A password will be e-mailed to you.

Depo’daki sergilerinin son gününde yazarımız Müjde Metin’in, Neriman Polat ve Mürüvvet Türkyılmaz’la gerçekleştirdiği kapsamlı söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Çocuk dünyasının spontanlığıyla bireyin yüzleşmelerini masalsılaştıran Mürüvvet Türkyılmaz ve toplumsal çelişkilerin evleri pencerelerinden nasıl sarstığını göstermek isteyen Neriman Polat… Çalışmaları için çeşitli okumalar yapılabilir ancak sanat anlayışları ve manifestolarını gayet net bir biçimde dile getirmeyi tercih ediyorlar. Depo’da buluştuğumuzda atmosferi ben böyle okudum; farklı malzemelerden doğan, odağı birbirinin aynısı olmayan idealara rağmen ortak paydada duran, duygudaş iki sanatçı…

Müjde Metin

Müjde Metin: Öncelikle, gösterimdeki serginiz üzerinde ne zamandır çalışıyordunuz?

Neriman Polat: Yaklaşık iki-üç senelik bir çalışma diyebilirim.

Mürüvvet Türkyılmaz: Benim de iki-üç yıllık bir dönemi kapsıyor. Tabii bu hazırlık, “Sergim var, haydi iş üreteyim.”anlamında değil; bir birikim neticede. Duygu birikimi… Duyguları biriktiriyoruz, bazen o birikim süreci içerisinde somutlaşıyor, bazen sergi sırasında değişerek somutlaşıyor. Hatta sergide 2003’ten işler var, onlar da başka şekilde dönüştüler; bir enstalasyonun parçası olurken başka anlamlar yükleniyor… O yüzden şu tarihten itibaren diyerek kısıtlayamıyorum aslında.

 

Sonuçtan ziyade sürece önem veriyor gibisiniz…

MT: Çok önem veriyorum hem de, çünkü her an her şey değişiyormuş gibi geliyor. Şu anda bu mekan içerisindeki varlığımız bile bu işlere sürekli katkıda bulunuyor.

 

Sergilerin adlandırılma hikayeleri nasıl gelişti?

NP: Ev kavramıyla zaten hep uğraşıyorum. Ama işin içine şiddet ve kadın meselesi girdiğinde, evin aslında her şeyin olup bittiği, döndüğü ana mekan olduğunu görüyorsunuz. Hem bu yüzden, hem ev her anlamda çok temel bir mekan olduğu için, sergi, bir tür ev nöbetine dönüştü. Bunu çok önceden beri yapmak istiyordum ama yapabilecek gücü ancak şimdi bulabildim.

MT: bilinmeyen bölge, gittiği yere kadar sergisi, belirsizlik kavramının peşinden giden bir yolculuk. Her yazı-çizime ya da kişisel haritamı kolektif haritayla birleştirmeye başladığımda, “belki” ile yola çıkıyorum. Nasıl bir harita çıkaracağımı, bunu nasıl paylaşacağımın sorusuyla yüzleşiyorum. Dolayısıyla, Gezi’yle birlikte de hem sanal, hem fiziki anlamda, bilinmeyen bir bölgeye sürüklendiğimizi hissettim. Aynen internette de bir adrese bağlanırken ara bir bölge vardır; bilinmeyen bölge. Gezi’nin kavramsal olarak bilinmeyen bölge olduğunu, kavram aradığını ama daha çok paylaşıma yaklaştığını, paylaşımı önerdiğini hissettim, fakat o bilinmeyen bölgede halen bir adres arayışı sürmekte. Aslında, Türkiye’de yön arayışı, çelişkisi, arada kalma hali hep olmuştur ama Gezi, içerden bambaşka bir seçenekle, öneriyle doğdu. Gittiği yere kadar ise, aslında bizim Doğu anlayışımızdaki zamanın döngüselliğine, kaderciliğine bakıyor, onları sorguluyor. Merkeze bağlı bir olayı ya da durumu kendi akışına mı bırakmalıyız, zaten olduğumuz yere geri mi döneceğiz; yoksa ona müdahale edip, eyleme geçip onu yönlendirebilecek miyiz veya başka bir kesişme diyagramımız mümkün mü? Bütün bu tavırla nasıl bir iz bırakacağız? Bu zamanla ilgili döngüsel bir bakış, bir eleştiri esasen…

