Yazar Sarah Hall, sanatçı Sarah Lucas ile konuşuyor. Nisan Yıldırım’ın çevirisi ile..
Birkaç ay önce, Sarah Lucas’ı Suffolk’daki stüdyo/ev’inde ziyaret ettim. O sıralarda Venedik Bienali’nin İngiliz pavyonunda sergileyeceği heykeller üzerinde çalışıyordu. Yeteneğine eşdeğer kışkırtıcılığıyla var olan sanatçılardan biri olan Lucas, beklenmedik ve zeki mizah anlayışını işlerine katan, sanat dünyasındaki üstün yeteneklerden.
Ben de bunun bilincinde olarak, Lucas’ın yaratıcılık, politika, İngiliz kültürü hakkındaki fikrini almak ve ülkesini temsil etmenin ona ne ifade ettiğini sormak için heyecanlıydım. Daha önce tanışmamış olmamızdan ötürü, söyleşiden ne bekleyeceğimden emin değildim. Bir teorim var ki, sanatçılar işleri hakkında konuşurken çoğunlukla yazarlara nazaran çok daha aydınlatıcı ve açık ifadelere başvuruyorlar, ki aslında tersi beklenir. Sarah Lucas da teorimi destekleyecek ölçüde cömert cevaplarla bana karşılık verdi.
Lucas’ın yanından, onun işlerindeki katmanlar, ardındaki felsefe, yer ve an, insan bedeni, insan zihni dolayısıyla da kendim ile ilgili daha derin düşüncelere dalmış olarak ayrıldım.
Sarah Hall: Heykelleriniz bana bir felsefecenin bahsettiği kelimeyi çağrıştırıyor: “kontraspektif”, anlamı zıtlaşan unsurların uyumlu birlikteliği. Bazı işleriniz beni cinsellikle, cinsiyetle ilgili düşüncelerimle yüzleştiriyor. Fakat yalnızca bununla kalmıyorlar, çünkü bana kalırsa onları sadece “feminist” olarak yorumlamak yetmiyor. Sanki tek yönlü yorumlamaya, etiketlere karşı duruyorlar. Bu özellikleriyle savunduğum ve benimsediğim politik duruşa kafa tutmalarına karşın, onları seksi ve eğlenceli buluyorum.
Sarah Lucas: Bir gün New York’ta beraber üniversiteye gittiğim biriyle karşılaştım ve bana şöyle bir şey söyledi : ” Böyle işler yaptığına göre cinselliğe bakışın bayağı kötü olmalı.” Bunu ilk duyduğumda şaşırdım, ama gördüm ki bir noktaya kadar gerçekten de öyle bakıyordum – ve hala öyle bakıyorum. Bu bakışın bir sorumlusu bizi çevreleyenler: dergilerde, medyada, her yerde cinselliğin yansıtılma şekli. Süregelen bu yansıtılmayı kendime bir tarz olarak belleme amacı gütmüyorum, yalnız bu konu yapıtlarımı meydana getiren unsurların bir parçası. Bazen yaptığım şeyler beni de şaşırtıyor çünkü onları yaratımımdan önce düşünmüyorum. Bazen gerçekten de hayret ve korku uyandıran unsurlar barındırıyorlar, ama kendilerine has bir gücü olan işler yapmak istediğim açık.
SH: Yaptığınız heykellerin kadın cinselliğinin dizginlerini kadına geri veren bir yanı olduğunu düşünüyor musunuz?
