Bir Şener Özmen işiyle karşılaşmak ne demektir? Bana kalırsa bir olayla karşılaşmaktır. İçinde ihtimal ve ihtimalleri barından her olayda olduğu gibi. O zaman Şener Özmen, verili gerçekliği aşarak yeni alanlar açmanın imkânını yaratmanın peşindedir. Yaşadığımız coğrafyada gerçeklik bu kadar sert ve yüzde hiç tebessüm bırakmıyorken; keskin ve ironik bir tutum takınarak yapıyor bütün bunları. Olağanla ve olağanüstü arasında veyahut her ikisinin dışında bir gedik açma çabasında…
Hesaplaşmanın kendisi de net ve keskin ifadelerle kendini açığa vurma zorunda olduğu gerçeği ortadayken. Bugünlerde Eski Likör Fabrikası’nda yer alan Pilevneli Galeri’de “Yeni Bir Umutsuzluk” adıyla açılan sergide yer alan işlerde sanatçının tüm bu yaklaşımını ve daha fazlasını görmek olası. Ama bir taraftan da hayatını “bir mülteciden hallice taşıyan” ve yersiz yurtsuz bir sanatçının kendi deyimiyle melankolik ruh halini de. Sur ve Berlin arasında kurmaya çalıştığı ‘düşsel diyalog’. Kaçanlar. Sürekli bir tekinsizlik hali. Toz, sararmış otlar, bavul, nehir, kar gibi lirik tonlar barındıran kimi nesne ve durumlar. Fakat gerçekliğin onları nasıl da bağlamından kopardığı da yankılanıyor.
Sanat yaşamınızın birçok evresinde imza attığınız eserleri bu sergide görmek mümkün. Adeta retrospektif bir sergiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
Şener Özmen’le karşı karşıya olduğunuzu pekâlâ söyleyebilirsiniz. Sergiye çağırdığım en eski çalışmalar 2003 yılına ait, en yenileri, yani NY ve Berlin’de ürettiklerim ise, 2019 tarihli. Eskiler ve yeniler derken,ne bu bağlamın ne de bu tarihlerin benim için bir anlam ifade ettiğini söylemem çok zor. 2003 yılında Supermuslim’ı üretmiştim, bir kostümüm vardı, neden sonra pelerinimi çıkarıp namaz kılıyordum, haftanın belirli günlerinde okula takım elbise ve kıravatla gidiyor, haftasonları gerçek kurtarıcı kimliğime bürünerek, bu tarz performanslar gerçekleştiriyordum. Ama elbette, Yeni Bir Umutsuzluk’a retrospektif bir sergi demek de yanlış olmaz; çünkü ilk kez, yıllar içinde ürettiğim (büyük bir bölümünü artık yaşamadığım Diyarbakır’da) pek çok çalışmayı, umutsuzluğun küresel etkileri üzerinden bir araya getirdik.
Bu sergide yer alan Energize’da da kostümlü görüyoruz sizi. Supermuslim’de kurtarıcı kimliğine büründüğünüzü söylüyorsunuz. Energize da ne tür bir role soyunuyorsunuz?
Yeni Bir Umutsuzluk sergisinin ilk videosu olan Energize’da da (aynı zamanda Energize Sur ve Energize Berlin adlı fotoğraf çalışmalarında) kostümlüyüm, bu kez Enterprise’ın şu yalan Dünya’da unuttuğu bir mürettebat rolündeyim ve yörüngedeki Ana Gemi’yle bağlantı kurmaya çalışıyorum. Peki Ana Gemi’de ne var? Umut? Hakikat? Özgürlük? Benliğin kendisi? Ne tuhaf, insanın –burada sanatçının veyahut yazarın–sürekli kesintilerle, kırılmalarla, bozgunlarla ilerlemeye –yine de tereddüt içindeyim bu sözcüğü kullanırken– çalışması, tarih –en azından benim bildiğim– tekerrür etmiyor hayır, bir sanatçı olarak ben makus tarihimi yeniden ve yeniden yaşıyorum. Hep bir Déjà vu hali, insan bu durumdayken neden sanat üretmeli!? Bu sorunun yanıtını veremiyorum.
