A password will be e-mailed to you.

Üst üste kazandığı edebiyat ödülleri, kitaplarının yurt dışında ilgi görmesi, tiyatrolaşan metinleriyle son dönem kadın edebiyatının önemli isimlerinden Seray Şahiner ile söyleştik.

Son kitabınız Kul ile kazandığınız Orhan Kemal Roman Ödülü’nden baslayarak sormak istiyorum. Özellikle son diyorum daha önce de Yunus Nadi Öykü Ödülü’nüz var. Bu ödüller artık bir “Seray Şahiner edebiyatı var” gerçeğini mi gösteriyor? Ödülden önce ve sonra diye bir hat var mı hayatınızda?

Yunus Nadi Ödülü’nü aldığım Hanımların Dikkatine yayınlandığında 25 yaşındaydım. Öncesinde, ilk kitabım Gelin Başı’nda gelen yorumlardan hem moral desteği hem şimdi ne yapacağım endişesi taşıyordum. Kendi yeniliğimi eskitmekten çok korkarım. Gelin Başı’ndakinden başka bir üslup aradım. Hanımların Dikkatine’yi yazdım. Yayınevine teslim ederkenki duygum; “bu kitabı bastırmak bir sosyal intihar teşebbüsü” idi. Üzerine Yunus Nadi Öykü Ödülü gibi değerli, geleneği olan bir ödül almak beni çok cesaretlendirdi. Bu, kıymet verdiğim edebiyat insanlarının, denemekten korkma demesiydi aynı zamanda. O cesaretlendirmeye çok ihtiyacım vardı.

Orhan Kemal Roman Armağanı’na gelecek olursak… En sevdiğim üç yazardan birinin adına verilmiş bir ödül,  Vedat Türkali’ye verilmiş ilk yıllarında… Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldığımı öğrendiğimde, kendimi, gıyabında terbiye aldığım ailenin bir parçası gibi hissettim. Jürideki insanlar çok kıymet verdiğim yazarlar, edebiyat insanları. Onların onayını almak gurur verici.

Tezinizi de Orhan Kemal edebiyatı üzerine yapmıştınız. Bu ödülün sizin için anlamı büyük olsa gerek.

Daha başka bir cevap versem daha sağlıklı olurdu ama takiye yapamayacağım. Hayatımın en büyük mutluluğunu yaşadığım günlerden biriydi. Orhan Kemal, edebi olarak terbiye aldığım bir yazar. Ama sırf bu değil, sınıf meselesine edebiyatta nasıl bakmam gerektiği konusunda da ufkumu açmış gıyabi ustam. Yüksek lisans tezimi Orhan Kemal üzerine yazmıştım. 400 a4. 850 kitap sayfası ediyor. Neredeyse kendi kitaplarımın toplamından sayfası kadar Orhan Kemal üzerine yazmışım.

Edebiyatta temel dertlerimden biri sınıf meselesi olduğu için, bu alanda kürsü sahibi olacak konumda bir yazarın adına verilmiş bir ödülü almak büyük mutluluk. Ustaları olmanın şöyle bir zorluğu var; uzun süre her yazdığımda, bunu Murathan Mungan okusa, Vedat Türkali okusa, Orhan Kemal okusa ne düşünür duygusunu yaşadım. Ailem okusa ne düşünür hissinden bile bundan önce arınmıştım. Şimdi bu ödülü alınca, belki Orhan Kemal okusa gerçekten severdi gibi bir hisse kapıldım. Babası başını okşayacak mı diye uyku taklidi yapan çocuk gibi…

“Benim derdim ideolojime dönüşmüş, o beni sokağa çıkarıyor”

Ben de bir Seray Şahiner okuru olarak sizin bir kitabınızı elime aldığımda artık beni neyin beklediğini kestirebiliyorum: Eğer elimdeki bir romansa sıkışmış kadın başkahraman ve toplumun diğer geri kalanları. Kadın hikâyesi anlatan bir kadın yazar olmak çok özel bir alan! Misyon, sorumluluk, ve daha nicesi…
Bu misyon sorumluluk vs edebiyatla kol kola mı ilerledi siz de?

Valla, ben ilk kitabım Gelin Başı’nı yazarken, bütün kahramanlarımın kadın olduğunun ve hepsinin emekçi yahut alt orta sınıftan olduğunun… farkında bile değildim. Ne yazdığımı bilmediğimden değil, bu konuları yazmakta bir haber değeri görmediğimden. Normali bunları yazmak diye düşünüyordum. Sonra bu yönde sorular geldikçe refleksif olarak bu meselelere eğildiğimi fark ettim. Çünkü benim mesele edindiğim, derdim ve meramım olan konular bunlar. Şöyle diyeyim, masaya bir misyonla oturmuyorum. Kitaptan bir şey öğretmek, parmak sallamak gibi bir iddiam yok, haddim de değil. Bu konuları beraber tartışalım istiyorum. Belki bu yüzden, son kitaplardaki metinlerim okuyanı daha çok çağıran, okuyan birinin olduğunu hesaba kattığını dile getiren bir yazar anlatıya sahip. Benim derdim ideolojime dönüşmüş, o beni sokağa çıkarıyor. Aynı dert edinme hali masaya da oturtuyor. Farkında olmadan mırıldadığınız şarkının o anki ruh halinizi yansıtması gibi.