SL: Kesinlikle, bilinçli olarak düşündüğüm bir şey bu. Bir şeyleri gereğinden fazla açıklama, savunma ve açığa çıkarma ihtiyacı hissetmek gibi bir problemim oldu her zaman. Sürekli ve sonu gelmeyen tartışmaların olduğu ve insanların her an itinayla kendi üstünlüklerini savundukları bir ortamda büyüdüm. Hatta sanat okuluna gittiğim için kendimi suçlu hisettiğim bile oldu, büyüdüğüm ortama kıyasla sanat okulu çok daha uçarı kalıyordu. Ama bir noktada şöyle düşündüğümü hatırlıyorum ” Ben tüm cevapları bilmek zorunda değilim.” Özgürleştirici bir andı bu benim için, salt yaptığım şeylerin kendilerine ait bir varlık ve güçleri olduğunun, onları agresif bir şekilde savunmakla yükümlü olmadığımın farkına varmak bana kuvvet verdi.
SH: Görsel imgelerinizle argo ve mizahı bir araya getiriş şeklinizin, diğer “yüksek” sanat örneklerinde eksik olan bir gerçekliği yansıttığınızı düşünüyor musunuz? Demek istediğim, işleriniz klasik anlamda kompoze edilmekle birlikte, insanın gündelik dünyasından unsurlar barındırıyorlar, okulda duyulan şakalar gibiler.
SL: Argo, mizah ve şakalar beni heyecanlandırıyor. Konuşmaların arasında bulunmaları bana keyif veriyor. Çünkü bir düşünce ve çağrışım alanı yaratıyorlar, herşeyi daha canlı kılıyorlar. Bana çağrıştırdıkları, yaptığım obje ile ona verdiğim isim arasında bir yerlerde yerini buluyor. Tüm unsurlar sonunda birbirini tamamlıyor.
SH: Bir yazar olarak bana her zaman sorulan bir soru var, o da romanlarımı yazmadan önce ismine karar verip vermediğim. Roman yazıyorsanız aklınız hep hikayenin kendisinde oluyor. Sizin de yaptığınız işlerin ardında hikayeler var mı, varsa değişiyorlar mı? Örneğin Unkown Soldier (2003) adlı heykeliniz bir çift asker botu ve florasan led ışıktan oluşuyor, bu imaj cinsel bir şekilde okunabilir – kabaca, temsili bir ereksiyon – ama aynı zamanda bana morglardaki ışıklandırmayı çağrıştırıyor. Heykelleriniz üzerinde çalışırken bu değişken hikayeler aklınızdan geçiyor mu, yoksa bu olası okumalardan daha bağımsız mı üretiyorsunuz?
SL: Ben çoğunlukla bir hikayeyle başlamıyorum, özellikle bir seri üzerinde çalışıyorsam. Ancak gözüme iyi gelen, inandığım birkaç heykel yarattıktan sonra onların kim olduğunu, birbirleriyle ilşkilerini öğrenmek, keşfetmek istiyorum. Bu cevaplar önceden kurulmuş değiller, yarattıkça ortaya çıkan ve evrilen cevaplar. Bu şekilde çalışmadığım sürece de yarattığım seri beni ikna edemez.
SH: Venedik Bienali için üzerinde çalışmakta olduğunuz işler hakkında çok soru sormak istemiyorum, çünkü biliyorum ki bu serginin sürprizli olmasını istiyorsunuz. Ancak Venedik Bienali ile ilgili şöyle bir sorum var: İngiltere’yi temsil etmek hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanırım İskoçya’nın İngiltere’den bağımsızlığına karşı çıkan bildiriyi ilk imzalayanlardansınız?
SL: Evet öyleyim, gerçi konu hakkında karışık hislerim var. Açıkçası o imzayı bencil bir şekilde attım, İskoçya’nın İngiltere’nin bir parçası olması fikri hoşuma gidiyor. Hatta tüm Avrupa’nın birleşmesi fikrini seviyorum. Sınırlar ve ayrımların bir işe yaradığını düşünmüyorum. Gerçi herhalde İskoç olsaydım ve İngiltere’den ve İngiliz politikalarından bağımsız olma şansım olsaydı, bu olasılık beni cezbederdi. Sen ne düşünüyorsun?
SH: Bilemiyorum. Daha iyi ve daha açık bir politika fikri bana iyi geliyor.
