“Bir kavram; bir fotoğraf, iki parça”
“Ses Kitabı” projesi bugünlerde sıkça gündemde. Şimdilik sekiz split single içeren kitapta her albüm, Selin Özdamar’ın siyah beyaz bir fotoğrafı ile anlamlanıyor.
Kimler var kimler: Tonguç Gökalp, Osman Kaytazoğlu, D2GG, Osman Kaytazoğlu, Ezgi Mutlu, Ekin Fil, Biblo, Noksan, Red Abizianas, Murat Mrt Seçkin, Rammy Roo… Orçun Baştürk, Sumru Ağıryürüyen, Şervan Hameran, dER, Jammer & Ozmeister gibi isimlerin kayıtları ise yolda.
Projenin küratörü Serdar Kökçeoğlu’nu konuyu deşmek üzere rakı başına davet ettik.
Ses Kitabı projesinin fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslında başlangıçta, kendi çevremdeki müzisyenleri yeni şeyler yapmaya itecek bir proje olsun diyerek, oldukça basit bir fikirden yola çıktım. Çağdaş sanat dünyasında en geride kalmış alan, ses…
Bu kanıya nasıl vardın?
On yıldır İstanbul’dayım ve pek çok sergi gezdim. Çok az sergi hatırlıyorum ki ses işlemelerine yer vermiş olsun veya bunu öne çıkarsın ya da sergilenen işlerde ses tasarımına rastlayalım. Sergileme alanlarına konumlandırılmış ses sistemleri genelikle ve ancak videoların seslendirilmesi amacına hizmet ediyor. Sound art alanında bugüne dek sergilemiş iş sayısının bu tezimi doğrulayacağını düşünüyorum. Yanı sıra küratörlerin müzik kullanımı, üretim teknikleri ve ses tasarımına dair çok meraklı, ilgili ve bilgili olmadığını düşünüyorum. Tabii topu küratörlere atmadan önce, müzisyenlerin de bu alanda bir şeyler üretmek ve ürettiklerini sergilemek adına tembellik ettiği kanaatindeyim. Söylediklerime bakarsak, bu iki taraflı bir problem: Hem ses işlerinin sergilenmeye değer bulunmaması ve sergilemeye dair alanlardaki teknik yetersizlik; hem de müzisyenlerin ürettiklerini sergilemek adına yeterince sebatkar, çalışkan olmaması.
Diğer yandan, çoğunlukla müzisyenlerin kavramsallıkla olan ilişkisinin zayıf olduğunu düşünüyorum. Bir iş, bir kavram, bir fikir için müzik üretmek, çok yaygın bir çaba ve dert değil; çoğu müzisyen için. Üretilmiş müzikler ise genellikle müzisyenin kendisi ve dinleyicisi için ürettiği müzikler… Bu müzikler yeri gelince bir başka disiplinle beraber sergilense bile çoğunlukla o müziklerin daha önce bir başka şey için üretilmiş olduğunu görüyoruz. Müzik üretenler, ağırlıklı olarak müziği üretme ve sahnede icra etme kaygısı ile meşgul. Diğer sanat disiplinleri ile çok fazla etkileşim içinde olduklarını düşünmüyorum. Politika ile ilişkileri de bu yönde: Ya politik müzik yaptığı için politika ile ilgileniyor ya da politik olduğu için kendini ifade alanı olarak müziği seçiyor. Türkiye’de üretilen müziğin çoğunlukla çok kişisel olduğunu veya tamamen ortalama kitlenin eğlence anlayışını tatmin etmek için üretilmiş fabrikasyon işler olduğunu görüyoruz. Elbette, bunlar benim gözlemlerim.
Bu iddialarıma bir diğer kanıt da şu olabilir: Dünden bugüne bakın; bu topraklarda yayınlanmış konsept albüm sayısı çok azdır. Bir fikir, bir kavram veya bir tema için üretilmiş albümlerden bahsediyorum; “tribute” albümlerden hiç bahsetmiyorum. Bunun belki en güçlü istisnası, Gezi sonrasında ortaya çıkan toplama albüm. Keşke bunun gibi pek çok toplama albüm yayınlanmış olsaydı daha önceden; hayvan hakları, eşcinsel hakları veya çevre üzerine… Gezi sayesinde müthiş bir yaratıcılık ortaya çıktı; duvarlar, video, cut up, müzik, dokümanter filmler ve herkesin kendi tv yayınını yapması. Gezi sürecinin büyük kitlelere bir kavram etrafında birşeyler üretmeyi hatırlattığını düşünüyorum.
Ses Kitabı’nın duruşu bir plak şirketi gibi olsun ama aynı zamanda Ses Kitabı bu ülkede müzik ve ses tasarlayan tüm yenilikçi isimlerin belli temalar için müzik üreteceği bir sergileme alanı olsun istedim.
Ses Arşivi veya bir başka şey değil de adı, neden Ses Kitabı, o zaman? Neden “kitap”?
