Bu yıl dördüncüsü düzenlenen Çanakkale Bienali’nin şehir halkına nasıl ve neden dokunamadığını orada yaşayan Fatih Balcı yazıyor.
1985’deki Venedik Bienali’nden bu yana dünyadaki bienallerin şehirlerle özdeşlediğini ve şehirlerin gelişiminde ve kültürel hareketliliğinde önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Tüm köklü bienallere bakıldığında bulunduğu şehrin kendisiyle doğrudan bağlar kurduğunu, şehirlerin kültürel aktörleri, işadamları ve halkı tarafından benimsenerek içselleştirildiğini söyleyebiliriz. Böyle bir bağ kurmadan bienallerin gelişmesi ve varlığını sürdürmesi ve gerçek bir işleve sahip olması mümkün olamaz sanırım.
4. Çanakkale Bienali 27 Eylül – 2 Kasım 2014 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Bu satıları yazarken 4. Çanakkale Bienali bir gün önce sona ermişti. 4. Çanakkale Bienali’ne Türkiye’nin de aralarında bulunduğu, çoğunluğu Avrupa ülkesinden olmak üzere 18 ülkeden 37 sanatçı katıldı 1. Dünya Savaşı’nın 100’üncü yılı olması sebebiyle ana temasını ünlü düşünür Platon’un "Savaşın sonunu yalnızca ölüler görür" ifadesi üzerine kurgulayan Çanakkale Bienali, uluslararası ölçekte ünlü sanatçıları da ağırladı.
Bienalin ardından bazı tespitlerin yapılması gerektiğine inanıyorum: Öncelikle Bienalin ilk kez bu derece şöhretli isimleri ağırlamış olması sevindirici. Bunların başında sanat insiyatifi IRWIN geliyor, ayrıca Harold De Bree (Lahey), Klaus vom Bruch (Berlin–Münih), Maja Bajevic (Paris–Saraybosna),Douglas Gordon (Londra), Grigor Khachatryan (Erivan), Anne Kodura (Berlin), Radenko Milak (Belgrad), Jehane Noujaim (Boston, Antonio Riello (Milan–Londra–Asiago), Anri Sala (Paris), Hans Schabus (Viyana) gibi isimler de bienalde yer aldı. Bu bienalin artık uluslararası bir markaya dönüşmeye başladığını ve uluslararası sanat sisteminde kendine yer açtığını göstermesi açısından kuvvetli bir işaret olabilir. Ayrıca bienal, geçmişe karşılaştırıldığında sergileme düzeni ve kurgu bakımından daha oturmuş, profesyonel bir görünüm arz ediyor. Beral Madra’nın deneyim ve birikimlerinin bienali olumlu etkilediğini belirtmemiz gerekiyor. Elbette bienalin 12 yıllık geçmişinin önemli bir bölümünü sırtlayan ve yerleşmesinde önemli rol oynayan Denizhan Özer’i de anmamız gerekir. Özer, Çanakkale’de iki çağdaş sanat sergisi ve 1. ve 2. Çanakkale Bienali’nin küratörlüğünü yapmıştı.
4. Çanakkale Bienali’nin tüm bu gelişmeler ve şöhretli isimlere rağmen şehre bir kez daha teğet geçtiğini söylemek zorundayız. Bienalin ana mekânı (ki bu mekânın dışında iki çalışma bulunuyor) bir alışveriş merkezinin eski mobilya bölümünde olmasına ve alt katta alışveriş son hızla devam etmesine karşın Çanakkale halkı bienale yine çok ilgi göstermedi. Alt katta alışveriş yapanların bile büyük bir çoğunluğunun bu etkinlikten haberi yoktu. İşin aslı Çanakkale halkının bu bienalden haberi yok gibiydi. Çalıştığım üniversite de bile bir çok çalışma arkadaşımın bu etkinlik ile ilgili bir bilgisi yoktu. Bienal kentte bulunan sanat öğrencilerinin de çok ilgisini toplayamadı (Bunun bir nedeni de içinde çalıştığım üniversitenin hiçbir sanat bölümünde Bienalin afişlerinin asılmamış olması olabilir mi?). Yolda sokakta karşılaştığınız insanlara da bienali sorduğumuzda ilgisiz ve bilgisiz bakışlar gördük.
Kişisel gözlemlerim ve çevremden aldığım tüm dönütler şehir ve bienal arasındaki ilişiksizliği doğruluyor. Bienale şahsen dört kez ziyarette bulundum ve gezdim. Tüm bu seferlerim sırasında benden ve yanımdakilerden başka kimseyi maalesef göremedim. Görevlilere ilgiyi sorduğunuzda o gün ilk gelen kişinin siz olduğunu söylüyorlar. Bu tespit Bienali gezen diğer arkadaşlarım tarafından da sormamış olmama rağmen bir şikâyet olarak tarafıma iletildi. Kısacası Bienal Çanakkale için varlığı ile yokluğu çok da belli olmadan geçti. Elbette Bienal organizasyonuna sorarsak bunların tersine bir ifadede bulunabilirler.
Sanatsal alanın olanaklarının dar olduğunu bildiğim için bu tür etkinlikleri eleştirmekten hep geri durmuşumdur. Ama bu durumun artık göz ardı edilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar bienal sadece şehre hitap etmiyor, ulusal ve uluslararası bir etkiyi amaçlıyorsa da; eğer bu bienal sanatçıların ve organizasyon sahiplerinin isimlerini ulusal ve uluslararası sanat marketinde dolaşıma sokmaktan (bienal basın duyurusu bilindiği üzere İstanbul’da yapılmıştı) daha fazla bir işleve sahip olacaksa üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Bu durum belki eski bienal ve sergilerde de benzeri bir görüntü veriyordu, ilk bienal ardından da buna benzer bir eleştiriyi paylaşmıştım. Ama bu bienalde bu ilişiksizliğin daha da derinleştiğini söylemek gerekiyor. Bunun nedenlerinin üzerinde durmanın zamanı geldi de geçiyor. İlk elden bienalin tek mekana toplanmasının olumsuz bir etki yaptığını söylemek gerek, önceki bienallerde etkinlikler (özellikle ikinci bienalde) daha geniş bir alana dağıtılmıştı; özellikle Fevzipaşa Mahallesindeki mekanlardaki etkinliklerle bienalin şehre daha çok temas ettiğini gözlemlemiştik. İkinci olarak stratejik hatalar yapıldığını ve iletişim/tanıtım konusunda beceriksizlik sergilendiği söylememiz gerekir. Bunları elbette açmak ve tartışmak gerekir. Buna paralel olarak ayrı bir başlık disiplinin içinde bulunduğu momentum ve içerdiği problemlerle ilgilidir. Böyle yakıcı bir konuda bile, dokümantasyon mantığında ve sosyolojik analiz tabanında yapılan çalışmaların etkisinin sınırlı olduğunu izliyoruz. Bazı sanatçıların bile bu çalışmalara nüfuz etmekte zorlandıklarını itiraf etmek zorundayız. Elbette bu durum etkinliği aşan bir meseledir ama sergi kurgusu yapılırken bunu çözecek imkanlar da bulunmaktadır.
Böylesine önemli bir etkinliğin, yapıldığı şehirle bir türlü istenilen bağı kuramamış olması hem sanatsal işlevi konusunda belirsizlikler yaratmakta hem de gelecekte koşullar değiştiğinde varlığını sürdürebileceğine ilişkin şüpheleri derinleştirmektedir.