A password will be e-mailed to you.

"Bu albüm sadeleşme ve farklı taraflarımın birleşmesi açısından da diğer albümlerimden ayrışıyor. Çalan, yazan ve söyleyen taraflarım birleşti; dost oldu bu albümde."

Selen Gülün, 2006 yılında "Sürprizler" albümünü yayımladığında şarkıların tamamının Türkçe sözlü olması itibariyle kulaklarımızı kabartmıştı. Yeni albümü "Başka"da yer alan şarkıların hemen hepsini alışılagelmiş şarkı formatının çok dışına çıkmadan, yalnızca işleniş tarzında farklılıklar yaratarak kaydetmeye özen gösteren Gülün, şarkılarını bu kez uzun soluklu sololar yerine, sözlere küçük nefesler aldıran doğaçlamalarla süslüyor.

Gülün ile bol bol konser verdiği eylül ayı ölürken haberleştik ve ekim doğarken, aklımızdaki soruları sorduk.

 

Sarp Keskiner: Hazan, güz, sonbahar… Albüm kapağında toprağın hâli, direkt bu mevsimi çağırıştırıyor. Mevsim döngüleri müziğini etkiler mi?

Selen Gülün: Aslında fotoğrafları mart ayında Volga Yıldız ile çektik. Sapanca’daydık ve tam kış çıkışı havasıydı; havada tatlı bir ilkbahar kokusu vardı. Albümün kaydediliş süreci benim tahminimden uzun sürdü; beş aylık bir süreçte bitti. Ben girip bir günde canlı albüm çalıp çıkma düzenine alışkınım normalde ama bu sefer büyük bir ekiptik. Biz aslında Demirhan Baylan, Cengiz Baysal ve Ediz Hafızoğlu ile 24 – 25 Eylül’de canlı kayıtları çaldık, bitirdik. Başka, bu anlamda yine canlı kaydedilmiş bir albüm ama benim ayrıntıcılığım, o canlı çalışı düzenlemelere de aktarmaya çalışmam ve yaylı grubu ile nefesli grubunun aynı duyguyla çalmasını sağlamaya çalışmam nedeniyle beş ayı buldu kayıtları bitirmemiz. Arkasından özenli bir miks, New York’ta mastering derken bir baktık ki ilkbahar gelmiş… Böylece, albüm süreci üç mevsime dağılmış oldu.

“Mevsimler seni etkiliyor mu?” sorusunun cevabı, “Farkında bile değilim” olabilir. Ben, “Yazın daha yaratıcıyım, kışın daha durgun” gibi betimlemeler yapan, kafası mevsimlere göre çalışan birisi değilim galiba. Aklımda, içimde ne varsa onu o sırada ortaya dökmeye çalışıyorum. Koleksiyon gibi biriktiririm elimdeki malzemeleri. Bitmemiş işlerimi tamamlamak için albüm yapıyorum çoğunlukla. “Zamanı gelmiş, birikmiş şarkılar; bunları kaydedeyim” diyorum, yapıyorum ve bir sonraki projeye çeviriyorum yüzümü.

 

Eylül ayında yoğun bir konser programın vardı ve farklı ekiplerle çalıştın. Nasıl geçti konserler? Farklı ekiplere göre konser repertuarını kurarken aklından neler geçiyor, parametrelerin neler?

Sürekli farklı gruplarla ve farklı projelerle çalışıyor olmam sebebiyle bazen işlerim çok zorlaşıyor aslında… En baştan nasıl bir proje ortaya koymak istiyorsam müzisyenlerimi ona göre seçiyorum ama o projede kuratör varsa –ki bazı festivallerde ya da klüplerde oluyor; özellikle yurt dışı konserlerinde– o zaman onlar zaten seni seçmiş oluyor projeye göre. Doğal olarak da kendi benzerin müzisyenlerle çalıyorsun. Başka albümüm yeni çıktığı için onu bu sezonda çokça çalmak söylemek istiyorum ve albümde de çalan bu beş kişilik ekip, çok sağlam bir ekip. Serhan Erkol ve Tamer Temel saksafonlarda, Demirhan Baylan elektrik basta ve Cengiz Baysal davulları çalıyor. Sezon açılış konseri Hayal Kahvesi Beyoğlu’ndaydı ve çok iyi geçti. Arkasından Kaş’ta Echo Bar’da çalmaya gittik; ben, Demirhan ve Cengiz. Orada Sarp Maden ile buluşup arka arkaya iki gece Başka ve Sürprizler’den seçtiğimiz şarkıları çaldık.  İstanbul’a dönünce Beyoğlu’nda çalmayı çok sevdiğimiz mekân Café Mitanni’de bas klarinetçi Ulrich Drechsler, Patrick Zambonin (elektrik bas) ve Jörg Mikula (davul) ile çaldım. Patrick ve Jörg, benim 98 yılından beri çaldığım Viyanalı ekibim. Just About Jazz Live ve Answers albümlerimde birlikte çalıyoruz. Uli ile de 2010’dan beri birlikte projeler yapıyoruz. Bilenler, onu “Café Drechsler” albümlerinden ve Tord Gustavsen ile yaptığı albümlerden tanıyor. O konser müthiş geçti. Arkasından Torino’ya bir doğaçlama ve elektronik müzik festivaline misafir sanatçı olarak gidip Tacuma Electronic Orhestra ile doğaçlama çaldım, bir de solo konser verdim. O da çok acayip bir deneyimdi. Torino zaten yeniliklere açık ve yeraltı müziğine çok ilgi duyan bir yer. Çeşit çeşit küçük ve acayip mekânda müziğin, sanatın sınırlarını zorlayan işler yapılıyor. Bunker diye bir yerde çaldık. Mekan da çok etkileyiciydi.


