İstanbul Modern kuruluşunun 10. yılında, “Çok Sesli” başlıklı bu sergiyle hem süreli sergilerde benimsediği politikasını devam ettiriyor, Türkiye güncel sanatına farklı bir aralıktan yaklaşıyor, hem de sosyo-kültürel bir tablo ortaya koyarak günümüzün hip olgularından disiplinlerarası çalışma biçimlerine dikkat çekiyor. “Çok Sesli” davetkar bir başlık çünkü çoğu zaman sesin çağrısı, imgeninkinden daha kuvvetli.
“Biz müzik ve dansın ayrı birimler olarak hareket etmesine izin vermeyi seçtik. Biri diğerine bağımlı değildir, ama aynı anda var olurlar, tıpkı gündelik yaşamlarımızdaki görüntü ve ses gibi.” Merce Cunningham, 1940’lardan itibaren John Cage’le beraber gerçekleştirdiği projelerle ilgili böyle der. Gerçekten de görüntü ve ses, günlük yaşamda neredeyse sürekli aynı anda var olur fakat bağımsız olarak hareket ederler. Müzik ses temelli, görsel sanatlar ise görüntü temellidir. Müziği her yerde duyar, bir çaba göstermesek de bir şekilde denk geliriz. Görsel sanatlara ulaşmak ise, müziğe nazaran daha bilinçli bir çabayla mümkün oluyor. Durum böyleyken, müzik ve görsel sanatları birleştiren bir sergiyle çok katmanlı işlere yer vererek sese odaklanmak, ulaşılabilirlik adına önemli bir adım. İstanbul Modern kuruluşunun 10. yılında, “Çok Sesli” başlıklı bu sergiyle hem süreli sergilerde benimsediği politikasını devam ettiriyor, Türkiye güncel sanatına farklı bir aralıktan yaklaşıyor, hem de sosyo-kültürel bir tablo ortaya koyarak günümüzün hip olgularından disiplinlerarası çalışma biçimlerine dikkat çekiyor. “Çok Sesli” davetkar bir başlık çünkü çoğu zaman sesin çağrısı, imgeninkinden daha kuvvetli.
Bu eklektik seçki kapsamında farklı pratikleri olan ve farklı jenerasyonlardan sanatçıların bir araya gelmesi, sergiyi gerçek anlamda çok sesli kılıyor. İşlerin ortak noktası kavramsal olarak sese odaklanmaları, elbette bazı işlerde ses başrol oynuyor ama hiçbirinde görsel olarak desteklenmeyen seslere yer verilmemiş. Sergi alanında herkes bir ağızdan konuşuyor, seslerin birbirine karışmasına izin veriliyor, böylelikle kültürel olarak çok alışkın olduğumuz bir durum sergi kapsamında yeniden yaratılıyor ve bir anlamda her iş, sesi çıktığı kadar var oluyor. Küratörlüğünü Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği sergide işlerin kuvvetli kültürel referansları var: Türkiye’de yaşıyor ve üretiyor olmanın izleri kolaylıkla farkediliyor.
Ana sergi mekanına bağlanan hol, Türkiye’de müzik ve görsel sanatların kesişme noktalarına ve geçmiş dönemlerdeki işbirliklerine dair bir araştırma alanı olan Repertuar bölümüne ayrılmış, burası bir nevi serginin omurgası. Üç duvarda, üçe bölünmüş kronolojik bir sürece tanık oluyoruz. Osmanlı’nın son döneminden 90’lara uzanan her dönem, önemli figürleriyle müzik ve görsel sanatların disiplinlerarası bir tarihçesini oluşturuyor. Bir zaman çizelgesine oturtulan bu öznel ilişkiler ve işbirlikleri seçkisi üzerinden bir tarihçe ortaya koymak ve sonrasında bugünün bir durum tespitini yapabilmek fikriyle yola çıkıldığını düşünüyorum, ancak ana sergi alanı ve bu bölüm güçlü bir diyalog halinde değil ve iki taraf arasında bir kopukluk hissedildiğinden yeterince ilişki kurulamıyor.