Serginin gelişim sürecine dönersek; arkasında ne gibi durumlar var? Diyarbakır’la vedalaştınız. Mülteci bir sanatçı gibi yersiz yurtsuz bir hayat yaşıyorsunuz. Bu kopuşların ve belli bir yeri yurdu olmamanın son yıllardaki üretimlerinizde bir etkisi var mı?
Biliyorsunuz, yaz sonunda (Ağustos 2018) Pilevneli Galeri ile çalışmaya başladım, benim için yeni olan buydu, bir yıl Amerika, müteakiben Berlin. Loading açıldıktan çok sonra Diyarbakır’a gidebildim. Mutlak kararlar verdiğim bir yıl oldu, mutlak ve geri dönüşsüz kararlar. NY ve New Jersey’deki deneyimler, stüdyo pratiği olmayan bir sanatçı için, ilginçti. ISCP’deki konukluktan sonra, EFA’ya devam ettim, EFA’nın Open Studio günlerine katıldım, Serkan Özkaya’nın stüdyosundaki renkli yazıcıdan o güne değin ürettiğim işleri basmıştık, gerisi fotokopilerdi, ama iyi işledi, sanatçılar, küratörler ziyaret ediyordu. Komşu stüdyodaki sanatçılar sakin olmam gerektiğini söylemişlerdi. Bir masa, iki sandalye ve duvarlarda Serkan’dan aldığım fotoğraf baskıları.
O sıra, sadece bir tek iş üzerinde düşünüyordum, bu zaruri kopuşa ve yeni yersiz yurtsuzluğa dair melankolik bir video çekmek istiyordum ve adı Kürtleri Kurtardığım Gün olacaktı. Sur’daki kış uzadıkça uzamıştı. Robîn, görece güvenli bir kent olan Clifton’daki bir okula gidiyordu ve her hafta –istisnasız her hafta– ani bir silahlı baskında okulda ne yapılır tatbikatı yaptırıyorlardı çocuklara. Diyarbakır’da da okula neden gidemiyorum diye soruyordu. Zaruri kopuş diyorum, Xeyb (Gaip) adlı romanım –henüz çevrilmedi– yeni çıkmıştı, yolcu kapmak için birbiriyle yarışan iki Dağkapı minibüsünden, en hızlısına binen roman kahramanı, minibüsün zamanda sıçrama yapmasıyla başka bir boyuta geçiyor, Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı andıran düşsel mekânlarda, kendisini apansız bir şekilde terk eden aşkının izini sürüyordu. Cudî’de çatışmalar sürerken, dağın eteklerine zorunlu iniş yapan disk şeklindeki bir araçtan çıkan göksel yaratıklarla karşılaşan kahraman, anadili Kürtçeyi neredeyse kusursuz konuşan bu dünya dışı formları ağzı açık dinlerken buluveriyordu kendisini.
Bu romanın etkisiyle vedalaşmıştım Diyarbakır’la. Paranoyanın muntazam bir şekilde üretildiği bir ülkeye gidiyordum. Sözde çalışmayacak, sanat üzerine düşünmeyecek, sanat üretmeyecek, sadece yazacaktım. Valizimde sadece Kürtçe kitaplar vardı, çoğunu okumuştum, bir daha okuyacaktım. Uzun bir dönemi böyle geçirdim, sanat üzerine düşünmeyince, kendi kendine uzaklaşır, beni rahat bırakır diye. Işın Önol’la sıkça görüşüyorduk, hem NY’de, hem Montclair’de. O ziyaretlerden birinde, üniversitedeki stüdyomun duvarına iliştirdiğim tek çocukluk fotoğrafımdan açıldı konu, daha önce -Déjà vu diyorum ya– diptik olarak sergilediğim bir fotoğraftı, Işın ben böyle fotoğraf üzerine kesik kesik konuşurken telefonuyla kayda almıştı, Fotoğraf videosu böyle çıktı, ilk o sergiledi Livia Alexander ile Columbia University’de gerçekleştirdikleri Unleashing sergisinde.