Bana seni sorsalar, “caz müzisyeni” demeyi düşünmem ilk elde; daha ziyade bir kent ozanı (singer – songwriter) olarak kuruyorum seni. Her ne kadar bu tanım, kendi şarkılarını gitarı eşliğinde yazıp söyleyenler için tercih edilse de. Böyle ise, sözler ve piyano nasıl bir süreçte evleniyor?

Caz müzisyeni yaftasının üzerime yapışmasından ben de pek hoşnut değilim. Sonuçta yeni müzik eserleri yazarken ya da özgür doğaçlama konserleri çalarken yeni müzik diliyle daha haşır neşir olduğum bir hâlim var.  “Kent Ozanı” tanımını sevdim. Çünkü melodik anlatım, sözü olmayan müziklerimde de önemli bir yer tutuyor.

Şarkı yazdığım zaman, o parçayı kurmak adına yola çıkarken tek bir planım yok. Bazen söz müzikle birlikte geliyor aklıma, bazen de son albümdeki “Fruitful” gibi bir arkadaşımın blogunda yazdığı sözler şarkıya dönüşüyor. Kendi sözlerimi ele alacak olursak, daha önce yazdığım bir şiire müzik yaptığım tek şarkı “Pia”dır; onun dışında genellikle söz ve müziğe aynı anda çalışıyorum. Çünkü o şarkıları çalıp söylerken tek bir enstruman gibi davranıyorum. Yaklaşımım böyle. Solo çalarkenki gibi bir yaklaşımla çalmıyorum piyanoyu. O yüzden çalan / söyleyen birisi gibi düşünerek yazıyorum şarkıları. Sanırım dinlerken de söz ve müzik adına, birbirinden ayrışan hisler yok o yüzden.


Bir röportajında “söyleyen, çalan ve yazan” şeklinde üç tarafta tanımlamışsın kendini. Albümlerine göre, Başka’da hangi taraf öne çıkıyor?

Başka albümü çerçevesinde düşünürsek, ilk defa bir albümde bu saydığın ve daha önce ayrıştırıyor olduğum üç tarafım bir araya geldi. Çalıp söylemek eylemi içinde kullanmamayı tercih ettiğim ve daha çok eser yazarken başvurduğum yeni müzik dili yeniden anlam kazandı. Örnek olarak, “Kırmızı Şapka” parçasındaki yaylı aranjmanını veya en son gizli parça olarak koyduğum özgür doğaçlama parçasını gösterebilirim. Bundan önceleri benimsemiş olduğum “şarkı albümü bu; insanlar sözleri dinlesin” ya da “bunun yeri burası değil” gibi bana kısıtlar getiren filtrelerimden kurtuldum; bu ayrışmadan ve ayrıştırmalardan sıkıldım diyebilirim. “Neysem oyum; çalarken, yazarken, söylerken” şeklinde hissediyorum artık. Zaten yayınlanmış beş albümüm var ve hiçbiri bir öncekine benzemiyor. Türlerin çeşitliliğine de ilgim var; bunu beni takip edenler iyi biliyor. “Neden kendimi sınırlayayım ki?” diye düşündüm. Artık ben basitleştim sanki ama dinleyicime daha çok iş düşüyor gibime geliyor.


Niye Başka? Senin için başkaları anlatır mısın bize?

Bu albüm demin anlattığım sadeleşme ve farklı taraflarımın birleşmesi açısından da diğer albümlerimden ayrışıyor. Çalan yazan ve söyleyen taraflarım birleşti; dost oldu bu albümde. O yüzden Başka, bambaşka.
 