 

Sergideki bir fotoğraf serinizin adı “Alice Yüzeyler Üzerinde”. Ama hatırladığım kadarıyla, Lewis Carroll’ın kitabında Alice tavşan deliğine düştüğünde hiçbir yüzeye değmeden uzun bir süre sürükleniyor; Alice’in hikayesindeki bilinmezlik sizin yüzeylerinize nasıl temas ediyor?

MT: Zeminler 80’lerden bu yana bütün alanlarda o kadar kaygan ki; politikada, ekonomide, sanatta, sanat ekonomisinde… Sanat alanında, 90’larda eleştirellik yaratıldıysa da bu 2000’lerin ortalarında pasifleştirilmeye başlandı. Hiç kimse olduğu yeri netleştiremiyor. Alice’in de matematiği alt üst eden o boşluğa düşerken nesnelerin etrafında uçuşması, kayboluşu bu hissiyatıma yaklaşıyor, sanatçı kimliğimle buluşuyor. Hayaller önemlidir, bir kayboluş ve yeni alanlar yaratma eylemidir ama ben aynı zamanda yüzeyler üzerindeki normalleştirilmiş kayboluşları da sorguluyorum. Kaybolmaya izin verirken sorgulama yetimizi kaybetmemek, derinleşmek ve iktidarın olduğu yerde her şeyi kendi akışına bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bebek arabasıyla mahalleden nesne toplamam bu sürece dair diyebilirim.

 

Söyleşiye başlamadan önce, çocuklara sergiyi gezdirdiğinizden bahsetmiştiniz, onlara Alice’i nasıl anlattığınızı merak ettim…

NP: Aslında daha çok onlar kendileri anlamlandırdılar. Orada kitap okuyan birisi var, başka hiçbir şeye bakmıyor, sadece kitap okuyor. Çevreden koptuğunu görebildiler.

MT: İşte bu noktada, aşağıdaki piknik yapan aileden uzaklaşan kız çocuğuyla da güçlü bir bağ kuruyorum. Neriman hep çok farklı yöntemlerle çalıştığımızı ama duygudaşlıklarımız olduğunu söyler. Beni kadınlık evresine geçerken veya geçmeden önceki o ara dönem ilgilendiriyor; kayıplar, kazançlar, yüklemeler… Neriman’ın aradaki durumu, çocukluk döneminden yetişkinliğe geçme halindeki gerginlik, beni Alice Harikalar Diyarı’ndaki karakterle de bağlıyor aslında. İçimdeki rotayı yakalıyor.

 

Annelik nerede duruyor bu geçişte? Sanki çocukluğuna dönen bir anneyi de hissettim çünkü ben burada…

MT: Travmalar yaşandıkça çocukluğa dönülüyor elbette. Ben çocukluğumla, annelik tanımıyla, kendi annemle, anneliğimle ve çocuğumla yüzleşmek zorunda kaldım bu süreçte. Özellikle ailede yakın kayıplar varsa, çocukluktan kaçılmıyor zira. Oynadığınız oyunlar, paylaşımlar, çocuk dünyası… Hep geri gidişler oluyor. Benim için de bu ilk önce içsel yolculuğuma dönüş, kendi şeffaflığımı bulmak demek.

 

Bu değişiklikleri forma yansıtırken materyalleriniz nasıl değişiyor? Mesela, yazı-çizimlerinizin çıktığı dönemde ne gibi bir değişim yaşamıştınız? Ayrıca bu sergide de sanat pratiğinize dair yenilikler var.