SL: Tabii sen İskoçya’ya çok yakın olan Cumbria’da büyümüştün sanırım.
SH: Evet. Toprak reformu gibi konular çok önemliydi ki hala öyle. İskoçya’da çok büyük topraklara toplamda bir avuç insan sahip. Bu sebepten ötürü büyük bir eşitsizlik söz konusu. Ama aynı zamanda İskoçya genel olarak sol ve liberal bir politikaya sahip. Doğal olarak bu iki çelişen unsurun birbiriyle bir noktada çatışması kaçınılmaz. Bu konuda yapılabilecek reformların ne olacağını doğrusu çok merak ediyorum.
SL: Reform olursa tabii.
SH: İngiltere’yi temsil etmek üstünüzde bir baskı oluşturuyor mu?
SL: Baskı oluşturup oluşturmadığından emin değilim. Çünkü İngiltere’yi nasıl temsil edeceğim aslında tamamen bana kalmış. Öte yandan bu olimpiyatlarda olmak gibi bir şey. İnsanlar bana hep kendimi bir İngiliz sanatçı olarak görüp görmediğimi soruyorlar. Cevabımsa hem evet hem hayır. Şu an beni ilgilendiren tek şey serginin kendisi. Sen kendini bir İngiliz yazar olarak hissediyor musun?
SH: Kendimi Cumbria’lı bir yazar olarak görüp görmediğimi çok soran oluyor. Cumbria’dan çıkmış olan benim dışımda yalnızca bir yazar var, bu William Wordsworth. Kırsal bir kontluktan çıkmış bir yazar olmanın egzotik bir tarafı var gibi. Buna karşın ben kendimi böyle görmüyorum. Edebiyat dünyası Londra ve şehrin etrafında döndüğü için ve ilginin çoğunluğu buralara yöneltmiş olduğu için, Nottingham veya Carlisle hakkında yazıyorsanız örneğin, size anında “egzotik” etiketi yakıştırılıyor. Aslında baya komik bir durum.
SL: İnsanlar bana hep şehir dışına, kırsala taşınmış olmanın sanatımı değiştirip değiştirmediğini soruyorlar. Değiştirdi, çünkü şartların değişimi doğal olarak beraberinde başka değişimler getiriyor. Buraya ilk geldiğimde pılımı pırtımı toplayıp temelli olarak taşınmamıştım. Burası daha çok bir haftasonu kaçamağıydı benim için. Kendimi burada iyi hissetmeye başladıkça, burada olmaktan keyif aldıkça da, aklıma kaynağının burası olduğu bir şeyler yapmak geldi. O zaman partnerim Julian’la dışarıdan bir sürü taşlar, ağaç dalları, odun parçaları topladık.
SH: Ne tür taşlar?
SL: Çok bir özelliği olmayan kaya parçaları, ama şekilleri çok güzel. Yalnızca bu topladığım materyallerle yaptığım işlerden oluşan bir sergi yapmıştım. Nasıl algılanacağı, serginin nasıl gideceği hakkında endişelendiğimi hatırlıyorum.
SH: Evet çünkü bu materyaller heryerde zaten var olan materyaller.
SL: Evet aynen öyle. Ama yine de benim için geçilmesi gereken önemli bir eşikti.
SH: İnsanların sizinle ilgili yargılarından, sizi tahminlerle koydukları yerlerden, tanımlardan bağımsızlaşmak istiyor musunuz? Örenğin bir yazar olarak, edebiyat hep beraberinden etiketler getiriyor.
SL: Tabii ki de insanlar tarafından kategorize edilmekten ve etiketlenmekten kaçınmak istiyorum. Sadece insanlar tarafından bile değil, kendime de bunu yapmak istemiyorum. Birçok sanatçı seneler boyu aynı kalıplar içinde eserlerini üretiyorlar, aynı şeyleri yapıyorlar ve bu onların etiketi oluyor, markası oluyor. Bundan uzak durmaya çalışıyorum. Sanat yapma amacım bunun tam tersine ulaşmak. Özgür, değişen ve enteresan birşeyler yapmak istediğim için sanat yapıyorum.