Bu video, bir başlangıç oldu benim için; dönmeye yakın Göçmen adlı fotoğraf çalışmasını, akabinde de Kürtleri Kurtardığım Gün’ü yaptım. Üç çalışmanın da Berlin’de, küratörlüğünü Adnan Yıldız’ın yaptığı Mutterzunge sergisinde sergilendiğini söylemeliyim. Bunlar bir araya gelince, Pilevneli Mecidiyeköy’de açmayı düşündüğüm serginin nasıl bir sergi olacağı fikri de netleşmeye başladı. Eski Likör Fabrikası’nı, mekânın ilk sergisi olan Fabrika’da 10 Sanatçı, 10 Bireysel Pratik sergisinde görmüş ve benim gibi, mekân çalışmayan bir sanatçının, orada ne yapabileceğini iyiden iyiye düşünmeye başlamıştım. Yeni Bir Umutsuzluk, hayatımdaki ve üretimlerimdeki geçişleri ortaya koyan bir sergi oldu.
“Kürtler için ölümcül bir karşılaşma oldu bu ve hâlâ sürüyor”
Serginin adı “Yeni Bir Umutsuzluk”. Gerçekten de o kadar umutsuz mu her şey? Hâlâ umut var mı? Sert bir coğrafyada doğmuş, büyümüş birisi olarak umudunuzun kırıldığı zamanlar olmuştur. Sizi yeni bir umutsuzluğa sevk eden nedenleri merak ediyorum.
Mesele her şey değil, neredeyse mesele umutsuzluk da değil diyeceğim. Tam da bu noktada, hayatımı bir mülteciden hallice taşıdığım şimdiki zamana bakıyorum. Nedir şimdiki zaman benim için? Bu kiple düşünmeye nasıl ve nerede başladım? Kötülükten söz edelim. Umutsuzluğun beslediği kötülükten. Deleuze’ün Spinoza Üzerine On Bir Ders’inde, benim şimdiki zamanımı anlamamı –çözmemi değil–kolaylaştıran bir karşılaşma (Spinoza Occurcus diyor) pasajı var “Ama siz, Şeytanın ta kendisisiniz! Spinoza diyordu ki kötü, kötülük, anlamak hiç de zor değil, kötü bir karşılaşmadır. Sizinkiyle kötü karışan bir bedenle, bir cisimle karşılaşma. Kötü karışım ise, bağımlı oranlarınızdan birinin ya da oluşturucu oranınızın tehdit edildiği, engellendiği, belki de mahvolduğu bir biçimde karışmadır.” (Spinoza Üzerine On Bir Ders, Gilles Deleuze, Felsefe Dersleri 1, Çev. Ulus Baker, Öteki Yayınevi, Ocak 2000)
Kürtler olarak kötüyle, kötülükle karşılaşmamızın üzerinden çok fazla zaman geçmeden, yenisiyle karşı karşıya kaldık, ölümcül bir karşılaşma oldu bu ve hâlâ sürüyor. Kötülük her seferinde umudunuzu da yerle yeksan ediyor ve artık çok fazla var. Bilim üzerinden gittiğinizde gelecekte Mars’ta koloniler oluşturmayı umut edebilirsiniz, robot teknolojilerinin gelişimiyle ilgili umutlanabilirsiniz, yapay zekâ size geleceğe dair yeni umutlar sunabilir, neşeniz de kaygılarınız da artar, ancak, bu böyle bir şey değil, barbarlık tam anlamıyla karşılaştığım şey; seks âleminden çıkıp gelen bir barbarlık… tecavüz ediyor, kadını, ruhunu ve bedenini mahvediyor, Deleuze’ün Spinoza üzerinden söylediği gibi; sizinkiyle kötü karışan bedenler yapıyor bunu, din adına yapıyor. Coğrafyamın katı haline gelince –çünkü sıvı halini anımsamıyorum– var böyle bir etki, belki de bundandır keskinlik, netlik ve diğer emareler.
