Ayşegül Sönmez, Sarajevo izlenimlerini yazıyor…
“Sarajevo’yu sevmek omurgası hasarlı bir kadını sevmeye benziyor” diyor Hemon… Vivet Kanetti’nin tam dokuz yıl önce tamamen kendi imkanlarıyla Habertürk’te göstermek üzere çektiği belgeselde.
Chicago’da yaşayan yazar bugün pek çok ödüle sahip.
Sarajevo’ya Yunus Emre Kültür merkezinde Vivet Kanetti’nin Bosna’sı belgeselinin gösterimi için gidiyoruz. Tam dokuz yıl geçmiş filmden bugüne.
Savaştan bugüne ise neredeyse 20 yıl… Ama savaşın sonrası Sarajevo’da sık sık yağan yaz sağnaklarına benzemiyor çabuk buharlaşan. Neredeyse kristal küreciklerin üzerinize değmediği sadece gözlerinize bir görsel şölen yaptığı. Savaş sonrası hala ağır bir bulut gibi tepenizde…
Kanetti’nin romancılığı tadında bu film. Aşk, savaş, barış ve tutku üzerine bir film. Bir belgeselden çok kurguolan bu filmin kahramanlarını yıllar sonra görmek hakikaten film gibi bir tecrübe.
Savaşın ‘sonrası’nın kanıtları onların her biri… Savaşın sonrasının en az savaş kadar çetrefilli, belki de yara açmak kadar yara kapamanın da güç olduğunu gösteren özneler onlar…
Onlarla tanışmak, sohbet etmek o yüzden dünyalar güzeli, bereketli, gündüzleri sıcak ve geceleri serin bu memleketi yakından tanımanın ve onu anlamanın bir başka yolu.
Onlardan biri gazeteci Ozren Kebo. Ozren, filmde Boşnak bir gazeteci olarak seyahat etmenin güçlüğünden bahsediyor. Bugün tam dokuz yıl sonra ise birkaç farklı işte birden çalıştığı için istese de seyahat edemeyeceğinden. Sigortasız çalışmak zorunda kaldığından… Hasta olmamak için büyük çaba harcadığından. Boşnak gazetelerinin Sırp ve Hırvat gazeteleriyle rekabet etmekte büyük zorluk çektiğinden… Kitap yayıncılığının neredeyse durma noktasına geldiğinden… Ve en ilginci basılı medya bu durumdayken internet medyasının yükseldiğinden. Artık dergilerin ve gazetelerin basılı oldukları için fazla bir geleceğe sahip olmadığından…
Eski kuşak bir gazeteci olarak internet gazeteciliğiyle yarışmanın yolunun yazıları ve sunulma biçimlerini değiştirmek olduğunu anlatıyor.
“En güçlü kısmı en başta yazmak. İşte bütün mesele bu. Yazı güçlü başlarsa. Okur onu okuyacaktır. İşin sırrı bu aslında…” diyor. Üç ayrı mecrada yazmaktan ve editörlük yapmaktan yorgun Ozren’in oğlu da bir portalda gazetecilik yapıyor. Dayton anlaşmasının savaşı durdurduğunu ama savaş sonrası için yeni koşullar, gerekli düzenlemeler yapmadığını, güne cevap vermediğini, Bosna’daki hayatın bürokrasiden başka kimsenin hayatını düzenlemediğini anlatıyor. Aceleyle… Çünkü işe gitmesi gerekiyor.
Buluştuğumuz kafenin çok yakınındaki parkta saatler geçiriyoruz. Parkın hemen girişinde savaş kurbanları için tasarlanmış bir anıt heykel var. Anıta benzemiyor. Çağdaş bir heykel formunda. Silindir dikeyliklerin üzerinde doğum ve ölüm tarihleri, isimleri yazılı “şehit”lerin. Parkın içindeyse Osmanlı mezar taşları var. Tüm soyutlukları, hayatın 21. yüzyıldaki akışkanlığına kolayca uyum sağlamalarıyla. Bu formların gerisinde ilerisinde önünde çocuklar oynuyor. Dev ağaçların kalın ve güvenli gövdeleriyle gölge ettiği, güven doldurduğu geniş parkta. Biz de Markale’den aldığımız kokulu çilekleri, kirazları yiyoruz. Elimizden geldiğince Markale’deki toza ve lekeye bulanmış pleksi glas anıtta, çarşıda katledilen onlarca masumun kaç tane olduğunu unutmaya çalışarak…
Sarajevo’da doğrusu bu büyük bir dilemma: anın tadını çıkarmak.
Anın içine çabucak geçmiş sızıyor çünkü… Üstelik yakın bir geçmiş. Başka bir Avrupa kentindeki gibi İkinci Dünya Savaşı filan değil. 1990’ların başında işlenen vahşi bir suç. Hoyrat ve kayıtsız izleyicisiyle…
‘Savaş sonrası’ sanat tarihi kitaplarından bir başlık gibi belirmiyor önünüzde yarattığı stil ve terkiplerle özetle.
Öte yandan Sarajevo, savaş sonrası ayakta ve konuşkan. Belki de susma, uzun uzun dinleme sırası suça tanıklık eden bizlerde…
Sarajevo’yu karşılıksız sevebilme ihtimalimizde!
(Yarın: Dino Merlin’le sohbet / General’i Ziyaret )