Temel olarak kadın, sınıf meselesi ve senin de sıkışmışlık olarak tabir ettiğin, arada kalmışlık hali üzerine yazdım hep. Derdinizi o dert çözülmeden değiştiremezsiniz… Bir gün üstünü çizmenin yollarından biri şimdi altını çizmek. Ama dert anlatma üslubunuz üzerine kafa yorabilirsiniz. Ben de öyle yapıyorum. Her kitapta başka bir üslup yakalamaya çalışıyorum. Başka avazlar başka biçimler başka oyunlar bulmaya çalışıyorum. Birebir aynı üslupla gitmek, formülize etmek olur…

 Edebi anlamda alanı daraltıyor bu sorumluluk hali…

O tuzağa düşmemeye çalışıyorum. Bir vicdanla yazıyorum ama “doğrucu” bir üslup peşinde değilim. Amacım, sonuç bildirmek değil, soru sormak.

Erkeklerin kadın hikâyesi yazması hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendi adıma çoğunlukla önyargılıyım ben, (Zweig hariç:)

Hulki Aktunç’un Bir Yer Göstericinin Hayatı’nda “Öpmeklen sevmek kötü şaraptan kanyak” diyen kadın kahramanı bu bir cümlesiyle hala gözümün önünde canlanıyor. Aziz Nesin’in Tatlı Betüş’ü, benim mizahın kimi zaman hayat kurtardığını öğrenip sırf yazarken değil, günlük hayatta da başvurduğum bir ablamdır. Lisedeyken, üniversiteye girer girmez üstüme bir süveter geçirip Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’daki Günsel’ine dönüşeceğimi sanırdım… Bu anlamdaki şansım, doğru yazarlarla karşılaşmak.

Edebiyatta, kadına yönelik tacizi işlemek zor bir mesele değil mi, hele Türkiye’de. Sonrasında (toplum tarafından) başka türlü tacizlere maruz kalma riski v.s?

Bu meseleyi işlememek daha zor. Ne yazık ki çok sık gerçekleşiyor. Sıklığının getirdiği bir olağan karşılama eğilimi de olabiliyor kimi zaman. Üçüncü sayfa haberlerini görüyoruz. Yani, nasılsa her gün dolar diye ayrılmış bir üçüncü sayfa kavramı var bir kere. Buradaki haberlerin verilme şekli de artık şablonlaşmış durumda. Kadın cinayetleri, ev içi şiddet durumu da buna dahil. Genelde şu oluyor: Fiili erkek işlemişse; “karısını öldürdü” diye kuruluyor cümle. Haber, fiilden kuruluyor: Öldürdü. Münferit… Ama eylem kadın tarafından gerçekleştirilmişse, kullanılan ibare “Katil kadın” Fiil değil, bütün hayata yayılacak bir sıfat, bir yafta…

Ortaya alternatif bir anlatma biçimi koymakla mükellefiz. Kurduğumuz her cümlenin eleştirilme ihtimali var. Evet taciz, buna çok daha açık bir konu. Ama… Eleştirilmek, eleştirilmekten korkup susmaktan daha büyük bir risk değil.

Bu bağlamda sizin de kendinize uyguladığınız bir otosansür var mı?

Karakteri yazarken, o karakter nasıl konuşur diye düşünüyorsam öyle konuşturuyorum. Sistemin körüklediği ayıbı ben siyah poşete sokup aklayamam. Ama şu da var, böyle bir durumda hayatta da yazıda da istismar edileni savunuyorum. Yazar anlatıda cinsiyetçi ve militarist anlatımdan bilhassa kaçınmaya çalışıyorum. Bu durumda kadın hareketinin büyük payı var. Cinsiyetçi dil kullanmanın nelere yol açabileceği o kadar iyi anlatıldı ki hayatımızın her alanında kendimize bu konuda dikkat iğneleri batırmayı bir sorumluluk olarak görüyoruz.

Ve tiyatro. Antabus’tan sonra Kul da tiyatroya uyarlandı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kul’un kahramanı Mercan’ın en büyük derdi, fark edilmemek, fark edildiği durumlarda da görmezden gelinmek. Hayatını apartman merdivenlerini silerek kazanan, yalnız bir kadın. Toplum ve sistem tarafından dayatılan, “ille de aile kurmalısın,” “muhakkak anne olmalısın”larla baş etmeye çalışıyor. Kadına yüklenen “eş durumu” bireye yüklenen “durumu yerinde olmak” gibi iki kavramın dışında kalmış, kendini var etmeye çalışıyor. En büyük derdi muhatapsızlık. Kitabın ardından tiyatro sahnesinde de kendisini gören, bakan, acaba ne yapacak diye merak eden insanlarla buluşması, bana Mercan kazandı hissi veriyor.
Mercan’ı canlandıran Dolunay Soysert ve oyunun yönetmeni Mert Öner, benim yazarken yaptığımdan daha cesur bir şey yaptılar. Görülmemekten muzdarip bir kadını, tabiatı itibariyle seyirciyle yapılan tiyatroda var ettiler, görünür kıldılar.

Antabus kitabınız Fransızca yayımlandı. Yurt dışında başka kitaplarınızı da görmek mümkün olacak mı?

Birkaç yıl önce Gelin Başı’nı Fransızca yayımlayan Belle Ville Editions, bu yıl Antabus’u da yayımladı. Benim için, ilk çevirinin bir öykü kitabıyla olması çok kıymetliydi. Dikkati kadın öykülerine çekmek, Kalem Ajans ve Nermin Mollaoğlu’nun emeği. Bir iki ay içinde Antabus’un İtalyancası da yayımlanacak. Dario Fo ve Franca Rame’nin memleketine bir kadın hikayesiyle girmek mutluluk verici.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:17:28