Murat Bozkurt, yeni çizgi romanı “Şehir Köpeği” ile “bağzı” hususların bam telinin üzerinde tepiniyor. İmza günü için geldiği İzmir’de yakaladık kendisini; uzun zaman önce İstanbul’u terk edip yerleştiği Foça’dan çıkagelmişken. Biz de kendisine şunu bunu ve aklımıza takılanları sorduk.
“Macarlar o mahalleyi yakmayacaktı!”
“Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir demiş akıllı bir adam…
Zayıf oluyor bazen insan;
Unutuyor nasıl bi bokun içinde yaşadığını.
Ama dur; biliyorum ben yapacağımı.
Biliyorum bu şehrin içindeki sefil ruhların acısını nasıl dindireceğimi.
Artık geri dönme zamanı…” (Şehir Köpeği)
Sarp Keskiner: İstanbul’u terk edip, Foça’ya kaçmışsın?
Murat Bozkurt: İlginç bir hikâyesi var bu kaçışımın… Bundan yıllar önce, mensubu olduğum motorcu bir grupla İstanbul’dan yola çıkıp Kaş’ta sonlandıracağımız bir tatil planlamıştık. Aliağa civarında zorunlu bir mola gerekti ve bana eşlik etmek için kalan gruptan bir arkadaşımla bekleşirken, Foça tabelasını görüp dedik ki, “haydi burada bir soluklanalım”. Foça’ya girdik; deniz kıyısında bir yere oturduk… Bir kaç bira içip etrafa hayran hayran bakarken “yahu burada bir gece kalalım, ekibi arkadan yakalarız” dedik. Sonra sokaklarda uzun uzun yürüdük, balıkçıları izledik, muhabbetlere ve günbatımına aşık olduk; kalamar bira muhabbet falan derken biz öyle fena tutulduk ki Foça’ya; “ya yarın yola çıkarız”, “boşver bu gece de kalalım derken” Foça’da bir haftayı iyi ettik. Aradan yıllar geçti ama Foça benim aklımdan hiç çıkmadı. Derken zamanı geldi, İstanbul’un benim adıma miadı dolunca “tamam, zaman bu zamandır” deyip Foça’nın yolunu tuttum. Yerleştikten sonra da o arkadaşıma haber verdim. “Biliyordum, sonunda böyle olacağını. O gün hissetmiştim. Demek ki zamanı gelmiş” diyerek kutladı beni.
Peki İstanbul’un ruhu hiç mi çağırmıyor mu seni?
Hayır… Burası büyülü bir yer ve her gün keşfedilecek, beni besleyen, bana kendimi iyi hissettiren bir sürü şey var. Ancak iş gerektirirse İstanbul’a gidiyorum ama yeteri kadar kalıp hemen dönüşe geçiyorum. Dijital dünya sağolsun; söz konusu iş ise mesafeler dert değil artık. İşi alıp dönüyorsun, tamamlayıp gönderiyorsun.
Çizgi roman dünyası ve çizerlik dersek, artık yurtdışına da iş yapmak kolay galiba; değil mi?
Doğru; yurtdışına iş yapan bir sürü çizer var. Örneğin; benim yıllar öncesinden tanıdığım kimi çizerler, farklı projelere ve yayınlara çizerek, fuarları takip ederek bu bağlantıları kurmuş durumda. Elbette, Türkiye dışında devasa bir endüstri var ve bunun bir parçası olarak kalmak kolay değil. Kendi projeni lanse edip üstüne üstlük, kabul ettirebilmek en güzel mertebe ama buna gelene kadar istediğin, istemediğin pek çok iş çizmek zorundasın.
Yurtdışında sayısız miktarda çizer var. Çizen birisi bu kalabalığın arasında kendisine nasıl yer açabiliyor?