Fakat serginin sonunda sanatseverlerin umutla ayrılacağını düşünüyorum. Hem bunu birbirinin beline ip bağlayarak suyun karşısına geçmeye çalışan insanları gördüğüm Umut adlı videoda (ki bir türlü öteye geçemeseler de) sezebiliyorum. Öte yanda “Energize!” adlı video işinde Karl Liebknecht Str.’deki Marx-Engels Forumu’nun önünde sağ elinizi sol göğsünüze vurarak “Energize!” sözünü haykırırken de….
Umarım dediğiniz duygularla ayrılmışlardır. Ne ki, sanata umut yüklemeye çalışmıyorum. Sanatın umut taşıyan güvenli bir keseciği yok, yine de, ortaya propogandaya yakın formlar koymak isterdim (Bariyerin Arkası bunu çağrıştırıyor), estetikten ödün vermeyi mesela… Energize! bu tarihsel çekişmeyi gösteriyor; Surların üstündeyim ve ışınlanmayı bekliyorum. Orada ne olduğunu görebiliyorum, pek yakın bir tarihle, şimdiyi aynı anda görebiliyorum, yıkımdan sonraki mimarinin tacizkâr ilerleyişini, büyük inşayı ve bize gösterileni. Diyarbakır ve Berlin arasında kurmaya çalıştığım düşlemsel köprü, pek sağlam görünmüyor, bu Diyarbakır’da üretilen sanatın da kaygan bir zeminde olduğunun göstergesi. Yine de, en çok konuşan çalışmalar (sözgelimi video) oradan çıkıyor, bunun sadece güncel sanat alanında olması da ilginç.
Güncel sanattan bahsetmişken, Türk Sanat tarihinin şimdiki sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk sanat tarihi, sorunlu tarihinin en büyük krizini yaşıyor, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayacak bir durum bu, taşıyıcı anne rolündeki sanat eleştirisinin de etkili olmadığını görüyoruz. Dahası, bu sadece piyasa değişkenlikleriyle açıklanabilecek bir durum değil, bana göre daha tarihsel bir mevzu var orada, açıklanmıyor, zirâ kimsenin bir karşıt sanat tarihi yazımına girecek cesareti yok, tatlı su müptelalığı ve her fırsatta yalana sarılıyorlar. Bir ülkeyi sadece sorunlu bir iktidar –veyahut iktidarlar– meselesi üzerinden eleştiremezsiniz, bütün etnik imtiyazlarını kullanarak, sanat üretemezsiniz! Gelgitli dayanışma ruhunuz bir imtiyaz değil maalesef. Enerjinin korunumu yasası işte, izole bir sistemde kültür ve sanat adına ortaya konulan her şey, başkalarının yıkımıyla biriktirilmiş enerjiyi koruyor. Neden “sanat tarihi” diye bir isim verilmiş ki!? Energize videosunda bir hesaplaşma da var, umut edilecek tek nokta o galiba, haykırmak iyi bir başlangıç olabilir.
Batmakta olan insanlığın kurtuluşu için Marx ve Engels’in görüş ve düşüncelerinin hâlâ önem teşkil ettiğini düşünüyor musunuz?