Albümdeki tüm sözlerin arasından belirip duran ve seni, senin kalbine denk düşecek şekilde okumayı başaramamış bir adam var sanki…

Bu sansasyonel soruna içtenlikle cevap vereyim: Sadece bir değil; kalbimi kırmış birkaç erkekten bahsettiğim sözler var bu albümde, evet. Hâtta bu yüzden albüm lansmanında bir tanesinin hikâyesini ayan beyan (yalan dolan) anlattım ve hep birlikte güldük. Demirhan Baylan ile Cengiz Baysal en yakın arkadaşlarımdandır benim, bu hayattaki. Çok konuşurum onlarla çalarken sahnede. Bulan kaçırmasın zaten bizi; birlikte bazen bayağı talkshow gibi oluyor performanslar (gülüyor). Camiada abartılı derecede doğru sözlülüğü ile tanınan birisi olduğumu düşünüyorum. Aklımda olanı içimde tutmam. Zaten kendini ifade etmek üzerine kurulu bir hayatım var. Neden tutayım ki? Tüm hikâyeyi anlatırım.

Demirhan ve Cengiz ile trio çaldığımda, ki aslında öyle şekillendi albümdeki parçalar; Başka‘yı bir “ev” gibi hissediyorum. Önceki röportajlarda Başka için “bu benim olgunluk dönemi albümüm” derken, biraz da bu hissiyatı kastediyordum aslında. Albümdeki söylemlerim konusunda çok rahatım. Anlaşılamadığımı ve bir kadın müzisyen olarak anlaşılmanın özellikle bu ülkede zor olduğunu defalarca deneyimledim. Artık saklayacak birşey yok.


Elif Çağlar ile düetiniz büyüleyici olmuş… Parçanın bitmiş halini dinlediğinde, sen ne hissettin?

Çok teşekkür ederim… Parçayı ben daha en başta yazarken içimde iki kadının birbirini teselli etmesi ile ilgili bir duygu vardı. Ayrıca bu dialoğa tanık olan, onu yer yer bölen, biraz maskülen ama epik rolün karakterini öne çıkaracak bir arka ses olarak trompet soloları vardı kulağımda. Onu da sağolsun kırmadı beni, geldi İmer Demirer çaldı.  Kafamdaki kurgu böyle olunca “Your Star”ı elbette ki eski öğrencim, kardeşim ve arkadaşım Elif Çağlar Muslu ile yapmak istedim. Biz birbirimizin dilinden iyi anlarız. Parçayı ona dinlettim ve anında söyledik beraber. Sonra ben kendi vokalimden rahatsız oldum. Elif harika bir müzisyendir; onun vokali su gibi akıyor ve benimki çekingen sanki biraz. Rica ettim, gelip bana koçluk yapar mısın diye sordum; geldi yardımcı oldu ve kendi vokallerimi yeniden kaydettim. Öğretme sırası böylece değişmiş oldu; çok gurur verici bir durumdu. Canlı söylüyoruz bazen parçayı birlikte. Daha da söyleriz. Parçayı kafamda duyduğum gibi kaydedebildiğim için ayrıca seviyorum.


Sırada kimlerle nasıl bir yeni var?   

Geçen sene Borusan Müzik Evi’nde çok eskilerden beri yazıp biriktirdiğim jazz combo ensemble eserlerini Blue Band diye bir ekip toparlayıp çalmıştım: Altı nefesli; piyano, bas gitar ve davuldan oluşan kocaman bir grup. Türkiye’nin bence en yetkin çalgıcılarından oluşan bir ekip. Vızır vızır nota okuyorlar, sırası gelen soloya giriyor; kolektif sololar var. Müzikler de büyük büyük; süresi on, hâtta on beş dakikayı bulan parçalar… Büyük bir iş. Konser çok iyi geçmişti; herkes çalmaktan çok memnundu ama tabii ağır bütçesi olan bir proje. 2014’ün ilk ayında muhakkak canlı bir kayıt alıp altıncı albümümü Blue Band ile yapmak istiyorum. Ayrıca İtalyan ekibim Marcello Allulli (tenor sax) ve Emanuele de Raymondi (gitarlar, elektronikler) ile kaydetmeye başladığımız başka bir albüm var; kontrol edilen ve elektronik olarak müdahaleli doğaçlamalar üzerine kurulu bir müzik. Lirik bir dili var. Ben hem çalıyorum; hem vokal yapıyorum. Onun konserlerine başlayacağız. Başka albümünü çalmaya elbette devam edeceğiz. 22 Kasım’da Kadıköy Karga’dayız meselâ… 18 Kasım’da ise Hayal Kahvesi’nde Türkiye’den kadın ozanların müziklerini caz formatında düzenleyip seslendirdiğim “Kadınlar Matinesi” konseri var. Çok sevdiğim Cafe Mitanni’ye de bekleriz; sık sık çalıyoruz orada.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 16:13:05