Orada oturmuş ve yürüyen bir sistem var. Çiziyorsan ve hayatını bundan kazanmak istiyorsan o sistemin etrafından dolanarak veya kendi kafana göre kısa yollar icat etmeye kalkarak yolu açman olanaksız. Grafik tasarımcısı, senaristi, balon yazarı, kurşun kalemcisi, sayfa tasarımcısı, danışmanı… Herşey gayet kesif bir şekilde branşlaşmış vaziyette. Yani önüne gelen istediği alanda at koşturamıyor. Senarist olabilmek için global anlamda çizgi dünyasını çok iyi takip etmen gerekiyor ve bununla beraber çok da iyi bir senaryo yazarı nosyonuna sahip olman gerekiyor. O yüzden kurşun kalemci veya baloncu veya çinici olarak yola çıkmak, pişmek ve uluslararası sektörle temasa geçmek en işe yarar yol. Ancak senelerce uğraştıktan sonra senaryonu kabul ettirebiliyorsun; mevzubahis Amerika pazarı ise. Çünkü, orada on yılların sonunda oturmuş bir düzen var. Senaryo konusunda çok pragmatikler. Süper kahramanlara daha düşkün Avrupa pazarında ise bu süreç biraz daha kolay.
Türkiye’de son on yıldır çizgi dünyasına büyük bir merak ve ilgi var. Üstelik, ürünleri ve temaları söz konusu edecek olursak bu merak ve ilgi, inanılması güç bir hızla yayılırken bir yandan da branşlaşıyor ve kişiselleşiyor. Eskiden sadece sahaflarda satılırdı çizgi roman; şimdi sadece çizgi roman temalı dükkânlar var.
Tüketici skalası ve tüketim alışkanlıkları da değişti mi, sahaf döneminden bu yana?
Hem de çok büyük bir hızla değişti. Herşeyden önce, okur eskiden sadece hayranı olduğu karakterlerin çizgi romanlarını toplarken bugünkü fanatik kitle, o karakterlere dair endüstrinin ona sunduğu ne varsa topluyor. Çizgi roman koleksiyonculuğunda okurun tek tedarik kaynağı artık sahaf olmadığı için, okur; yanı sıra o karakterlere dair birçok yan ürünü de tüketiyor. Sahaf döneminde sadece koleksiyonundaki eksik sayıların peşinde koşardı okur; şimdi farklı edisyonların peşinde koşuyor veya adam arabasını dükkâna çekip tek seferde bin liralık alışveriş yapıp çıkıyor. Herşey kolay ulaşılabilir hale geldi. Böyleyken, genç jenerasyonlar için o dünyayı zenginleştiren pek çok yan ürün, yayın söz konusu: Filmi, giyim malzemesi, çantası, farklı baskılar vs. Genç jenerasyon beğenide daha seçici ama kafasına koyduğu şeyi elde etmek, edinmek için madden manen hiç engel tanımıyor. Sayısız blog sitesi var bu arada…
O zaman “Şehir Köpeği”ne gelelim: “O’nu zaman zaman hepimizin üzerine dökülen, erimiş bir plastiğe benzetmemiz mümkün. Acısına katlanıp dişimizi sıkarak soğuyup katılaşmasını bekliyor ve sonra da silkelenerek üzerimizden atıyoruz. Tenimizde yarattığı yanıklarda kalmış parçaları küfrederek sökerken farkındayız. Yapmak istediğimizi ama yemediği için yapamadığımız, bastırmak zorunda kaldığımız duyguların toplamı "O". Ve "O" elinizdeki albümde karşınıza çıkabilmek için "ete kemiğe büründü şehir köpeği gibi göründü." Hikâyeyi nasıl kuruyorsun ve ikinci kitapta neler var?
Kafayı taktığım ne varsa, bunlar bir arada örülmeye başlayınca çıkıyor hikâye bende. Bu kitabı kısa hikâyelerle kurdum; ikinci kitap ise “kim lan bu herif?” sorusuna cevap veriyor olacak. Nerede doğmuş, niye bunları yapıyor… “Macarlar o mahalleyi yakmayacaktı!”
www.oyunyayinevi.com