Repertuar bölümünden sergiye geçerken, bir İlhan Mimaroğlu bestesi “Prelüd” ve bir Zeki Müren videosu bir araya geliyor, hemen öncesinde ise Gülsün Karamustafa’nın Orhan Gencebay ile yaptığı röportajı görüyoruz. Bu işbirlikleri ağına göz atmak oldukça eğlenceli. Sergi girişindeki işler ise sessiz: ilk bölümde Sarkis ve :mentalKLINIK’in işleri ses kavramını tartışmaya açan bir beraberlik ve uyum içinde. Buradaki sessizlik bana nota okumayı hatırlatıyor. Nota okumayı bilenler için bir sayfa nota yalnızca görsel bir kaynak değildir, sayfaya bakar bakmaz eşzamanlı olarak melodi de duyulur. Buradaki işlerin sessizliği, bu hisse atıfta bulunuyor. İlerledikçe serginin sesi yükseliyor, seslerin çağrısına kulak verdikçe farklı işler deneyimliyoruz. Daha çok eser görüp, daha çok ses duyuyoruz. “Bütünsel ses alanı” teorisinde John Cage müziğin müziğe ait olmayan ses ve sesin yokluğu da dahil olmak üzere her tür sesi kapsadığını ileri sürer. Bu bağlamda sergide de bir bütünsel ses alanı yaratılıyor. Bu düşünce, sergiyi birbirine karışan sesler ve sessiz alanların oluşturduğu bir bütün olarak ele almaya da olanak veriyor.
Sergi alanında bazı işlere kapalı ve korunaklı alanlar sağlanırken, bazıları ise daha ortada ve yol üzerinde yer alıyor. Korunaklı bir odası olmasa da etrafında kendi alanını yaratan Vahit Tuna’nın Sunshine başlıklı yerleştirmesi, sergideki en etkileyici işlerden biri. Yerleştirme, bir megafonun karşısında, bir kum tepesinin üzerinde tek başına oturan birine odaklanıyor. Ölçekle oynanarak megafonun karşısında çok küçük ve korunmasız bırakılan bu adam, aslında işe bakan herkesi temsil ediyor. Ona bu megafon aracılığıyla bağrılanlardan usanmış gibi, ellerini kavuşturarak çaresizce oturuyor. Vahit Tuna, her kafadan bir ses çıktığını, yüksek sesle yapılan uyarıları, sessizliğin ülke genelinde az bulunan ve özlemle anılan bir kavram oluşunu ve buna benzer sorunları hatırlatıyor ve bu çok sesliliğin karşısında eli kolu bağlı kalan topluma bir kişi üzerinden dikkat çekiyor.
Sergideki işlerin kayda değer özelliklerinden biri de, ses ve görüntü katmanlarını üstüste bindirerek, yeni ve çok boyutlu bir alan yaratmaları. Yani, başka bir deyişle sesi yeni bir boyut olarak kullanmaları. Gerçeküstü estetiğin vazgeçilmezi superimposed imgeler yerine, ikinci katmanı sesle oluşturarak, tek başına görüntüyle söylemesi güç görünen birtakım şeyleri, sesle ortaya koymak. Dolayısıyla, çok seslilik bir yandan da çok boyutluluk ve çok mesajlılık çağrıştırıyor. Bu kavrama farklı biçimlerde cevap veren sanatçılardan biri de Erinç Seymen. Sanatçının Slovenyalı sanatçı ikilisi Son:DA ile gerçekleştirdiği ve ses ile görüntü manipülasyonuyla baskı, sansür ve aşırı milliyetçilik gibi konuları irdeleyen performansların kaydından oluşan Bir Şiir İçin Performans üçlemesi, imgenin üzerine sesin binmesiyle verilen mesajın ne kadar güçlendiğine dair iyi bir örnek oluşturuyor. Basitçe, bir şiir okuma performansının videosu, serginin en zor izlenen ve iz bırakan işi haline geliyor.
Son olarak, Servet Koçyiğit’in algıyla oynayan videosu To Die For’un önünde otururken, kendimi yerde yatan kişinin yerinde hissediyorum. Burada sanatçı ve izleyici bir nevi birbirine karışıyor, bu marş niteliğindeki şarkıyı dinlerken beklenmedik bir huzur bulunuyor. Sergi, sese odaklanan bu işlerin üzerinden bir Türkiye portresi ortaya koyuyor ve hem nostaljinin hem de gelecek kaygısının yoğun bir şekilde duyulduğu işlerle de beraber melankolik, ağır ve kaygı dolu hissettiriyor. Video boyunca çoğalan seslerle söylenen “You’ll Never Walk Alone” adeta, “merak etme, her şey yoluna girecek” diyen bir veda parçası.
Sergide yer alan sanatçılar: Nevin Aladağ, Fikret Atay, Semiha Berksoy, Hüseyin Çağlayan, Ergin Çavuşoğlu, Burhan Doğançay, Cevdet Erek, Borga Kantürk, Servet Koçyiğit, Füsun Onur, Ferhat Özgür, Sarkis, Erinç Seymen, Merve Şendil, Hale Tenger, Vahit Tuna, :mentalKLINIK
Not: Mixer’in düzenlediği Mixer ArtWriting etkinliği kapsamında Çelenk Bafra ile keyifli bir sergi turunun ardından yazılmıştır.