantajlara dönüştürmeyi seçtim… Çok annem ve çok babam var, bunun şahane olduğunu bilerek yaşıyorum…
Prensesin Uykusu’nu izlediğimde henüz seni tanımıyor olmama rağmen, anne olduktan sonra oyunculuğunun da şekerlendiğini hissettiğim. Sıcacık bir karakterdi filmdeki…
Benim için çok özel bir filmden bahsediyorsun. İşin içinde olmasaydım da aynı güzel duyguya kapılırdım…
Muhteşem kızınla güzel bir dostluğunuz olduğunu biliyorum. Kavin senin küçüklüğün gibi görüyor. Annelik sana yeni şeyler yaptıracak gibi… Yakında çocuklarla ilgili bir projen var mı?
Annelik benim gerçek mesleğim… Kavin çok güzel çizim yapıyor ve hayal gücüyle, zekâsıyla beni her an köşeye sıkıştırıyor. Bana aniden “Anne bana içinde kirpi, papatya ve bir bardak su olan bir masal anlat, hemen.” deyiveriyor ve ben de anlatıyorum; yaratım egzersizi gibi… Bence bir gün anne-kız, birlikte bir şey yazıp çizeceğiz. Bunun ucu tabii ki çocuklara dokunacak. Çocuk dünyasına balıklama atladım kızım sayesinde. Benim hayatım “Kavinden önce ve sonra” olarak da ikiye ayrılıyor. Kavin benim her şeyim, hayatta ondan önemli hiçbir şey yok… O bir derya… Çocuklar bence bizim büyük hocalarımız. Bence Tanrı büyümesi, adam olması gerektiğini düşündüğü herkese çocuk veriyor…
Sevgili baban da röportajımızı taçlandırsın. Altan Erbulak bize, bin cendereden geçen genç oyunculara şu süreç için ne söylerdi?
Şöyle bir bakardı bize ve “Takmayın kafanıza çocuklar.” derdi… “Her şey olacağına varır, kendinizi çok yormayın sakın. Hoşgörüde sınırsız olun, horgörüde sınırlı olun. Sakin ve gerçek olun.” diyebilirdi… Babam hakkında rahatlıkla konuşabiliyorum çünkü onu çok erken kaybettim fakat babam hayatımın her yerinde var. Babam Kavin’ in ellerinde bile var… Babam her şeyiyle, görgüsüyle, fikirleriyle, tüm varoluşuyla bizimle… Kimse bir yere kaybolmuyor bence. Fiziksel olarak onları göremiyor olabiliriz fakat biz izin verdiğimiz sürece varlar… Ölüm bir son değil bence…
O turnelerde anne-babasıyla gezen küçük kız şimdi çok tatlı bir anne, zımba gibi sanatçı, Afife Jale jürisi de oldu ama sende hala 7 yaşında bir delilik var, o n’olucak?
Başlarda o kızı büyütmeye çalışıyordum… Artık onu kendimden bile korumaya özen gösteriyorum… Çocuk aklını, çocuk halinin dervişliğini hayranlıkla keşfediyorum. Şimdi Kavin bana el feneriyle yol gösteriyor, ben de çakıl taşlarına basarak yürüyorum…
Kadın kadına konuşacak olursak, çocuk gelinlerin, kadın cinayetlerinin, yasakların olduğu; kadınlar için imkansızlıklarla dolu bir toplumda yaşıyoruz… Bu sıkışmaların hayatımızda sayısız karşılığı var elbette… Peki, işimize nasıl yansıyor bu? Kadının her hali yazarken bile sır gibi saklanıyor mu sence de? Dizilerde, filmlerde, tiyatro oyunlarında kadın karakter çok iyi yazılmıyor. Toplumsal nedeni var mı? Sanatımız da mı erkek egemen?
Bunu Yiğit’in atölyesinde de konuştuk bugün… Yiğit çok güzel bir şey söyledi: “Kadınların kendi aralarında ne konuştuğunu, gizlice dinlemeden nasıl bilebilirim?”… Sanırım daha çok kadın yazara ihtiyaç var. Yazarlık maskülen duyulan bir meslek… Bir çocuğa “Yazar çiz desek, bir erkek çizer…” Bence bu algı değişecek. Erkek annelerine burada çok iş düşüyor aslında. Bunu ikili ilişkilerde de gözlemleyebiliriz. Bazı adamlar diğerlerinden daha özel oluyor; işte o adamı diğerlerinden farklı yapan annesi oluyor bence… Toplumumuzda erkekliğe geçiş, sünnet töreniyle ilan edilirken; kadınlığa geçiş sır gibi saklanıyor. Asalarıyla yeni bir hayata adım atıyor erkekler, aynı anda bir yerlerde kadınları cinsel hazdan mahrum bırakmak için sünnet eden toplumlar var… Kadınlar ne zaman risk almaya başlarsa hayat o zaman değişecek. Eve her zamankinden farklı bir yoldan, korkmadan gitmek bile bunun bir parçası… Kadınların yetinmekten vazgeçmesi, “bunu artık istemiyorum” demeye başlaması da büyük bir adım olacak bence… Yiğit’in çok sevdiğim bir lafı var: “En fazla ölürsün.” Evet, öyle… Yetinerek içinde kaldığımız bir ilişkide kalacağımıza, yalnız kalalım daha iyi. İlişki insanı özgür ve mutlu yapmalı. Vaktinde gitmek gerek, güzellikle… Cahil cesaretiyle değil, gerçek cesaretle uzaklaşmak çok önemli. Herkes bize bir şey öğretmek için giriyor hayatımıza… Açıkçası bütün bunları çok yeni öğrendiğimi itiraf etmeliyim… Gereksiz yere çok ısrarcı olduğum ilişkiler de yaşamışım… Aslında özetle; kadınlar özgürlüğe erkek anneleri ve gitme cesareti olan kadınlar sayesinde kavuşacak…
Tuncel Kurtiz’i kaybettik… Dünyalı bir usta, bir hoca, eşsiz bir varlık… Röportajımızı ustamızı anarak bitirelim mi?
Ölüm haberini sabah televizyondan aldım… Televizyonun yanındaki duvarda annem ve babamın Tuncel ağabeyle fotoğrafları var… Bazı insanlardan çok az kaldı bence… Çocukça bir akılla, bazı insanlara asla yakıştıramıyoruz ölümü… Ali Poyrazoğlu “Gökyüzü kalabalıklaşıyor, orada harika bir kumpanya var” diyor… ne güzel değil mi?…
Babam için de söylediğim gibi, Tuncel ağabey de ölmedi aslında, hepimizde yaşıyor… Aynı çağda yaşadığım için kendimi şanslı hissettiğim bir efsane Tuncel ağabey….