SH: Sizce bu yaklaşımınız işlerinizde kullandığınız materyalleri seçmenizde belirleyici bir etken mi?
SL: Evet kesinlikle. Bir süredir bir materyalle çalışıyorsam, diyelim ki naylon çoraplar ve dolgu malzemesi, kendime en son söyleyeceğim şey “Tamam, çok iyi gidiyorum, naylon çorap doldurmaya devam!” Ben hemen başka bir malzemeye geçmek istiyorum ve böyle böyle ister istemez malzeme repertuarım, kullanmak istediğim kaynakların çeşitliliği genişliyor.
SH: Bu ses nedir? Tavus kuşu sesi miydi bu?
SL: Saatin sesi. Her saat için farklı bir kuş sesine ayarlı.
SH: Aa tamam! Duyduğuma göre tavus kuşlarından iyi bekçi oluyormuş. Bir şey duydukları anda ötmeye başlıyor, epey gürültü çıkarıyorlarmış.
SL: Burada köyde de bir tane vardı, senelerce buradaydı. Sanırım sonunda bir tilkiye yem oldu. Ama sahipsizdi, kimin olduğu belli değildi, nereden geldiği de belirsizdi. Buradaki bir sülünle aşk yaşamışlardı. Bazen onu yolun ortasında bütün tüyleri kabarmış bir şekilde görürdük.
SH: Ah Ah bir tavus kuşu olmak ve tüm zorlukları!
SL: (gülüşmeler)
SH: Benim de çocukluğumu geçirdiğim evin yakınlarda bir vahşi doğa parkı vardı. Çocuklar hep tavus kuşlarının peşinden koşturup kuyruklarından bir tüy koparabilmek için çırpınırlardı. Şimdi bakınca çok acımasızca geliyor. Kapalı, kendilerine ait bir alanda da kurtlar olduğunu hatırlıyorum, onları çok seviyordum.
SL: Gerçekten mi?
SH: Evet. Hatta yeni romanım kurtlarla ilgili. Sanırım Cumbria’nın ortasındaki bu beklenmedik, büyüleyici doğa parkında gördüğüm kurtların bunda bir etkisi var.
SL: Cumbria’ya aslında uyan hayvanlar öyle değil mi, sanki oraya aitler gibi?
SH: Gerçekten de öyle. Romanımın baş karakteri de Cumbria’lı bir kurt biyoloğu. İlk başta çok sempatik olmayan ve cinselliğini özgürce yaşayan bir kadın olduğu için romanın ilk okurlarına rahatsızlık verdiğini öğrendim. Kadın, cinsellik ve güç denklemi oldukça karışık bir denklem. İngiltere’de cinselliğin hala bastırılışı sürse de bana öyle geliyor ki insanlar biraz çıplaklık görmek için yanıp tutuşuyorlar. Ben yeni anne oldum ve emziriyorum, bu insanların bana bakışını ve bu bakışların ardındaki anlamları incelemem için bir fırsat oldu. Sizin işleriniz de bu ülkede cinselliğe olan bakış açısını daha sık düşünmeme sebep oluyor.