Elbette önem teşkil ediyor, hâlâ değil, hep böyleydi. Marksizm, Marx’tan sonraki ‘iyi’ filozoflarca çok daha tartışılacak ve dünya varoldukça gündemde kalacak bir noktaya doğru genişletildi, açıkçası bu daraltılmaya elverişli kapsamı da genişletti, türlü teorik katkılarla birlikte. Bu konuda Bookchin’e kulak vermeli belki de. Bookchin, Marx’ın,kapitalizmin barbarlık üreteceğini önceden gördüğünü söyler. Bu noktaya, Berlin’deki Marx ve Engels Forumu’nda çektiğimin video üzerinden mi geldik? Eğer öyleyse, bunaltıcı insanlık halleriyle, Marksizm’in kurtarıcılığına dair bir o kadar sıkıcı teorik tartışmalara girmeyeceğim, konuşmak istediğim şey serginin kendisi ve zamanı, ne yapıyorum ve neden şimdi yapıyorum!? Yeni Bir Umutsuzluk biraz da bu yüzden açıldı…
“Klasik sanat eğitimim boyunca resim yaptım. Korkunç zamanlardı”
Resim bölümü mezunu olmanıza rağmen genelde video ve fotoğraf yoluyla eserler üretiyorsunuz? Bu sergide de bu medyumlar aracılığıyla üretmiş olduğunuz işleri görmek mümkün. Yüksel Arslan resim okumadan ressam olmuş bir sanatçı. Siz de resim yapmadan mı sanatçı olmak istediniz. Eğer öyleyse bunu avangart bir tutum olarak mı okumalıyız?
Yapmadığımı kim söyledi? Bütün klasik sanat eğitimim boyunca ve sonrasında resim yaptım, bütün malzemeleri kullandım, likörden, kana, asfalttan, mürekkebe, topraktan, suya… her resim öğrencisi gibi benim de 300 sayfalık eskiz defterlerim oldu, arada şiir yazdığım, karikatür çizdiğim, kitap okumalarımdan notlar aldığım defterler. Kilden büst de yaptım, çok, ama çok fazla resim yaptım! Tuval bezi gerdim, bezir yağı sürdüm, zımba çaktım şaselere. Heykel ödevimi video olarak sunduğumu anımsıyorum, bana kışla eğitimini anımsatan bir bölümden mezun oldum sonra. Korkunç zamanlardı benim için!
Hayır, kötü değildim, çoğu arşivimde bu resimlerin, bazıları özel koleksiyonlarda. O sıra boyadığım tuvallerden birine, Cegerxwîn’in bir dizesini yazmıştım, tam da Halepçe Katliamı’nın olduğu zamanlar. Paniklemişti bölüm. Kürt romancı ve öykücü Helîm Yûsiv’in Jinên Qatên Bilind (1998) kitabı yeni çıkmıştı, kitabı elime alıp, ‘Bir Kürt Calvino keşfettim!’ demiştim hocalarıma. Nasıl mutluydum Kürtçe okuyabildiğim için! Hayata çizerek başladım, bunu söylemeyi unuttum. Popüler yaşam tarzı dergilerinden birinde geçiyordu adım, duvarları süsleyen resimler sanatçı Şener Özmen’e ait diye bir başlık atılmıştı. Dergiye malzeme olan tuvali, Halil Altındere’nin Kızıltoprak’taki evinde, sabaha yakın bitirmiştim. Ne yaptığımın farkında değildim. Bitirmek ve paramı almak istemiştim. O parayla, Günümüz Sanatçıları sergisine sunacağım dijital baskıyı kısmen de olsa ödeyebilecektim. Ödemiş ve katılmıştım. Bir de takdirname göndermişlerdi bana. Artık resim yapmadığıma göre, özgürdüm.
Resim hayatınızda bu kadar yol almışken resim yapmayı neden bıraktınız?
Resim, rastlantısal olana fazlasıyla açıktı, bense rastlantısal şiir yazmıyordum. Çok sonra, tıpkı resim gibi, şiir yazmayı da bıraktım. Zihnimde bir tek hareketli görüntü vardı, bir şeylerden kaçan insanlar, kadınlar, erkekler, çocuklar… ama en çok çocuklar… Önemli bir bölümünü Cengiz Tekin’le Diyarbakır’da –başka neresi olacaktı ki!?–çekmiştik, Yanılma Payı videoları bu görüntülerden türemişti, Cengiz hep derdi, ‘Abi, hep kaçan birileri olsun istiyorsun videolarda…’, kaçıyorduk evet, peşimizde zulmün binbir türlüsü.
Son olarak bunca video işlerinden sonra Şener Özmen’den yakın bir gelecekte uzun metraj bir film izleyebilecek miyiz?
Kısa izleyebileceksiniz, buna çalışıyorum…