MT: Yazı-çizimlerde ilk müdahalelerim duvaraydı. Daha çok duvarla beden arasındaki ilişki üzerineydi. Yazı feminen ve kendi akışında giderken, kalemin dikeyliğiyle ve yapısal olarak da mekanla mücadele ediyordu. Bir süre sonra duvarların türü değişti, alçıpanlar başladı ve onlarla mücadeleye girdi, mesafesini aldı. Şimdiyse, yine iktidarın önerdiği haritalara rağmen kişisel ve kolektif haritalarda yolculuk ediyorum ama  teknolojiyle birlikte sosyal yaşam içerisindeki mekan algısı, yeni moda şeffaf kapama denilen mekan eklemeleri, şeffaflık arayışımız, beni saydam malzemeye, kendi mekanımı yaratmaya ve kalıcı cd kalemiyle çalışmaya yönlendirdi.

 

Peki bu bağlamda materyal aynı kalıyorken, çektiğiniz fotoğraflar arasında, hangisinin anlatmak istediğiniz şeyi en iyi şekilde aktardığına siz (Neriman Polat) nasıl karar veriyorsunuz? İşin içinde sadece hissiyat mı var yoksa estetik ölçütleri de hesaba katıyor musunuz?

NP: Galiba estetik ölçülerim var çünkü baktığım zaman sergideki işleri gayet estetik görüyorum. Ama bu, güzellikle alakalı bir estetik değil, onu anlatma biçimiyle alakalı bir estetik. Onu en iyi hangi kare anlatıyor, hangisi fazla geliyor? Tam cevaba varmak çok çileli oluyor. Asıl mesele, anlatımda…

 

Resim eğitiminiz bu noktada kararlarınıza nasıl yansıyor?

NP: Çalışmalarımı resim yapar gibi yaptığımı düşünüyorum. “Bir konu var, o konunun üzerine gideyim, sosyolojik araştırmalar yapayım,” tarzında çalışmıyorum, daha içeriden, duygulardan giderek, öfkemi ve isyanımı katarak göstermek istiyorum. Ama bunları gösterirken de çok ölçütlerim var; şiddetinde, mağduriyetinde, isyanında pornografi olmamasını, yeni bir şey yakalamasını istiyorum. Bunlar çok ara duraklar, karar verilmesi zor şeyler. Bu yüzden doğru kareye varana kadar Azrail serisi de dahil tüm işlerde, bu sergiyi çok elemeden geçirdim.

 

Acıtasyon değil de hakikat dolu bir mesaj kaygısı yani…

NP: Evet, kesinlikle ortada bir gerçeğe düşkünlük var. Ama o gerçeğin içerisinde onun kurgu olduğunu unutmamak da önemli. Ayrıca net şeyleri yakalamayı seviyorum. Net ama muğlak… Böylece fikirler çok çeşitli yerlere gidebiliyor. Mağdurun dilini kullanmadan nasıl güçlü ve hakiki olabiliriz, sanat pratiğini unutmadan nasıl daha işe yarar bir şey çıkarabiliriz, hep bunlara yoğunlaşıyorum.

MT: Üçüncü sayfa haberlerinin estetize edilmesi söz konusu. Bir serginin sırf onları estetize etmesi değil ama, onlara da eleştirel yaklaşması… Bu yaklaşımı ben çok önemli buluyorum Neriman’da. Boyalı medyanın sanat diline dönüşümündeki riski alabiliyor.

NP: Ev Nöbeti özellikle öyle oldu, bunu ben de hissediyorum. Öte yandan estetik çok da kabahatli, suç dosyası kabarık.

 

Azrail serisinde, onun evin dışına çıktığını görmemiz, evin içerisindeki haline göre ne tür farklı temsiller barındırıyor?

NP: Azrail doğadan geliyor ancak aynı zamanda yine insan aracılığıyla bir patikadan geliyor. Kuşlar var, gündüz vakti… Yani, tezatlıkla, gelmeyeceği vakitte geliyor, şaşırtıcı bir kahraman gibi. Tuğla evlerde dolaşmasını da olmamışın intikamını alma ya da koruma amacına bağlıyorum ama izleyiciler çok farklı okuyabiliyorlar.