SL: Venedik bieanli için üstsüz “muse”lar yaptım. Ama kelimenin tam anlamıyla üstsüzler, sadece alt bedenleri var. Birkaç sene önce çoğunlukla göğüslere gönderme yapan işler yapıyordum. Şöyle de bir gerçek var ki güzel bir çift kadın memesi her zaman dikkat çekiyor. Birkaç sene önce Gelatin adlı bir sanat kolektifiyle bir sergi üzerinde çalışıyordum. Dört erkekten oluşan gruba baktım ve düşündüm: “Ben bu heriflerle ne yapacağım?” Sonra fazlasıyla feminen olma kararı aldım ve kendimi memelere adadım! Böyle şeylere bir oyunmuşçasına yaklaşmayı seviyorum. Bu ülkenin cinselliğe bakışını sorarsan eğer, gerçekten bilemiyorum. Özellikle dergilerde, medyada gördüğümüz şu “sarışın ateşli kadın” görüntüsü, herkesin kendisinde olmasını istediği bu imaj, estetik ameliyatlar, hepsi yine aynı konuya çıkıyor. 90’ların başında feminizmle ilgili şu an olduğundan daha bile fazla kafa patlatırken, işlerin bu yöne doğru geleceğini hiç düşünmemiştim. Sen düşünmüş müydün?
SH: Hayır hem de hiç! Sanki daha fazla ürün, daha fazla kozmetik almak ve tüketmek için kandırılıyoruz. Tamam, herkes istediği şey için para harcasın ama bu kesinlike geriye doğru bir adım gibi geliyor bana.
SL: Görüntünle ilgili ne değiştirmek istiyorsan değiştirebilrsin, bu kabul edilir bir şey, herkes güzel görünmek ister. Ancak kadınların çoğu, artan bir şekilde tek tip bir görüntüye ulaşmak isterken, sen istemiyorsan eğer otomatikman güzel gözükmediğin varsayılıyor. Çünkü herkesin algısı, o tek tip güzellik anlayışına endekslenmiş, çok garip. Ve bu tamamen seksle ilgili. Kocaman dudaklar, vb. bunların hepsi diğer insanları cinsel olarak kışkırtmak için. Öyle deniyor ki bir insana herhangi bir şekilde cinselliği düşünmeden bakmak imkansız, ama ben bunun bir mit olduğunu düşünüyorum. Şahsen benim için cinsellik her zaman bana özel ve saklı bir şeydi. Özellikle çocukken hemen her şeyden utanırdım, benim kontrolüm dışında bile olsa, televizyonda bir şey çıksa bile. Cinselliğe karşı hep çok duyarlı oldum, sanki cinselliği bulup çıkaran antenlerim vardı. Bu özelliğimi sanatımda da kullanıyorum. Neyin kışkırtıcı, neyin olmadığını anlamak için. Çünkü bu tip görsellerle sürekli bir bombardımana tutuluyoruz. Kadın dergilerine bakınca tek görülen, sayfalar dolusu, ağızları hafifçe aralanmış kadınlar. Bu görsel bombalamadan yoruluyorum.
SH: Şu anda İngiltere’de cinsellik ve seks hakkında açık bir şekilde konuşabiliyoruz, konuşmamız da lazım. Ancak bir yandan da bu açıklığın bazı şeylere yol açtığını düşünüyorum, seksin konuşuluyor olması ve bu denli ortada olması genç kız ve kadınlardan beklenenleri de belirleyebiliyor.
SL: Sanat yapmanın, yazmanın bir iyi yanı etrafında olup bitenlere objektif bir şekilde bakman için bir fırsat olması. Yarattıkların etrafındakilerden ayrı, fakat etrafındakilere gönderme yapan özerk bir obje/kitap vb oluyor. Okumak ve bakmak da objektifleşme olasılığına hizmet eden şeyler. Bazı insanların heykellerimin önünde utandıklarını, ne yapacaklarını bilemediklerini gördüm, bunun bir sebebi galerilerin topluma açık yerler olması, (heykellere/resimlere bakarken başkalarının size bakıyor olması durumunu doğuruyor). Şaşırıyorlar. Televizyonlarda, haberlerde bunca kadın ölümü, pedofili, bilimum olay varken, ben bir galerinin ortasına bir penis koyuyorum ve işte o zaman şok oluyorlar.