Kollektif katkılarla hazırlanmış kitaplardaki o üniteleme, içeriği konulara ayırma, başlıklama duygusunu seviyorum. Aslında, “işitsel kitap”, hayal ettiğim formatı daha net ortaya koyan bir tanım. Meselâ “tekinsiz” veya “başka dünyaların sesleri” gibi bence kitabî başlıklar söz olunca, dinleyicide “bu kavramların ses ve müzikteki karşılığı ne olabilir acaba” duygusu uyansın ve ilgili albümü dinlesin istiyorum.
Bir tür belgecilik bu o zaman… Yarın öbür gün birileri bu sesli kitabın sayfalarını çevirmeye başladığında, “şu kavramlar için bu sanatçılar ne üretmiş” diye bakabiliyor olacak.
Aynen. Diğer yandan sadece albümler olmasın bu kitapta; ileriye yönelik olarak alan kayıtları, dökümanterler, radio arts, radyo tiyatrosu veya kişilerin bir tema etrafında kendi yazacaklarını seslendireceği okuma benzeri formatlar da bu kitabı bir parçası olsun istiyorum.
Ses Kitabı’nın albüm kavramına yaklaşımını da bugünki alışkanlıklara bakacak olursak, farklı buluyorum. 1970’lerde ve 80’lerde çok geçerli olan ve her bir yüzünde ayrı bir sanatçının yer aldığı “split single” / “split 45”lik plak formatını benimsemişsin. Meselâ neden tema verdiğin sanatçılara “bana dört parça verin” demedin de bu ikili formatı tercih ettin?
Ben kısa albümleri çok seviyorum; bir albümün ortaya koymak istediği kavramı veya anlatmak istediği hikâyeyi az parçayla ortaya koyabiliyor olması bana daha derli toplu, daha etkileyici geliyor. Split albümlerdeki o Punk ruhu benim çok hoşuma gidiyor. On parçalık bir albüm bende “bakın bu paraya bir sürü parça alabilirsiniz” duygusu uyandırıyor. Bir albümde yer alan parça sayısının yıllar geçtikçe artması, tamamen müzik endüstrisinin bir dayatması. Bir pazarlama stratejisi ürünü.
Ses Kitabı’nda yer alan her albüm, iki ayrı sanatçının yer aldığı bir sergi gibi. Bir kavrama iki farklı bakış açısı… Bazen bir albümde yer alan iki eser birbirine çok yakın duruyor, bazen birbirleri ile müzikal tavır anlamında hiç ilgisi olmayan iki parça yer alabiliyor albümlerde. Her albüm iki sanatçı ile sınırlı olduğunda, format hem paradoksa hem de eşbakışa açık olabiliyor.
Sanatçıları sen mi eşleştiriyorsun; yoksa onlar mı partner sanatçılarını seçiyor?
Belirlediğim temaya göre, bazen ben eşleştiriyorum bazen de bir şanatçıyı seçip ondan albüme partner bulmasını istiyorum. Kimi durumlarda, aynı albümde ortak müzisyenler olabiliyor. Açık uçlu bir küratörlük…
Selin Özdamar projeye nasıl dahil oldu?
Selin ile Berlin’de tanıştık. Seda Niğbolu tanıştırdı bizi. Önce her albüm için kendi çektiğim fotoğrafları kullanayım diye yola çıktım ama baş edemedim. Sonra onunla bu projeyi paylaştım ve kimi albümlerde eski fotoğraflarını kullandık, kimi albümler için ise yeni fotoğraflar çekti.
İzmirliliğini nereye koyuyorsun peki?
Bizler bu şehre geldikten sonra, aradan kaç yıl geçerse geçsin, İstanbul’da olan bitene dışarıdan bakabiliyor olma halimizi hiç kaybetmiyoruz diye düşünüyorum. Bu bir avantaj. İkincisi ise ilk gençlik yıllarımızda İzmir’de yokluk içinde yaşamış olmanın getirdiği bir her şeye açlık hali… Bu açlık, ilerleyen yıllarda proje, fikir üretimi konusunda bizi hiç ıssız koymadığı gibi her yeni olana karşı müthiş iştah duymamıza yol açıyor. İzmirli olup belli bir jenerasyona ait olanlar, ulaşamadığını bulmak ve anlamak, anlamak için de çok okumak, dinlemek gibi alışkanlıklara sahip. Düşünüyorum da ben İstanbullu olsaydım, bu projeyi tek bir çerçeveye sadık kalarak hayata geçirmeyi hedeflerdim: Sadece Peyote çevresindeki gruplar veya Kadıköylü sanatçılar gibi…
İçerik konusunda sonsuz bir süreç mi söz konusu yoksa “şu kadar albüm olunca kitap tamamlanır” gibi bir kısıt var mı?
Şimdilik sonsuz düşünüyorum ve akışına bırakmakta fayda var.
Albümlerin tamamını seskitabi.bandcamp.com adresinden dinleyebilirsiniz.