 

Gerçekten de çok farklı okumalara mahal veriyorsunuz; bir yandan kendi mesaj kaygısını hissettiren, öte yandan o mesajın aktarımda farklılaşmasına olanak veren çalışmalar… Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

NP: Ben asla didaktik bir sanatçı olmak istemiyorum. İçinde şiirin de olduğu, çok farklı anlatım biçimlerinin denendiği, deneysel alanlarda çalışan işler yapmayı arzulayan birisiyim. Beceriyorum anlamında söylemiyorum ama tek bir mesaj bana çok sıkıcı geliyor.

MT: Bence de ucu açık olması gerekiyor. Öğretici, eğitici bir mesaj haddim değil, o ayrı bir iktidar dili oluşturmak, egosantrik olmak demektir zaten. Mümkün olduğunca yatay ilişkilerle başka yorumlarla kesişerek aslında başka işlerin açılımına izin vermek… Bu riski almayı, benden farklı yorumları duymayı, o yorumlar üzerinden de yeni haritalar çıkarmayı seviyorum, tercih ediyorum.

NP: Kör göze parmak sokar gibi izleyiciye davranmak zor olan.

MT: Aslında bazıları için çok kolay… Ama bizim için zor.

NP: Bir de her zaman izleyicinin inisiyatif alması güzel. Her şeyin dozajı var bence.

MT: Mekanla mücadelemiz de öyle, resim yapıyor gibi çalışıyoruz ama ister istemez bir mekana girdiğimizde dikeylerle uğraşıyoruz. Resimsel olarak senin sergine de baktığımızda yataylar ve dikeyler bir arada ama sergi inatla yatay olmaya çalışıyor. Mekanın iktidarını sorguluyor.

NP: Benimki evin yapısı yüzünden biraz daha dikey tabii. Mezar taşının kendisi de çok dikey.

MT: Ama baksanıza, gökdelenler, Maslak, yapılaşma… Her yer başı göğe erenlerle dolu, o yüzden bu dikey yapının üzerine gitmeyi göz ardı edemeyiz. Tam tersine üzerine gitmeliyiz.

NP: Tabii o dikeyliği indirmekle, törpülemekle biz görevliyiz.

 

Bence evlerimizi kendi içimizde bulmamız gerektiğini gösteren bir durum var ortada; peki, mesaj vermeye odaklı her türlü kurumda sağlıklı işleyiş bu şekilde kurulabilir mi?

MT: İktidar dilinin sorgulanması gerekiyor. Sanatçı olarak ben kendimi tutuyorum, sürekli aşağıya çekmeye çalışıyorum. Yüklenilmiş rollerle dikey durum daha da vahimleşiyor. Kendimi de törpülemeye çalışıyorum ama bu özgüven eksikliğinden falan kaynaklanmıyor, tam tersine özgüvenle birlikte her şeyi eşit görebilmekle alakalı… Ego üzerinden dil kurmamakla alakalı. Muhatabı yok sayan bu ego dili bizi gerçekten çok yıldırdı.

NP: Örgütlenmelerde, birlikte çalışmalarda çok önemli bir şey bu. Feminist örgütlerle bu durum yatay ağırlıkta ilerleyebiliyor ancak sanatta insanlar örgütlenemiyorlar çünkü sözlerini söyleyemiyorlar. Her örgütlenme bir noktada dağılmaya mahkum kalıyor. Bağımsızlık ve yatay bir dil bunun çözümü ama nasıl başarabileceğimizi ben de bilemiyorum artık. Hatta artık kendi başıma başarabilirsem ne ala diye düşünüyorum.

MT: Ben bunu başarabilmek adına çocuğun sınırsız hayalleriyle zenginleştirdiği ama belli kuralları da olan oyun alanını unutmamaya çalışıyorum ve bana o alanı hatırlatanla yan yana olmaya çalışıyorum.
 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 17:17:00