SH: Ben de bunu görüyorum ve yadırgıyorum. Medyada kadının yansıtılışına eşdeğer bir erkek yansıtılışı bulmak mümkün değil. Bir kadın olarak bir erkek vücuduna/uvzuna bakmak istemek olağan dışıymış gibi bir varsayım hüküm sürüyor. Oysa kadınlar bunu istiyor, şahsen ben gazetenin dördüncü sayfasında günaşırı bir penisle karşılaşmayı çok isterim!
SL: Veyahut kıllı bir erkek poposu!
SH: Evet kıllı bir popo bile olabilir. Roman kapaklarımda bir erkek vücudu olmasını istiyorum ama yayıncılar sıcak bakmıyor. Çünkü kadınlar (ve galiba tüm dünya) kadınlara bakmak istermiş, kitap alanlar da çoğunlukla kadınmış bu nedenle, okuyucu kitlesine hitap açısından tercih edilen görseller bu yönde oluyor. Bir erkek, çıplak bir erkek, güya bir roman kapağını bir kadının doldurduğu gibi doldurmazmış.
SL: İşte bütün bunlar çok garip. Galiba hala gidilecek yolumuz var, epey hem de. Ben çok gazete almıyorum, haberlere de pek baktığım söylenemez ama gündem ne kadar trajik olursa olsun, haberin sonunda hep şöyle tatlı bir hikaye var gibi.
SH: “Özgürlüğüne kavuşan eşşek!” — gibi.
SL: Evet tabii, bence bir çift meme daha iyi işler. Düşünsene haberlerin sonunda herkesin keyfini yerine getirecek şöyle güzel ve yumuşak bir şeyler.
SH: Romanım The Carhullan Army’de asker olmaya karar veren bir kadınla ilgili yazdım. Gördüm ki okuyucu kadın asker fikrini yadırgıyor, hala kadının ön saflarda olması beklenmedik ve olağan dışı bir şey galiba. Kadınlar hep yumuşak, ağırbaşlılarmış gibi, öldürmeleri, öldürebilmeleri mümkün değilmiş gibi.
SL: Bu durumun eğitim ve bu eğitimin kişiye verdiği insan ve kadın profiliyle çok ilgisi var. Tabii ki bir şeye göreceli olarak diğer cinse nazaran daha az yatkın olma söz konusu olabilir. Ama bu gerçekte, pratikte, hayatta ne kadar doğruluğu olan bir sanı? Şöyle bir benzetme yapayım: hergün bisiklete binmeye alışık değilsem, uzun süredir binmemişsem, ilk seferden sonra evet bir ağrı sızı olur, zor gelir, yatkın değilmişim gibi gözükür. Hergün bisiklete binerim, ağrı geçer.
İnsanlar bana “feminist misiniz?” diye soruyorlar, ne desem bilemiyorum. Tabii ki her biri “feminist”e yükledikleriyle bana bu soruyu soruyor, ama benim yüklediklerim, benim bahsettiğim konu onlardan farklı olabiliyor. Şu anda üst düzey konumlarda geçmişe nazaran daha çok kadın var, kadın için daha fazla olanak mevcut, kabul. Ancak dışlaşıp bakıldığında büyük resimde işlerin değişmediği görülüyor. Giyim kuşama gelelim. Erkekler katiyen, hiçbir zaman kadınların maruz kaldığı kılık kıyafet baskısına tabii tutulmadı ve tutulmuyor da. Medyada var olmaya çalışan tüm kadınlar, topuklu ayakkabılarıyla ekrandalar, ancak belli bir yaşın altındalarsa, suratlarında maskeye eşdeğer makyajlarıyla var olabiliyor, oluyorlar, öyle olmaları onlardan bekleniyor.
SH: Bu soruyu nasıl soracağımı bilmiyorum, ama buraya doğru yoldayken düşünmeye başladım. Bana söylenen o ki rahatsız edici bir yazarmışım. Ki buna katılıyorum, rahatsız edici şeyler yazmama karşın kendimi hala güzelliğin kölesi gibi hissediyorum. Herhalde siz de bir şey yaratırken, estetik, mekan ve bu unsuların birbiriyle nasıl çalıştığıyla ilgili düşünüyorsunuzdur. Güzellik ve estetiğin birbiriyle ilişkisi karmaşık bir ilişki. Bazen güzellikle ilgili kaygılarımın tamamını silkeleyerek kurtulmak ve çirkin bir yazar olmak istiyorum ama bu da berbat cümleler demek olur.
SL: Kesinlikle tatmin etmem gereken görsel ihtiyaçlarım var, bu belli bir noktaya değen bir zarafet olabilir, heykelin bir bütün olarak kendiyle nasıl durduğu olabilir. Bütün objelerin kendi kendilerini kapsayabilmelerini, tek başlarına durabilmelerini, kendilerini savunabilmelerini ve kanıtlayabilmelerini isterim. Bu benim için en önemli kriter. Güçlü ve çirkin heykeller yaratabilirsiniz, hatta ben insanların ilk başta hoşlarına gitmeyen şeyler yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü şunun görülmesi lazım ki neyin çirkin, neyin güzel olduğu – güzel bir cümle/güzel bir heykel – tamamen göreceli ve mütemadiyen tartışmaya açık. Bir sanatçı olarak, ilk kendimi tatmin etmekle yükümlüyüm, güzel olmasının beklenmediği, güzel olma beklentisi taşımayan işler yapıyorum. Gücü kendimden alıp kendi ellerime vermemi sağlıyor bu.
SH: Dil devreye girdiğinde, kelimelerin sesleri de insanları etkiliyor. İmge ve içeriğin yanında, bir cümlenin yalnızca sesi bile denklemin içinde, özellikle söz konusu şiirse. Ses birini etkileyecek, yapacağını yapacak, içinde bir şeylerin patlak vermesine sebep olacak..
SL: Materyalin kendisinin çok doğal bir şekilde insan üstünde yarattığı etkiler var, bir de sizin bu materyali daha başka bir şey de yapabilmesi için zorlamanız/yön vermeniz var. Genellikle, materyalin zorlanması halinde ortaya çıkan sonuç suni ve/veya çirkin, algıya batan bir sonuç olurken, materyalin yapmak lstediğine izin verilmesi doğal bir zarafet doğuruyor. Benim genellikle durmayı tercih ettiğim taraf da bu taraf oluyor.
SH: Doğal zarafet tarafı mı?
SL: Evet. Zorlama ve beraberinde gelen yapaylık bir objenin/eserin aslında barındırabileceği enerjiyi alarak onu hareketsiz, soğuk ve cansız bir şeye dönüştürebiliyor. Oysa akış, akabilir olma çok önemli. Sanırım senin de bahsettiğin şey bu, dilin kelimeler ve cümlelerle akışı.
SH: Yapacağın işi planlamak ve materyalle ne yapacağına dair verdiğin ilk ve içgüdüsel tepki arasındaki dengeyi nasıl koruyorsunuz?
SL: Sürekli düşünen bir insanım ve sadece bir şey yapmak, yaratmak benim için bir rahatlama kaynağı. Oturup telle oynamaya başlayıp, çok da düşünmeden, ellerimle tele şekil vererek, aklımda tamamen bambaşka şeyler düşünerek giderken tel bir şeye dönüşmeye başlar ve oradan devam ederim. Dinlediğin müzik dahil o anı belirleyen tüm unsurlar, tele şekil verişini etkileyecektir. İşte böyle noktalarda düşünen tarafım devreye giriyor. Ruh halime göre ortam ayarı, materyal seçimi gibi kararlardan sonra yarattığım şey bir yöne gitmeye başladığında, kafamdaki diğer fikirleri masaya yatırıp kıyaslama ve bir kolaj gibi ekleme çıkarma işlemine başlıyorum. Yani etraflıca bir planım olmaz, bu çalışma yöntemini tarif etmek de baya zor.
SH: Evet, gerçekten de açıklaması zor. İnsanlar bir romana kafanda beliren birkac szöcükle başlamış olmanı mümkün bulmuyor, onlar çoğunlukla senin bir yazar olarak, oturup ilham beklediğini sanıyorlar ki bu hem doğru, hem yanlış.
SL: Evet, “sıkı çalışmak sizi her yere götürür” diye düşünüyorlar ve ilhamı küçük görüyorlar. Ama tam olarak nereye varacağını bilmediğin bir şeye başlamak, bir yola çıkmak için bir miktar ilham gerekli.
İstek ve şevk, bir şey hakkında merak duymak, bu ne olursa olsun. Bu olmadan, hele ki biraz depresif bir ruh halindeyseniz, yalnızca başlamak bile çok zor oluyor çünkü “bunun ne yararı var ki” diyorsunuz.
SH: Başarısızlık oranınız nedir?
SL: Oldukça düşük. Vaz geçmek ve caymak çok yaptığım şeyler değil. Ama tabii olunca da unutup devam ediyorsun, bıraktığın da geride kalıyor. Dürtü,istek ve şevk derken bahsettiğim şey buydu, bunun olmaması için gerekli. Bazen tabii olabilecek en zor hale geliyor, sıfırdan başlamak gibi. Üniversitede olup yaptığım şeyleri hatırlıyorum, çok iyi olduğum bir kaç işim ve çok ama çok kötü olduğunu düşündüğüm bir kaç tane vardı ki kötüleri gerçekten yakıp kül etmek istemiştim.
SH: Çok çok kötü derken teknik olarak mı yoksa konsept olarak mı?
SL: Her anlamda. Kelimenin tam anlamıyla çok çok kötü: kendi başına ayakta duramayan, parçaları dökülen, tek dişi kalmış canavar gibi kötü. Mesela bir örnek, kırık ayna parçalarıyla kapladığım devasa bir bumerangdı. Gözüm görmesin istemiştim. Ama çoğunlukla bu heykeller öyle boyut ve kütlelerde oluyorlar ki onlardan kurtulmak o kadar kolay olmuyor. Yaşamını ve yaşam alanını bir ton şeyle kalabalıklaştırmak insanı depresifleştiren bir şey. İnsanlar hep üzerinde çalışmaya devam et eninde sonunda iyi bir şeye dönüşür diyorlar, ama çok büyük bir stüdyonuz olmadığı sürece, her bir şey yarattığınızda, yarattığınzla yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Bundan gerçekten nefret ediyorum. O nedenle bir şey yaptığım, bir şeye başladığım zaman, işe yarayacak, istediğim yere ulaşacak bir şey yapmaya çalışıyorum.
SH: Birinin bir yazının ilk kaba taslağını tarif edişini hatırlıyorum, bu ham halinin sahip olduğu inanılmaz enerjiden bahsetmişti. Allayıp pullanmadan önceki o hamlığın has bir enerjisi oluyor, geriye dönüp tırtıkladıkça, düzeltmeler yaptıkça bu enerjiyi kaybedebiliyorsunuz. Ama herhalde, bir şeyi fiziksel olarak yaratırken, gerçek anlamıyla inşa ederken, bu ilişki sanıyorum ki daha farklı?
SL: Ben şöyle düşünürdüm, “Bunun ne yapacağını görmek istiyorum.” Yaptığım şeyden memnun kalırsam, bir daha asla dönüp tekrar aynı şeyi yapmıyorum. Allayıp pullama, cila çekme işine çok girmeyi sevmiyorum. Bu tabii özgürleştirici bir yaklaşım benim için. Şu anda gidişattan memnunum, yaptığım şeylerin şekillenme şeklinden de. Benim için taze bir yaklaşım ve yepyeni, daha önce yapmadığım şeyler. Yani evet, onlarla ilgili oldukça heyecanlıyım.